29 Ocak 2009 Perşembe

Ayar Veremiyorsan, Ayar Et

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün 1998 yılında tiyatrolaştığını, romanı okuduğum 1999 ya da 2000 yılında öğrenmiştim ve içimde dayanılmaz bir oyunu izleme isteği oluşmuştu. Fakat ben yine geç kalmıştım. Oyun o günlerde sergilenmiyordu. Sonra unuttum o an dayanılmaz gelen isteğimi. İki hafta önce tiyatroya gideyim ben ya diye devlet tiyatrosunun sayfasına baktığımda Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün programda olduğunu görünce de hatırlamadım bu isteği. Aaa bunu tiyatrolaştırmışlar mı dedim ve hemen bilet aldım 28 Ocak akşamına. Dün de gittim izledim oyunu. Bugün ekşi sözlükte bakınırken hatırladım bu romanın daha önce de oyunlaştırıldığını bildiğimi ve benim o zaman izleyemediğim için çok üzüldüğümü. O gün bakmasaydım devlet tiyatrosu programına muhtemelen yine kaçırırdım. Bu durumda ortaya acı ihtimaller çıkıyor. Yaşlanıyorum ben gerçekten, hiçbirşeye eskisi gibi heyecanlanmıyor, ilgi duymuyorum. Çok keyifsizim çoook.

Neyse, romanı ilk okuduğum günlerde romanın oyunlaştırıldığını öğrendiğimde nasıl yapmışlardır ki bunu diye düşünmüşlüğüm vardı. Çünkü roman çok ince bir mizah içeriyordu ve esasen bohemdi, karanlıktı. Ahmet Hamdi poker suratıyla renk vermeden alttan alttan giydiriyordu üstün mizahını elbise diye hepimizin üstünde eğreti duran modernizme. Romanın diliyle bunu tiyatroya uyarlarsanız, bohem, ciddi, karamsar bir oyun çıkar diye düşünmüştüm ortaya. Yani böyle şenlikli bir oyun beklemiyordum açıkçası. Ama mevcut oyun abartılı oyunculuklarıyla neredeyse kabareye varan bir kalın mizah içeriyordu. Yer yer olacak o kadar skeçleri izliyormuşum gibi hissediyordum kendimi. Romanda geçen politik hicivlerin vurgusu çok artırılmıştı. Ahmet Hamdi’nin poker suratı gitmiş yerine Levent Kırca’nın bol mimikli yüzü gelmişti. Komik miydi, tabii ki komikti. Eğlendim mi, tabii ki eğlendim. Ama biraz özünü kaybetmiş gibi geldi bana. Ya da ben böyle hayal etmemişim, elalemin hayaline laf sokuyorum, bilemiyorum.

Bir de kitabı okuduktan sonra bir yerlerden Mehmet Kaplan’ın kitap üzerine bir incelemesini okumuştum ki o inceleme romanı hiç anlamadığım hissini uyandırmıştı bende ve o zaman kitabı yeniden okumak için de büyük bir istek dolmuştu içime. Yapmadım, okunacak çok kitap vardı. Bir yerlere yetişmem lazımdı.

Yaklaşık beş senedir paralel okumalar yapmak istiyorum. Howard Roark ile Selim Işık’ı aynı anda nasıl sevdim ben çok merak ediyorum. Günay Rodoplu ile Hayri İrdal’ı aynı anda nasıl sevdim? Holden Caulfield ile John Galt’ı, aynı anda nasıl sevdim? Bu bahsettiğim okumaları da yapmış değilim ancak bir şeyler söyleyebilirim yine de hipotez kabilinden.

Bünye iki tür karaktere bayılıyor bende. Ayar verenler ve ayar edenler.

Otoriteye ayarı verip gönderenler ki bu grupta Howard Roark, Günay Rodoplu, John Galt gibi karakterler var, herşeyin en doğrusunu bilen, acayip bilgili, becerikli süper kahramanlar bunlar. Güçlüler, dirençliler, azimliler ve idealizeler. Akıl desen bunlarda, sezgi desen bunlarda, ahlak desen bunlarda, madde desen bunlarda, mana desen bunlarda. Bunlar bir şekilde okuyan insanlara gaz veriyor, mevki sahibi dümbüklere ayar veriyorlar her seferinde. Sistemin adamlarını bilgileriyle dövüp, zekalarıyla paralıyorlar.

