27 Nisan 2009 Pazartesi

Bir Deli Saçması: Kuşlar, Kelebekler ya da Arılar ve de Nehirler

Kuşlar, kelebekler ve arılar vardır. Bunlar durmazlar yerlerinde. Sonbaharda kuruyup ağacın dalından kopup rüzgar nereden eserse oraya giden yapraklar bir de. Bunların ne zaman nerede olacağını bilemezsiniz. İnsanoğlu kuş misali bir gün orada bir gün burada lafı daha bu tür insanoğulları çin söylenmiştir.

Bir de nehirler vardır. Yatağı belli, kaynağı belli, ulaşacağı deniz belli. Hep aynı dağın başından kaynayıp hep aynı yöne akarlar. Mevsimlere göre akış hızları değişir. Kurak zamanlarda az ve kuvvetsiz akarlar, bereketli zamanlarda güldür güldür, delicesine. Bazen de kururlar dökülecekleri denize ulaşamadan. Bu tip insanlar için söylemiştir Bülent Ortaçgil şarkısını:

“Ve sen, ben değirmenlere karşı
Bile bile birer yitik savaşçı
Akarız dereler gibi denizlere
Belki de en güzeli böyle”

Kuşlar, kelebekler ve arılar esnektirler değişimlere, istemedikleri bir durum olursa hemen başka yerlere göçerler. Bağlılıkları yoktur, nerede hayat varsa kendilerine, orada olurlar. Nehirler ise yataklarını değiştirmezler, değiştiremezler. Kuruyacaklarını da bilseler ellerinden gelmez başka yöne akmak. Onların gidecekleri yer bellidir, gidemeseler de yolunda ölürler, topal karınca gibi.

Kuşlar, kelebekler ya da arılar kendilerine uygun olmayan yerlerde ya da istenmedikleri yerde durmazlar. Başka diyarlara göçerler. Nehirler ise aynı yatakta akıp, hiç sabit olmadıklarını söylerler: "Aynı nehirde şkş defa yıkanamazsın." Kuşlar, kelebekler ya da arılar hayatları boyunca pek iz bırakmazlar, hafiftirler, ömürleri kısadır. Nehirler ise aşındırırlar aktıkları yerleri, platolar, ovalar taraçalar oluştururlar.

Kuşlar, kelebekler ya da arılar dönerler gtittikleri yere, gittikleri yer kötüyse ya da terkettikleri yerde şartlar değişmişse. Oysa nehirler için geri dönüş söz konusu değildir. Onlar her ne olursa olsun dökülecekleri denizlere ulaşmak için yaşarlar.

Bazen bir kuşun sesi de, bir nehrin sesi de rahatlatr insanı, ikisi de güzeldir. Nehir sesi hiç değişmez de, kuşun sesi şartlara göre değişir. Ne zaman sesini dinlemek istesen, nehir hep ordadır da kuş allah bilir nerededir. Nehir tereddüt etmez, kararlıdır. Kuş sürekli şartlara göre en doğru seçimi yapmak istediğinden, düşüncelidir.

Nehir rutin, tek sesli, sıkıcı, kuş değişken, eğlenceli, çok seslidir. Nehirler yalnız akarlar, yatakları boyunca karşılarına çıkanlarla yetinirler. Kuşlar yalnız kalmazlar, kalamazlar. İki nehir denize dökülmeden önce birleşirlerse, bu büyük olaydır. Şattül Arap derler Fırat ile Dicle'in birbirlerine karıştıkları yere. Oradan sonra Dicle Fırat'a karışır, Fırat Dicle'ye. Sık rastlamaz insan böyle iki nehrin birleşmesine. Kuşlarsa hep beraber yaşarlar. Bir kuşun yalnız yaşaması sık görülmez.
Nehir kadar inançlı, nehir kadar yalnız, nehir kadar sürekli, nehir kadar dirençli, nehir kadar azimli değilim ama kuş kadar cıvıl cıvıl, kuş kadar sosyal, kuş kadar pratik hiç değilim. Dahası ben nehirler gibi olmak isterim, beceririm beceremem, ya da becerdim beceremedim o ayrı konu.
Çiçek nehir ister, kuş, kelebek ya da arı çiçek ister. Bu döngü hiç bitmez, zaman da asla ölmez.

13 Nisan 2009 Pazartesi

OK. Oğulcan Kombi Tamamdır

Oğulcan Pirgelen yağ fabrikasından sonra gittiği Orakçı’nın karton ambalaj firmasında psikopat bir genel müdüre denk gelmişti. Yağ fabrikasının çalışma ortamı Hawai sahillerinde surf yapan insanlarsa, ambalaj fabrikasının çalışma ortamı Irak’taki Amerikan askerleri idi. Toygar, dışarıdan bir bakım şirketinin elemanlarının tulum giymemeleri yüzünden Oğulcan’ın genel müdürden fırça yediğini duyunca, Oğulcan’ın durumunun gerçekten parlak olmadığını anlamıştı. Bir süre diren diye gaz verdi Oğulcan’a ama biliyordu ki Oğulcan ambalajcıda en fazla altı ay çalışabilecekti. Hatta Oğulcan ve ailesi ciddi maddi problemler yaşamıyor olsalardı Toygar bu süreyi iki aya kadar indirirdi.

Oğulcan neredeyse her akşam Toygar’a yeni işyerinin yaptığı psikopatlıkları anlatıyordu ve psikolojik durumu da gittikçe kötüleşiyordu. En sonunda Oğulcan ailesiyle konuştu ve onların da tam desteğiyle bir süre işsiz kalmayı da göze alarak istifa etti. Birkaç işyeriyle de prensipte anlaşmıştı ve söylendiğine göre genel müdür onayı bekleniyordu. Fakat ekmek fabrikasının durumu diğerlerinden biraz daha farklıydı. O İstanbul'daydı.

Ekmek fabrikasının lojistik, planlama ve satınalma direktörü Bülent Saban, Oğulcan’ın Göksel Nesligüzel’e karşı mücadelesini destekleyen hatta örgütleyen cuntanın beyniydi. Bir süre daha yağ fabrikasında çalıştıktan sonra Bülent Saban ekmek fabrikasından gelen cazip teklifi değerlendirmiş ve İstanbul’da çalışmaya karar vermişti. Oğulcan’ın ambalajcıda mutlu olmadığını bildiğinden ve güvenceği birilerine de ekmekçide ihtiyacı olduğundan Oğulcan’a İstanbul’da iş teklif etmişti.