Otoriteyi ayar edenler, ki bu grupta da Selim Işık, Holden Caulifield, aylak adam gibi karakterler var, otoritenin dokunamadığı, sisteme katamadığı anti kahramanlar bunlar. Duyarlılar, zayıflar, ironikler ve başarısızlar. Zekidirler ama zekayı otorite sahibi olmak için kullanmazlar. Muhalftirler ama alternatif üretemezler. Bu tip karakterlerin etinden sütünden faydalanamaz hiçbir otorite sahibi. Bu karakterler romandaki otoriteyi ayar edebildikleri gibi, romanın dışındaki otoriteyi de sadece varlıklarıyla ayar edebilirler. Chance Gardener ve Hayri İrdal mesela romanın içindeki otoriteyle uyum içinde hareket ederler. Ama onların varlıkları üzerinden otoriteyle geçilen dalgalar, dışarıdaki otoriteyi ayar eder.

Aslında çok daha güzel yazılabilirdi bu yazı, ama o zaman çok çalışmak gerekirdi. İşte çok çalışıp bu yazıyı çok daha güzel yazan adam otoriteye ayar verir, benim gibi çok daha güzel yazılabilirdi bu yazı diyip bu haliyle okutan da otoriteyi ayar eder.
Bir gün bir ata olursam sözüm hazır: “Ayar veremiyorsan, ayar et”

11 yorum:

  1. ben, kesinlikle otoriteyi ayar edenlerin tarafindayim.

    bu yorum da misal daha guzel yazilabilirdi ama, sen bir ata olursan, soz ben de seni dinleyecegim :)

    YanıtlaSil
  2. Ayar verenler kısmında olmayı isterdim açıkçası ama maalesef ben de ayar edenlerden oluyorum.

    YanıtlaSil
  3. ayar etmek: bir şeyi daha düzenli ve düzgün çalışır hale getirmek.

    ayar vermek: bildiğim kadarıyla ekşi sözlükte ortaya çıkmış bir fiil. fiil diyesim gelmiyor, ama yerine ne diyeceğimi de bulamadım. ayar vermek, biriyle inceden inceye dalga geçmek, onu kendi eylemlerine yabancılaştırmak, onla kafa bulmak vs. gibi anlamları var. tam kesin anlamı da mevcut değil.

    yazında ne demek istediğini, örneklediğin karakterler üstünden anlayabilmiş olmama rağmen, ayar etmek ve ayar vermek arasındaki farkı net olarak anlayamadım doğrusu. kafamda biri diğerinin yerine geçip duruyor ve anlamda bir değişiklik yaratmıyor.

    bunu anlatabilmek için daha çok çalışman gerekebilir belki. çok çalışsaydım bu yazı daha güzel olurdu dediğin için de ısrar etmiyor, böylece not düşüyorum buraya.

    medea

    YanıtlaSil
  4. bir de şey, etiketlerde ahmet hamdi taMpınar diye birisi var. kim o?

    YanıtlaSil
  5. Sevgili Medea

    :) Şimdi söylesem inanmazsın, yazıyı yazdıktan sonra ayar etme ve ayar verme deyimleri sözlüklere girmiş midir sorusu benim de aklıma geldi ve araştırdım. Yoktu.

    10 sene önce falan ayar etme deyimini okulda birinden duymuştum. Uyuz etmek manasında kullanıyordu. Ben bugüne kadar hiç kullanmamıştım. http://www.lafmacun.org/entry/245713 adresinde gördüğümde de işime geldiği için kullandım.
    Ayar verme ise saçma sapan konuşan adamın "ezberini bozup" :) ona doğrusunu anlatan ulu bilgelerin gerçekleştirdiği eylemdir. En azından bu da benim cümle içinde kullanışlardan anladığım anlam bu. Her iki deyim de literatüre girmiş değil, ama sokaklarda bolca kullanılıyor. Benim çok sık kullandığım deyimler değil. Bundan sonra muhtemelen daha sık kullanırım, çünkü ayar veremiyorsan ayar et sözünü beğendim :)

    İstanbul'a okuma yazma öğrenene kadar İstambul diyip, okuma yazmayı öğrendiğinde aaa İstanbul'muş diyen biri için yanlış öğrenilmiş bir soyadı Tampınar. Düzeltir Tanpınar yaparız, lakin demeden de edemeyeceğim. "bir de şey, etiketlerde ahmet hamdi taMpınar diye birisi var. kim o?" yorumun ayar vermenin güzide örneklerinden birini oluşturmaktadır.

    YanıtlaSil
  6. ayar etmek sokakta kullanıldığı kadar, tdk'da da bulunuyor. senin kullandığın halleri ise argo sözlüğünde yer alır sanırsam.

    off çok didaktik oldum. ayar vericem derken ayarım kaçtı.