Oğulcan üniversiteyi İstanbul’da okumuş ve İstanbul’da yaşadığı süre boyunca hep memleketinde rahatça yaşayacağı günlerin hayalini kurmuştu. Oğulcan tam bir konfor ve huzur adamıydı. Annesinin evinden daha huzurlu ve konforlu bir yer yoktu onun için. Fakat hayat istediğine istediğini vermemek konusunda çok kararlıydı. Oğulcan’ın yolu hiç istemeye istemeye yine İstanbul’a düşmüştü. Bülent Saban’ın iş teklifini uzun süre beklemeye almış, tüm diğer alternatifleri beklemişti. En sonunda mecburen kabul ettiği teklif için de kesinleşene kadar olmasa keşke diye içinden dualar etmişti. Fakat olmuştu.

Dünyada Toygar’ın ev arkadaşı olmak isteyeceği üç kişiden biriydi Oğulcan. Dolayısıyla Toygar bu gelişmelerden memnundu. Oğulcan’ın da Toygar’ın evinde kalmaktan daha iyi bir alternatifi yoktu. Kısaca Oğulcan derli toplu, çamaşırların bulaşıkların otomatikman yıkandığı, ütülerin günü gününe yapıldığı, istediği yemeklerin hazırlanıp önüne geldiği, sevimli yeğenlerinin yaşadığı o konformist evi bırakıp, Toygar’ın dağınık ve pis evine yerleşmek zorunda kaldı. Sadece bu bile Oğulcan’ı yıpratmaya yetecekken, İstanbul’un gürültüsü, trafiği, kalabalığı da bonus oldu. Oğulcan yolda geçen zaman dahil günde oniki saatini işe ayırmaktan nefret ediyor, hergün aynı şikayet dolu cümleleri kuruyordu: “Amaaaan abi ben biliyorum kendimi, öğrenciyken de katlanamazdım bu kadar hengameye.” Toygar alışırsın dedikçe daha da alevleniyor, “abi alışırım tabii, insan herşeye alışır da neden alışayım yaw” diye büsbütün sinirleniyordu Oğulcan.

Üstüne üstlük ekmek fabrikasında da enkaz vardı. Toygar ile artık tek eğlenceleri, her ikisinin çalıştıkları şirketlerin de salaklıkta birbirlerine ne kadar yakın olduklarını örneklerle kanıtlamak oluyordu. Fakat Oğulcan’ın Toygar’dan farkı ekmekçide işlerin düzeleceğine dair umudu ve daha yüksek ve zamanında maaş almasıydı. Oysa Toygar kendi işinin düzelmesinden umudu keseli çok oluyordu. Öte yandan Toygar da İstanbul'u çok seviyordu.

Toygar yine saçma bir iş gününden evine giden yoldaki yokuşu tırmandıktan sonra apartmanıda çıkması gereken beş katın dördüncüsünü çıkmış, kan ter içinde beşincisine başlamışken kapısının tokmağına sıkıştırılmış bir doğal gaz faturasını görmüş ve şaşırmıştı. Çünkü daha önce doğal gaz faturası hiç orada olmaz, hep apartmanın girişinde tüm apartmanın faturaları ile birlikte bulunurdu. Allah allah dedi Toygar pek de umursamadan kapı tokmağından aldı faturayı, evine girdi ve okumadan masasının üstüne braktı.

Oğulcan gelene kadar, onun izlemediği bir dizinin bir bölümünü izleyebilecek kadar vakti oluyordu Toygar’ın ve o da bu zamanı iyi değerlendiriyordu. Oğulcan eve geldiğinde yemek söylediler dışardan ve gecenin geç saatlerine kadar devam edecek aslında sürekli birbirlerine aynı şeyleri anlattıkları muhabbetlerine başladılar. Saat 11’e doğru Oğulcan geleneksel cümlesini kurdu: “Toygar biri acil diğeri çok acil iki sıkıntım var. Çok acil sıkıntım, simdi kalkıp, banyoya gidip yıkanmak zorunda olmam, acil sıkıntım ise yaklaşık sekiz saat sonra yine işe gitmek zorunda oluşum.” Oğulcan’ı her defasında anlayışla karşılayan Toygar, “haklısın ve ne yazık ki bu sıkıntılarının geçmesinin tek yolu bu sıkıntılarının üstüne gitmek, zira dün de aynı sıkıntılarla boğuşuyordun” dedi. “Dün yıkanmamıştım ama” dedi Oğulcan. “O zaman bugün de yıkanma” diye cevapladı Toygar. “Abi her tarafım kokuyor ama” dedi Oğulcan, “o zaman yıkan abi” diye cevapladı Toygar. Bu diyalogun anlamsızca onbeş dakika kadar sürmesinin ardından Oğulcan yerinden doğruldu, ve banyoya gitmek üzere harekete geçti. Bu anı hayret, hayranlık ve takdir dolu duygularla izleyen Toygar, msnde birilerine laf yetiştirdiğinden o anın tadını doya doya çıkaramadı. 40 saniye sonra Oğulcan’ın içerden sesi geldi,

- Toygar oğlum bu kombi çalışmıyor.
- Anlamadııııııııım.
- Gelsene sen bi buraya.
- Lan noldu gel de burada anlat.
- Olm gelsene ya hasta etme adamı.
- İyi lan iyi geliyorum diye oflaya puflaya Toygar banyoya geldi. Oğulcan,
- Bu kombi çalışmıyor abi.
- Lan nasıl çalışmıyor?
- Baksana olm kırmızı ışık yanıyor dedi Oğulcan. Toygar rahatlamıştı, resetleytecekti kombiyi ve kombi çalışacaktı. Oğulcan’ın yanından kolunu uzatıp reset düğmesine bastı,
- Şimdi çalışıyor abi.
- O düğmeye basmak aklıma geldi de bir şey olur neme lazım dedim.
- Lan ne olabilrdi yaa, patlar mıydı?
- Ne bileyim abi bana ne.
Bu anlamsız diyalog sürerken kombinin kırmızı ışığı tekrar yandı. Kombi hala çalışmıyordu. Toygar,
- Abi o zaman bunun içine su basacağız, belli ki, basıncı düşmüş dedi.
- O nasıl olacak?
- Çekil bakayım. Toygar elini kombinin altına soktu ve oradaki dört vanadan tek gri olanını açmaya çalışıyordu,

- Ufffffffffff, elim kayıyor dönmüyor şerefsiz vana, havluyu versene. Havluyu alıp tekrar deneyen Toygar’ın eli acımaya başlayınca bıraktı. Oğulcan dedi Toygar,
- Şu gri vanayı görüyor musun onu açacaksın, benim elim ağrıdı.
- Şu mu?
- Heee o olması lazım. Valla bir kere daha başıma geldiydi, bunu çevirince düzeldiydi diye hatırlıyorum. Yalnız yanlış vanayı çevirirsen kaloriferlerin içindeki kapkara suyu boşaltıyordu.
- Valla tek gri olan bu, budur herhalde.
- Ben de öyle sanıyorum.
- Vay bee, ben olsam bunun için servis çağırırdım haaa.
- Lan ne alakası var?
- Olm bilmeyince napacam?
- Lan internetten baksan gene bulursun.
- Valla ben çağırırdım. Oğulcan bu konuşmaları yaparken gri vanaya da tüm gücüyle asılıyordu ve çevirmeyi başardı nihayet gri vanayı. Borularda kalan hava nedeniyle gecenin bir yarısı yüksek tondan tiiiiiiii sesi çıkmaya başlayınca Toygar,
- Biraz daha aç, iyi gidiyorsun Oğulcan dedi.
- Ohh be kesildi ses. Bu sırada kombinin içine halen su basılmaya devam ederken artık kombinin içi dolduğundan kombinin vanasından su tayzikli bir şekilde banyoya akmaya başlıyordu. Toygar,
- Kapat lan vanayı kapat diye bağırdı.
- Havlu ver iyice ıslandı elim kayıyor.
- Al. Oğulcan’ın vanayı kapatmaya başladığını yüksek tondaki tiiiiiiiii sesinin gelmesiyle anlayan Toygar hala tayzikle ayaklarını ıslatan suyu endişeli gözlerle izliyordu,
- Biraz daha sıksana olm diye bağırdı yine. Su kesilmişti nihayet, kombiyi tekrar açtı Toygar. Ne yazık ki kombi yine çalışmadı. İkisinin de elleri vanayı açmaya çalışmaktan ağrıyordu. Saat gece yarısını geçmişti. Oğulcan,
- Belki de servis çağırmalıyız dedi.
- Saçmalama yaa. En kötü Berkant’a havale ederiz, o halleder.
- Hahaha
- Biz bunu böyle bırakalım. Yarın ben bunu hallederim.
- Peki.

Toygar banyodan çıkmış yatmaya hazırlanırken, ağzında diş fırçasıyla Oğulcan, Toygar’a sordu.
- Peki hiç vanayı kapatamayacağımızdan endişelenmedin mi abi, Her yeri su bassaydı filan?
- Endişelenmedim.
- Hadi canım.
- Valla daha önce de kendimi bunun gibi çaresiz hissettiğim çok zaman oldu, ama ikisi dışında hepsini hallettim.
- Hahaha.
- Birinde bilgisayarın boardunu yakmıştım. O zaman televizyon kartım vardı. Bizim anten kablosunda da biraz elektrik vardı. Ben bilgisayarın fişlerini çıkarmadan bir kart takmaya çalışıyordum. O sırada televizyon kartına takılı olan anten kablosundan boarda kıvılcım atladı, bilgisayar kendi kendine çalışmaya başladı. Ben o panikle hemen fişi çektim. Çekmesem belki o elektriği regule edebilirmiş alet ama yandı. Ondan sonra dualar ederim ki, servisteki adamlar bunun kullanıcı hatası olduğunu çakmasın da garantiden kurtarayım diye. Öğrenciyim dünyanın parası o zaman alet. İkincisinde de laptopum çalınmıştı. Ben uzun süre bana birinin şaka yaptığını, eve girip laptopu bir yerlere sakladığını falan düşündüm. Çünkü laptopun olduğu odada uyuyordum ve sabah gözlerimi açtığımda laptop yoktu yerinde. Balkon camının kırık olduğunu gördüğümde anladım ancak çalındığını.
- Hahaha, nasıl yani hırsız camı kırmış, kappıyı açmış, senin uyuduğun odaya girmiş laptopunu çalmış ve gitmiş, sen de öyle kütük gibi uyumuş musun?
- Evet aynen öyle olmuş.
- Hahahaha
- Hadi olm ben yatıyorum. Sen de git yat.
- Tamam abi.

Her ikisi de yattılar, kalktılar işe gittiler ve tekrar eve geldiler. Toygar kombiyle biraz daha uğraşmış ama çalıştırmayı becerememişti. Oğulcan gelince,
- Hallettin mi Toygar kombiyi diye sordu.
- Hayır.
- Ama, ama söz vermiştin, ben yarın hallederim diye.
- Olmuyor olm Berkant’a havale edelim bence biz bu işi.
- İyi peki.

Toygar’ın aklında kombinin çalışmaması büyük bir alan kaplamaya başladı. Nolmuşltu kombiye, neden çalışmıyordu, ya çok masraf çıkarırsaydı, ya Berkant da halledemezseydi. Ama Oğulcan’a belli etmeden o geceyi de atlattı Toygar, yarın sabah yeni bir fikirle uyandı. Gün doğmadan neler doğuyordu. Su basıncı normal olan bir kombinin çalışmaması için kombinin bozuk olması dışında bir ihtimal daha vardı. Gazın kesik olması. Toygar olamaz dedi ben tüm faturaları otomatik ödüyorum, gazımı kesmiş olamazlar. O an aklına doğalgaz faturasının kapısının tokmağına sıkıştırıldığını hatırladı. Belki de sayaçla ilgili falan bir sorun vardı, belki o kağıt fatura görünümlü ama fatura olmayan bir ihbarname filandı. Hemen kağıdı aramaya başladı Toygar. Bulduğunda kağıdın sıradan bir fatura olduğunu, gazının kesilmesiyle ilgili falan hiçbir şey belirtilmediğini gördü Toygar, ama yine de doğalgaz sayacını bulup bakacaktı. Belki biri yanlışlıkla kapamıştı vanayı, ya da mühürlenmişti sayaç. Toygar vanayı apartmanın bodrumunda sanıyordu. Kapıyı açınca hemen soldaki sayacın üzerinde İgdaş yazısını görünce sevindi, aşağıya inmek zorunda değildi. Vananın pozisyonunu karşı komşununkiyle karşılaştırdı. Farklıydı, sevindi. Hemen vanayı açtı, ve kombiyi tekrar açtı. Muslukla aralarındaki yaklaşık iki günlük soğukluk yerini ılık bir akıntıya bırakmıştı. Toygar derhal gururla Oğulcan’ı aradı:

- Ok. Oğulcan kombi tamamdır.