    :)

    medea

    YanıtlaSil
  7. Valla şu aleti ayar edelim diye kullanıldığını hiç dduymadım. Yerine ayarlamak kullanılıyor ki bunun da argo tezahürleri az değil :)

    Ayrıca TDK'da belgegeçer, yoğundisk, gündedün, tutsat gibi kimsenin kullanmadığı kelimeler de var.

    Kısaca sözlükler halkın hızına yetişemiyor. Bugün değilse yarın ayar etme ve ayar verme deyim olarak lugatlarda hakettikleri yerleri alacaklardan kimsenin şüphesi olmasın :)

    Didaktik günlere son :) Yaşasın gazlı günler.

    YanıtlaSil
  8. şimdi bu ayar+fiil olayı yazıyı gölgelemesin, çünkü yanlışta olsa doğru da olsa tanım yapılmış akıl karışıklığı yokta, her daim otorite dışında olmanın çekiciliği dikkat çekici, gerçek hayatta da böyle. Kısaca muhalefet olmanın inanılmaz çekiciliği ve günümüz versiyonu cehape diyelim.Her şeye karşı olup otorite olmak için kılını kıpırdatmamak ve baykal dede olayı.

    YanıtlaSil
  9. Sevgili Eysi,

    Açıkçası bu yazının Baykal Dede'yi kutsaması benim için şaşırtıcı oldu :) Çünkü ben Baykal'dan da CHP muhalefetinden de nefret ederim. Yanlış anlama saçma sapan bir yorum değil yorumun. Öyle olsaydı şaşırmazdım zaten.

    Bu dünyada sanırım manipulasyonun en kullanışlı yöntemi, aynı düzenin savunucusu iki görüşü birbirinin tam zıddı iki görüş olarak sunmayı becerebilmekten geçiyor. İyi polis, kötü polis oyunları. Bir örneğini Hrant Dink ile ilgili yazımda anlatmaya çalışmıştım. Şimdi iki örnek daha vermek istiyorum.

    Yine sevdiğim yazarlardan gideceğim, çok güzel anlatmış çünkü onlar. İlk örnek Ayn Rand'ın karakteri Howard Roark'tan.

    Ayn Rand Howard Roark'a yargılandığı bir davada kendini savunurken şunları dedirtir.

    "İyilik ve kötülük kutupları açısından, iki kavram sunulmuştur insana. Biri bencillik, öbürü de hayırseverliktir. Bencilliğin anlamı başkaların kendisi için feda etmek olarak tarif edilmiştir. Hayırseverlik ise kendini başkaları için feda etmektir denmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer insanlara bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmişitr. Ya başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir, ya da kendisi uğruna başklarına acı çektirecektir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk alması gerektiği de söylenince, tuzak iyice kapatılmıştır. İnsan artık mazohizmi kendi ideali olarak kabul etmek zorunda kalmıştır, çünkü bunun karşısına ancak sadizm vardır. İnsanoğluna oynanan en küstahça oyun bu olmuştur. Bağımlılık ve acı çekme bu yolla hayatın temelleri haline getirilmiştir. Seçenekler kendini feda etmekle tahakküm etme arasında değildir. Seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık arasındadır. Yaratıcının kuralı ya da elden düşmecinin kuralıdır. Bu temel bir sorundur. Bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını sağlayan mantıklı zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. Elden düşmecinin kuralı ise sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır. İnsanın bağımsız egosundan doğan herşey iyidir. İnsanın insana bağımlılığından doğan herşey kötüdür. Bencil kişi salt anlamda bakıldığında başkalarını feda eeden kişi değildir. Başkalarını herhangi bir şekilde kullanma ihtiyacının üstüne çıkmış kişidir. Onun işlerliği, diğer insanların kanalıyla değildir. Birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. Amacı da düşüncesi de arzuları da enerjisinin kaynağı da hep onların dışındadır. Bir başka kişi için var olmakta değildir. kimseden de kendisi için var olmasını istememektedir. İnsanlar arasında oluşabilecek tek kardeşik, tek karşılıklı saygı bu yolla olabilir. "

    Bu paragrafta anlattığı gibi, Ayn Rand kutupların bencillik ile hayırseverlik değil birine bağımlı olmak ile olmamak olduğunu iddia eder. Asıl vurucu sözünü ise ardına patlatır: "Kişi tek başına düşünür, tek başına çalışır. ama kişi tek başına hırsızlık edemez, sömüremez, yönetemez. Soygun, sömürü ve yönetme için ona kurbanlar gerekir."