7 Nisan 2009 Salı

Bir İşyeri Hikayesi : Toygar Pazarlamacılara Karşı

Toygar’ın şirketi manyak sorunlarını çıkarmaya tüm hızıyla devam ediyordu. Toygar bu şirketin pazarlamacılarıyla ne zaman yolu kesişse, arızanın yakınlarda olduğunu hemen hissediveriyordu. Burunları havada pazarlamacılardan Toygar’ın tiksindiği de bir sır filan değildi. Üçbuçuk sene önce en direktör kılıklılarıyla başını belaya sokup kovulmasıyla neticelenen süreci de hatırlıyor ve ne kadar salak bir kitle ile karşı karşıya olduğunu gayet iyi biliyordu. Şirkette pazarlamanın kolunun uzanamayacağı Burcu Hanım’ın yönetiminde yeni bir görev alması gündeme geldiğinde, biraz sevinmiş, biraz da umutlanmıştı. Sonuçta başına neler geldiğini bildiği halde Burcu Hanım, Toygar’a kendi yönetimi altında bir çalışma şansı veriyorduysa, pazarlamacılardan uzak bir işle ilgileneceğini düşünmüştü. Bu düşüncesi biraz fazla iyimserdi. Çünkü pazarlamanın bulaşamayacağı bir yer esasen yoktu Toygar’ın şirketinde, hangi taşı kaldırsan altından bunlar çıkardı. Ama düşüncesinin doğru bir tarafı da vardı, pazarlamacılar Burcu Hanım’ın yönetimine gerçekten müdahale edemiyorlardı. Kısaca Toygar Burcu Hanım’ın desteğini arkasına aldığı müddetçe bir tür dokunulmazlığa sahip olacaktı. Toygar için bir diğer güzel haber de yeni yapacağı işin her ne kadar pazarlamacılarla ilgisi olsa bile en tepedeki sorumlusu Hilmi Bey’di.

Hilmi Bey, Ankara’daki fabrikanın genel müdür yardımcısıydı ama fiilen yaptığı iş kesinlikle genel müdürlüktü. Toygar o güne kadar Ankara’daki fabrikayla ilgili olarak doğrudan yönetim kurulunu ilgilendiren ortaklık yapısı, finansal konular gibi konular dışında Ankara fabrikanın genel müdürünün bir işe karıştığını duymamış, görmemiş ve hissetmemişti. Hilmi Bey ile daha ilk çalışmaya başladığı günden itibaren Toygar iyi anlaşacaklarını anlamıştı. Hilmi Bey, lafını esirgemeyen mert bir adamdı ve bir fabrika genel müdürü için son derece doğal bir biçimde pazarlamacılardan nefret ediyordu. Ama ne yazık ki pazarlamacılar doğrudan 1 numaralı patrona bağlı çalıştıklaından çoğu zaman Hlmi Bey’in de gücü pazarlamacıların salakça hareketlerine mani olmaya yetmiyordu. Yine de Toygar’ın şirketinde pazarlamacıların arkasınıdan ileri geri konuşamayacakları ender adamlardan biriydi Hilmi Bey.

Toygar’ın görevi Hilmi Bey’in ve ekibinin gerçekleştireceği yurtdışı satınalma işlemlerinin operasyonlarını takip etmek, fabrikalar, pazarlamacılar ve Burcu Hanım’ın komutasındaki finansçılar arasında gerekli koordinasyonu, bilgi akışını ve raporlamaları sağlamaktı. Ekibi bu projede ne yazık ki pazarlamacılardan oluştuğu için bir süre sonra Hilmi Bey ipin ucunu kaçırdığını anlayamayacaktı. Yaptığı satınalmaların verileri doğru ve düzgün bir şekilde Toygar’a aktarılmadığı için kısa bir sürede herşeyin tam bir keşmekeş haline geldiğini düşünüyordu Hilmi Bey. Zira Hilmi Bey’in adamlarının tuttuğu raporlarla Toygar’ın raporları birbirini tutmuyordu. Toygar görev alanında kuş uçurtmuyor, katı kurallar koyuyor ve Nuh diyor peygamber demiyordu. Bir süre sonra neredeyse herkesin bu herif kendini ne sanıyor diye söylenmelerine rağmen, hala arkasında Burcu Hanım’ın full desteği vardı. Hilmi Bey tüm bu yazışmaları çizişmeleri izliyor ve her defasında Toygar’ın haklı çıktığını görüyordu. Sonunda Burcu Hanım ve Toygar ile merkez ofiste bir toplantı talep etti Hilmi Bey. Dosyaları tekrar gözden geçirirlerken, Toygar her dosyaya çok hakim görünüyor ve aslında ortada bir keşmekeş olmadığını, böyle görünmesinin sebebinin sadece pazarlamanın adamlarının patronlarına şirin gözükmek için söyledikleri aslında 10 gün sonra yapılacak yüklemeler için gemi kalktı falan gibi saçmalıklar olduğunu toplantıdakilere gösteriyordu. Hilmi Bey, zaten daha önceki yazışmaları da izleyip Toygar’ın hep haklı çıktığını gördüğünden “Tamam” dedi, “Toygar’ın her söylediği doğruymuş, bunda mutabık mıyız?” diye toplantıya katılanlara sordu. Kimseden ses çıkmayınca Hilmi Bey kendi ekibine dönerek devam etti, “şimdi ben anlamıyorum, biz orada otuz kişiyiz, bu adam tek başına, nasıl oluyor da bizim neredeyse her dediğimize itiraz edebiliyor ve sonucunda haklı çıkabiliyor?” Kimseden cevap gelmeyince, Hilmi Bey, Toygar’a dönerek “nasıl takip edebiliyorsun sen bunu bu kadar Toygar” diye sordu. Toygar’ın cevabı basitti : “Excel kullanmayı biliyorum.” Hilmi Bey gülerek, “ha yani biz bilmiyoruz öyle mi?” diyince Toygar gülümseyerek “yorum yok” dedi.

O günden sonra Toygar o işin tek hakimiydi. Hiçbir pazarlamacı Toygar’a o günden sonra bir şey söylemeye cesaret edemedi. Sonra o proje yavaş yavaş önemini kaybetti, yitti, gitti. Mert Elit’in işten ayrılmasına kadar geçen yaklaşık iki senelik süreçte Toygar’ın yolu hiç pazarlamacılarla kesişmedi, ta ki iki hafta öncesine kadar.

Burcu Hanım, doğru düzgün hiçbir iş yapmadığı için Mert Elit’e gıcık olduğundan, neredeyse bir yıldır abuk subuk işler icat etmeye başlamıştı. Bu işlerden biri de mağazaların POS cihazlarıyla ilgili sorunların halledilmesi için ilgili bankalarla irtibatı sağlama göreviydi. Toygar, Mert Elit’in önünde pos cihazlarıyla uğraşmasını ilgiyle izliyordu, çünkü mağazaların pos cihazı talebinden, kredi kartı kampanyalarına katılmak gibi bir sürü saçma sapan işin neden bir satınalmacı tarafından yapıldığını anlamaya gerçekten imkan yoktu. Ama yine de Toygar bıyık altından gülüyordu Mert Elit’in bu beyinsizce çabalarına. Fakat ne yazık ki, Mert Elit işten ayrılınca bu salak iş de Toygar’a kalıverdi. Toygar düşündüğünde, epeydir Mert Elit’in önünde POS cihazı filan görmediğini hatırladı ve rahatladı. Fakat Ackvantage’ın yeni +6 taksit kampanyasını duyurduğu HSAK Bank’tan gelen mail biraz rahatını kaçıracak gibiydi Toygar’ın.

Toygar maili gördüğünde önce ilk refleks olarak ben bunu atlamış olsam ne olur ki diye düşündü. Zira bu iş tam bir kapalı kutuydu, içinden bir sürü saçma sapan angarya çıkabilirdi. Bilmiyordu ki, Mert Elit’in bu konuda ne iş yaptığını Toygar. O an işte Toygar’ın kahrolası vicdanı ile kendine güveni devreye girdi. “Olm” dedi kendi kendine, “taş atıp kolun yorulmuyor ki, hiç karşılıksız adamlar mağazaların cirosunu artırmaya yönelik bir kampanya yapıyorlar, hem de yazdığına göre altı üstü bir tane uyduruk form doldurup faks çekeceksin.” Toygar içinin derinliklerinden gelen “hep böyle derler, sonra bir bakmışsın bokuyla püsürüyle bir sürü saçma salak iş kalmış üzerine” sözlerini duyamadı. Maili Burcu Hanım’a iletip Ackvantage +6 Taksit kampanyası yapıyormuş, katılalım mı sorusunu sordu. Burcu Hanım hiç de kendisinden beklenmeyen bir süratle “Katılalım, detayları Gülgün Hanım ile halleder misin?” cevabını gönderdiğinde, lan bunun ne detayı olacak altı üstü bir form dolduracağız diye düşündü ama ihtiyatlı hareket etmek lazımdı. Çünkü Burcu Hanım’ın Gülgün Hanım dediği, şirketin mağazacılıkla ilgilenen pazarlama müdürlerinden sadece biriydi. Pazarlamada unvanı müdür oılanların sayısı müdür olmayanların sayısından fazla bile olabilirdi.

Toygar ilk işe başladığında, bu Gülgün ile kapıştığını hatırlıyordu. O zamanlar pazarlamanın bünyesinde çalışıyordu ve Gülgün’ün artistlik çektiği konuda Toygar sadece pazarlama direktörünün kesin talimatını uygulamaya çalışıyordu. Üzerine gelmekte olan Gülgün’ü bir aikido ustası gibi Gülgün’ün enerjisinden faydalanarak sert bir biçimde Pazarlama Direktörünün önüne gözünü kırpmadan atmıştı Toygar. Gülgün hiçbirşey elde edememişti ve bariz zarardaydı. Toygar ile münasebetlerinde bir daha fevrileşemedi. Zaten Gülgün ile ilk karşılaşmasının altı ay sonrasında Toygar başka bir bölgenin pazarlamasının işlerine bakmaya başladı ve altı ay sonra oradaki pazarlama direktörü yani 1 numaralı patronun 1 numaralı damadı tarafından kovuldu. Toygar Gülgün’e hemen Burcu Hanım’ın yazısıyla birlikte kampanya detaylarını gönderdi ve benim yapmam gereken birşey varsa söyleyin ellimden geleni yaparım diye ekledi.

Gülgün “şimdilik yok” dedi, ben bu kampanyayı mağazalarımıza duyurayım her mağaza kendi formunu kendisi doldursun göndersin, sorun yaşayan mağazalar olursa, size yönlendiririm.” Toygar, kendisine iş çıkmamasına sevinerek rahat bir nefes aldı, ertesi gün de Gülgün’den tüm mağazaları kampanya hakkında bilgilendiren yazıyı görünce, “bak” dedi kendi kendine “bir de ben bu maili atlamış olsam falan diyordun” diye kendisiyle gurur duydu. Sonra içine bir kurt düştü, “bu kadar basit olamaz” dedi, “bu kadar basit olamaz.” İhtiyat duygusuyla ve pazarlamacılara karşı kendisini muhakkak sağlama alması gerektiğinin bilinciyle Gülgün’e bir kez daha sordu: “Gülgün Hanım, benim yapmam gereken birşey yok di mi?” Yoktu, Gülgün’e göre Toygar’ın bu aşamada yapması gereken birşey yoktu. Her mağaza kendi başvurusunu kendisi yapacaktı, sorun yaşayan mağazalar Toygar’a yönlendirilecekti. Toygar ben görmeyeli bu pazarlamacılar düzelmiş olabilir mi diye düşünmeye bile başladı.

Yaklaşık bir hafta boyunca bu konuda hiçbir sorun bildirimi de yapılmayınca, Toygar gerçekten bu işten ucuz kurtulduğunu düşündü ve rutin işlerine kanalize oldu, ta ki düne kadar. Sabah Gülgün’den ilk mail geldi. Bartın’da bir mağaza +6 taksit yapamıyordu. “Allahın Bartın’ında” diye düşündü Toygar “pos cihazını kullanmayı beceremeyen bir salak mağaza yetkilisinin sorununu da ben çözerim nolacak”, iyi niyetliydi. Hemen kampanyayı bildiren banka yetkilisine durumu izah eden bir mail gönderdi. Bir birbuçuk saat sonra gelen ikinci mail ise Toygar’ı düşündürtüyordu. Kendi binalarının altındaki mağaza da aynı sorunu yaşıyordu. Formu doldurup verilen faks numarasına göndermelerine rağmen +6 taksit uygulamasından yararlanamamışlardı Gülgün’ün mailinde yazanlara göre. Peki formun altında yazan detay bilgi için üye işyerleri provizyon hattı 444HSAK’ı aramışlar mıydı? Toygar Gülgün’e cevaben aşağıdaki cevabını yazdı.