    Yazıdaki ayar verenler ile ayar edenlerin ortak noktası işte budur. Tek başlarınadırlar. Ayar verenler, süper kahraman olarak rahatlıkla yönetebilecek, sömürebilecekken yapmamayı seçmişlerdir. Ayar edenler ise rahatlıkla sömürülebilecek, rahatlıkla yönetilebilecekken, arıza çıkarmışlardır.

    İkinci örneği ise Alev Alatlı'dan vereceğim. Alev Alatlı'nın süper kahramanı Günay Rodoplu, ortak pazar ahlakını bir yahudi hikayesi üzerinden anlatır:

    "Mişonaçi ile Solomon ortaktırlar. Sirkeci’de, kötü bir otel işletirlerken, birden işleri büyür, demeye kalmadan beş yıldızlı bir otel yaparlar, sonra bir tane daha, bir tane daha. Zaman içinde çocukları da büyür, onlar da çocuklarını evlendirmeye, parayı aile içinde tutmaya karar verirler. Düğün günü gelir çatar, iki baba nikahtan önce çocukları çağırırlar, onlara nasihat ederler. ‘Hayatta’ der, Mişonaçi, ‘en önemli mürşit, dürüstlüktür! Birbirinize karşı her zaman dürüst olacaksınız ki, allah da size verecek! ‘Evet ,’ diye onaylar Solomon, ‘biz , bu günümüzü, önce allah’a, sonra da dürüstlüğümüze borçluyuz. Biz iki ortak, birbirimizi bir kere olsun aldatmadık,’ der, Mişonaçi. Solomon anlatır, ‘biz, Sirkeci’deki otelde, bir gün –ben yatakları düzeltiyorum, mişonaçi, yerleri süpürüyor- bir çanta bulduk. Müşteri unutmuş gitmiş. İçini açtık, bir de ne görelim, silme altın! Hemen oturduk, bir altın bana, bir altın Mişonaçi’ye. Bir altın bana bir altın Mişonaçi’ye! Ne bir altın fazla bana, ne bir altın fazla Mişonaçi’ye! İşte gözüm, sozuklarım, dürüstlük budur!”

    Dürüstlük buysa, dürüst olmayan davranış da Solomon ile Mişonaçi'nin altınları paylaşırken birbirlerine hile yapmalarıdır. Oysa o otel odasında kimin kaldığı bellidir. O adamı bulup altınları teslim edebilirlerdi. Ayar verenler de ayar edenler de en azından dürüstlüğü böyle tanımlayıp da buna kendilerini inandırmıyorlar. Ayar edenler zaaf içinde bu hileciliğin nimetlerinden faydalansalar bile ya Hayri İrdal gibi ilkesel olarak bunun yanlış olduğunu bilebilecek kadar sağduyuya, ya da Chance Gardener gibi gerçekten geçerli bir nedene sahip oluyorlar.

    Kısaca Baykal Dede ve Recep Dayı konusuna gelirsek, onlar gölge oyununun Karagöz'ü ile Hacivat'ı. Oysa asıl kutuplar, oyunu sahneleyenler ile oyunu izleyenler.

    YanıtlaSil
  10. birikim ve bilgi paylaşımı için teşekkürler katılmamak elde değil ancak ayar verme görünümünde olarak ayar verenleri gölgeleme olayını anlatmak istemiştim Yoksa sevmediğim kişileri kutsamak amacımda diilim. Zaten başarılı ticaret sistemleri de anlattığınız üzerine kuruludur. İşte mekdanılt-Börgırking kola-pepsi intel-amd filan gibi örnekler gösteriyo ki kendi muhalefetini oluşturursan başkalarının gerçek muhalefetini engellersin. Siyasette biraz böyle. Terakkiperver ve serbest fırkaların kurulumunu da buna örnek olarak verebiliriz. Konu iyice dağıldı neyse kapatayım burda

    YanıtlaSil
  11. Estağfurullah, gerçekten öyle bir bilgi veya birikimim olduğunu sanmıyorum. Ben topu topu 100 bilemedin 150 kitap okumuş sonunda yorulmuş ve karışmamayı uygun görmüş biriyim. Ben pek çok şeyi akıl yürüterek anlamaya çalışıyorum. Bilgiyle anlamaya gücüm yok.

    Konu da bence hiç dağılmadı :) ama işte bundan ilerisine akıl yetmez, bilgi lazım :)

    YanıtlaSil