“Gülgün Hanım,

Ben bu şikayetleri bankaya bildiririm, benim için hiç sorun değil, ama bence bunu bu şekilde çözemeyiz. Bence firmalar sorun çıktığında HSAK’ın “444 HSAK no.lu Üye İşyeri ve Provizyon Destek Hattı”nı arayarak sorunlarını halletmeliler. Aksi taktirde 100 kişi sorun var derse, tek tek ilgilenmek durumunda kalırız, hem çözmemiz çok uzun sürer, hem de bence akıllıca olmaz. Bankanın bu tip problemlerle ilgilesinler diye kurduğu bir telefon hattı var sonuçta. Yine de siz bilirsiniz. Sonuçta isterseniz ben kampanyayı bize gönderen banka yetkilisine bu şikayetleri gönderirim, gerekirse ararım ama en iyi ihtimalle POS cihazı kullanmayı yeterince beceremeyen mağaza çalışanlarıyla uğraşırız diye düşünüyorum.

Saygılarımızla,

Toygar Lodosoğlu”

Toygar’ın işten kaçmadığını, ama salak da olmadığını özellikle vurgulayan, patronun Gülgün olduğunu açıkça ifade eden ultra uyumlu, süper kibar cevabı gerçekten etkileyiciydi. Çünkü o an Toygar’ın kalbinin pompaladığı kanın debisi yükselmiş, damarlarından taşıp beynine sıçramak üzereydi. Toygar metin olmalı, vakarını bozmamalıydı. Hemen aşağıdaki sorun yaşayan mağazaya gitti. İşte Birce’yle orada ilk defa konuştu.

Birce’yi Toygar simaen tanıyordu, sonuçta aynı binada çalışıyorlardı. Birce zaman zaman Burcu Hanım’ın yanına gelip birşeyler anlatıyordu. Unvanı mağaza müdürüydü, altında beş tane adam çalıştırıyordu ve genç yaşında bunları başarmıştı. Yirmibeş bilemedin yirmisekiz yaşındaydı. İşte Birce’nin yürüyüşünden bakışına, konuşmalarından tavırlarına kadar her yere sirayet etmiş özgüvenini anlaması için Toygar’ın Birce ile konuşmasına gerek yoktu. Birce’nin muhtaç olduğu ego, damarlarındaki pazarlamacı kanda mevcuttu.

Toygar insanlara ilişkin sezgilerine güvenirdi. Genellikle tanımadığı birini ilk gördüğünde, konuşmasından, kılığından kıyafetinden, tavırlarından, saçından başından Toygar beyninde o kişi ile ilgili bir şablon oluşturur, yaşantıyla gelen verileri de o şablonun içini doldurarak dinamik bir analiz ortaya koyardı. Şimdiye kadar Toygar’ın ilk belirlediği şablonla, yaşanan uzun zamanların sonunda kafasında oluşturduğu kişi profili arasında dramatik farklar olduğu hiç görülmemişti. Bunun bir sebebi Toygar’ın kuvvetli sezgileriyse, diğer bir sebebi de yaşantıların sonucunda gelen veriyi işine geldiği gibi işleyebilme yeteneğiydi. Yani mesela Toygar’ın bundan bir cacık olmaz dediği hıyar, dev bir yazılım şirketinin sahibi olduysa, “ben ona zengin olamaz demedim ki, cacık olamaz dedim” der çıkardı işin içinden.

Birce’nin yanına indiğinde Toygar en vakur haliyle bir miktar da salağa yatarak sordu.
- Merhaba, Ackvantage’ın +6 taksit kampanyasında sorun varmış.
- Evet. Müşterime de söz vermiştim, yapamadığım taksitler için ekstra indirim yapmak zorunda kaldım.
- Peki 444 HSAK’ı aradınız mı?
- Hayır aramadık.
- Neden ?
- Daha önce Mert Elit kendisi hallediyordu bu işleri.
- E peki siz form gönderdiniz mi?
- Hayır.
- Neden ?
- Kampanyayla artık kim ilgileniyorsa o gönderecek formu.
- E peki size Gülgün Hanım’dan gelen yazı gelmedi mi?
- Geldi.
- O yazıda açıkça her mağazanın kendi başvurusunu kendisinin yapması gerektiği belirtiliyordu.
- Franchise mağazalar içindi o yazı, biz merkez mağazayız.
- Franchise mağazalar içindiyse o yazı sizce neden size de gönderildi ?
- Bilgi amaçlı.
- Peki sizin mail adresiniz mailin kime kısmında mıydı, yoksa bilgi kısmında mı?
- Bilmem dikkat etmedim.

Toygar o an tüm benliğiyle upuzun çayırlarda yalınayak koşmak istedi, saçları rüzgara konuk, yüzü dağlara dönük. Göğsünün çeperini Birce ile sınayan esaretten uzaklarda Anadolu’da bir köy mezarlığında bir çınar gölgesine gömülmeyi istedi. “Başka sorum yok sayın yargıç” bile diyemeden korktuklarının bir bir başına geleceğine inandı ofisine dönerken. Yol boyunca “salak bunlar ya gerizekalı” diye kendi kendine hiddet krizleri geçiriyordu. En sonunda durumu Burcu Hanım ile konuşması gerektiğine karar verdi ve Burcu Hanım’ın odasına gitti. “Valla Burcu Hanım böyle uyduruk bir sorunla buraya gelmeyi gerçekten istemezdim ama Ackvantage +6 taksit kampanyası iyice saçmalamaya başladı” girizgahını Burcu Hanım “okuyorum yazışmaları” cevabı ile karşıladı ve Toygar mailde yazdıklarını tekrar etmeye başladı. Aklına sorunu yaratabilecek olasılığıa sahip etkenler geldikçe köpürüyor ve saymaya başlıyordu. “Yani” dedi, Toygar söylediklerini toparlayarak, “mağaza formu doldurmamış olabilir, mağaza formu fakslamamış olabilir, banka formu kaybetmiş olabilir, mağaza pos cihazını doğru düzgün kullanamıyor olabilir ya da bunların dışında temel bir teknik ya da finansal sorun olabilir ve mesela tüm bu form geldi mi, gitti mi, ama biz formu gönderdik, ama biz almadık, pos cihazınızın enter tuşuna bastınız mı dialoglarının içinde beni 100 sorunlu mağazayla uğraşırken düşünebiliyor musunuz Burcu Hanım?” Burcu Hanım, gülümseyince Toygar devam etti: “Temel bir teknik ya da finansal sorun olmadıkça bence kendi başlarının çaresine baksınlar, kaldı ki, Gülgün’ün mailine göre bizim aşağıdaki mağaza da formu gönderdiği halde aynı sorunları yaşıyormuş. Ben gittim sordum aşağıdakilere, form filan göndermediklerini söylediler. Niye dedim, biz merkez mağazayız dediler.” “E tamam Gülgün yine şişirmiş işi” dedi Burcu Hanım, “sen en azından bizim mağazanın işini çöz de diğer mağazalardan şikayetler artarsa haklısın dediğin gibi yapalım.”

Toygar masasına döndüğünde Gülgün’ün attığı maile cevap verdiğini gördü:

“Toygar Bey, daha önce de mağazaların bireysel problemleri oluyor ve HSAK danışma hattı aracılığıyla çözemedikleri için bize dönüş yapıyorlardı. Mert Elit, bu tarzdaki sorunları mağazanın iletişim bilgileri ve POS numarası ya da Üye İşyeri numarasını direk alarak çözüme kavuşturuyordu. Mağazalarımıza hızlı servis olanağı sağlamak için bu tipteki desteği vermemizin doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz merkez aracılığı ile Şimdiye kadar hep daha çabuk çözümlemeler yaptık.

Değerlendirmenize sunarım.”

Kibarlığa hayrandı Toygar, aslında Gülgün “ben anlamam, eşek gibi ya da en kötü Mert Elit gibi çözeceksin bu işleri” diyordu. Cevap vermek yerine “salak bunlar ya gerizekalı” diye kendi kendine geçirdiği hiddet krizlerine devam etmeyi tercih etti. Bu arada da formlarda doldurulması istenen üye işyeri numarası ya da ticari hesap numarası gibi kendi çalıştığı mağazadan bile kolayca elde edemeyeceği bilgilerin peşinde sağa sola mail yağdırıyordu. Uzun çabalarının sonunda tüm verileri toplayıp faks makinesinin karşısına geçtiğinde mesai saati bitmek üzereydi.

Formu faks makinesine koydu, formun üstünde belirtilen faks numarasını tuşladı ve faksın sesini sabırsızca dinlemeye başladı. 2/4 aksak ritm çalıyordu telefon. Tam “aman allahım bitirmeye bu kadar yaklaşmışken, bana bunu mu reva gördün” isyanına başlayacakken, gülümsedi. Formdaki faks numarasını aynen tuşlamıştı. Oysa kendisi de HSAK da İstanbul’un aynı yakasında olduğundan 0 212 çevirmemesi gerekiyordu. “Sağol Allahım sağol” diye 0 212’den arındırılmış faks numarasını tekrar tuşladı faksa. Telefon defalarca çalmasına rağmen karşıdaki faks cevap vermiyordu. Bir daha denedi, bir daha, ve bir daha...

3 Nisan 2009 Cuma

Ben Çocukken Mim Diye Bir Şey Yoktu

Çakma Melek boyuna posuna bakmadan, benim boyuma posuma bakmadan, ya da bilmiyorum belki de bakmıştır, bana mim göndermiş sevgili okur. Hoş takip edebildiğim kadarıyla kendisi zaten ismi cismi belli 5 6 okurumdan birisi gibi gözüküyor. Yani ortada bir nevi kimi kime şikayet ediyorsun durumu var ama napalım maksat gerginlik yaratalım ortalığı kızıştıralım. Hiç çiğ etle pişmiş et bir olur mu sevgili okur. Olmaz tabii.

Çocukluğumu anlatacakmışım efendim. Çocukluğumu anlatmayı bitireceğim cümleyi şimdiden söylemek istiyorum: “Ben çocukken mim diye bir şey yoktu.”

Hikayeye en başından başlamak icap ediyor sanırım. 1977 yılının 27 Haziranında efendim öğlen saatlerinde hastanede bağıran bir kadın varmış. Bu kadının karnı olması gerektiğinden bayağı bir şişkinceymiş. Herkes nedense bu kadına “karnın burnunda zaten kızım bırak o işi ben yaparım” diye kızıyormuş. İşte karnı burnunda kadın hastane yatağında bağırıp dururken ben de “ya ne diye bağırıyor bu kadın kulağım patladı” diye düşünerek asabi ve meraklı bir biçimde böyle yumuş yumuş, vıcık vıcık bir yerden kafamı dışarı çıkarıp “ne bağırıyon kadın, ne var” diye bağırmaya heveslenirken beyaz önlüklü bir şahıs ayağımdan beni tuttuğu gibi kafa üstü havada sallamaya başlamasın mı? Ben bebek diliyle “noluyor lan, erkeksen bırak ayağımı da göstereyim ebeninkini” diye şiddetle bağırmaya başlamışım. O da korkmuş olacak ki, hemen beni beyaz bir örtüye sararak yüzüme gülümseyip “geçti geçti” falan gibi bir şeyler gevelemeye başlamış. “Ne geçti lan şerefsiz, ne geçti” diye herife bağıramadan beni anneme vermiş: “Gözünüz aydın, nur topu gibi bir oğlunuz oldu.”

“Top senin babandır lan eşşoğleşşek” diye beyaz önlüklü şahsa çemkirmeye çalışırken içinden çıktığım Fatma Girik kılıklı mavi gözlü kadın beni kucağına almış. Allahım bugün gibi hatırlıyorum, öyle sıcaktı ki bakışları ve öyle güzel kokuyordu ki, benim bütün asabiyetim geçti gitti. Fakat beyaz önlüklü şerefsiz beni oradan da alıp bir sürü salak bebenin yattığı bir odaya yalnız başıma yatırmaya kalkınca şerefsizin koluna bir hamle yapıp ısırmaya çabaladım. Fakat ne yazık ki full aksesuar değildim, altı ay sonra diş aksesuarımı modifiye ettirebildim konfigürasyonuma. Ben o ne dedikleri anlaşılmayan bir sürü bebenin arasında mal mal yatarken sarılık denen mikrobu kapmışım adi bebelerin birinden. Gül gibi sararıp solduğumu gören beyaz önlüklü şahıs beni küvez dedikleri solaryum kılıklı aletin içine tıktı. Fakat benim sararmalarım sürdü. Beyaz önlüklü şahsın zamanın herşeyin ilacı olduğuna inancı tamdı ve mavi gözlü kadına “birşey olmaz yaa biraz daha yatsın birşeyciği kalmaz orda” dedi. “Lan şerefsiz beni mavi gözlü kadından ayırdın birinci eşeklik, bu salak bebelerin arasına yatırdın ikinci eşeklik, şimdi de zamana güveniyorsun üçüncü eşeklik, bu kadar mı eşek olur bir insan yaw” diye ben yeri göğü inletirken, beyaz önlüklü şahıs sarılığımda bir düzelme olmadığını ertesi sabah beni baygın gördüğünde ancak anlayabildi. O gün kanımı tamamen değiştirmişler ve o gün bugündür mavi gözlü kadının sadece genlerini taşıyorum, kanını değil. Tüm kanım değişmiş olmasına rağmen sarılık mikrobu vücudumu terketmeyince Ankara’ya sevk etmiş beni beyaz önlüklü şahıs. Ben baygındım hatırlamıyorum. Sonuç, beyinde kalıcı hasar.

Beyaz önlüklü şahıslar silsilesi muayene edip durdu beni sonraları. Kimisi dedi gerizekalısın sen, kimisi dedi konuşamayabilir hatta yürüyemeyebilirsin. Mavi gözlü kadın bu cevapları beğenmedikçe yeni beyaz önlüklüler gördüm ben. En son bir tanesi dedi ki, “merak etme yürürsün de, konuşursun da, zekan da gayet normal sadece beynin motor hareketlerini kontrol eden yerinde bir hasar var. Yani Gabriel “Sylar” Gray gibi saat tamircisi olamayacaksın ama Peter Petrelli olmanın önünde de bir engel yok.” Ben de dedim ki, “yemişim Sylar’ı, o zaten kötü adam, yaşasın Peter.

Üç aylıkken ilk defa denizi gördüm, yüzdüm. Altı aylıkken yeni bir apartmana taşındık. Apartmanın adı yoktu, komşuların benin çok tatlı bulmaları üzerine benim adım apartmanın adı oldu. Bir buçuk yaşımda yürüdüm, iki yaşımda konuştum. Mavi gözlü kadın abimin aksine kravat gibi zor kelimeleri bile bir çırpıda doğru bir biçimde söylediğimi duyunca çok sevindi. Tonla zeka testinden geçtim, dilim dört yaşıma kadar sola hareket etmedi. Bununla ilgili mavi gözlü kadınla beraber tonla egzersiz yaptım. Uzun saçlarım vardı çocukken ve şimdikinin aksine tombiş yanaklarım. 1982 dünya kupası sırasında Maradona’nın saçları benim saçlarıma çok benziyordu. Bu nedenle mahallede top oynarken bana Maradona dediler. Oysa ben kaleci olup sağa sola atlayp kurtardığım toplarla kahraman olmak isterdim. Yine o günlerde patlamış mısır yerken patlamamış bir mısır tanesini kulağıma soktum ve o mısırı oradan ancak bir beyaz önlüklü şahıs gecenin bir yarısı çıkarabildi.

Aynı apartmanda oturan anneannemler ve bizim evden sonra, kapıcımızın evi benim üçüncü evimdi. Kapıcımızı da kapıcımızın çocuklarını da çok severdim. Hatta öyle ki, kapıcı evinin kapısında kilit yoktu ve ben pat diye sessizce oturma odalarında belirdiğimde kimse bu durumu yadırgamıyordu. Apartmanın arka bahçesinde toprakla oynamayı çok seviyordum o zamanlar. Hatta Ankara’dan bir keresinde babaannemle dedem geldiğinde beni toprakla oynarken görmüşler, “Seliiim biz geldik” demişler. Verdiğim cevap bir efsane gibi dilden dile dolaştı ve halen anlatılır baba tarafından akrabalarım arasında: “Nöğrek”

Yazları deniz kenarına giderdik mavi gözlü kadınla. Apartman komşularımızdan rahmetli Necati Amca’nın da aynı yazlıkta evleri vardı. Yazlıkta daha önce hiç görmediğim kurbağaları merakla incelerken bir gün Necati Amca’ya sorduğum soru apartmanda uzun yıllar anlatıldı: “Necati Amca, bu kurbağalar tuvaletlerini nereye yapıyorlar?”

Beş yaşımda anaokulunda bindiğim salıncağın zinciri koptu, başım yarıldı. Altı yaşımdayken abim İstiklal Marşının on kıtasını ezberlemeye çalışırken ben ondan önce ezberledim. Anaokulunun müsameresinde ezberden istiklal marşının on kıtasını okudum. En sevdiğim şarkıcılar Erol Evgin ile Barış Manço idi. Akşamları abimle beraber zorla yatağa gönderildiğimizde sevdiğimiz şarkıcıların şarkılarını söyleyip, birbirimize fıkralar anlattığımız “Konuşma Kumarhanesi” adlı bir radyo programı yapıyorduk.

Altı buçuk yaşımda eve en yakın ilkokula kayıt olmak için gittiğimde, okulun müdürü bu çocuk okuyamaz dedi. Mavi gözlü kadının elinden müdürü zor aldık. Bu defa müdür canını kurtarmak için kendisi zeka testi yapmayı kabul etti. Test basitti, geçtim, ilkolkula kayıt oldum. Sınıfta okumayı ilk öğrenen birkaç kişiden biri bendim. Ama yazım berbattı, hala da berbat. Öğretmenim çok uğraştı, ama ben kalemi asla onun istediği gibi tutmadım, tutamadım. Ama öğretmenmin stediği gibi gibi kalem tutamasam ve her ne kadar abime inat Real Madrid taraftarı ve Emilyo Butraguenyo hayranı olsam da Juventus’un kadrosunu ezbere biliyordum:

1. Zof
2. Centile
3. Bonini
4. Karboni
5. Brio
6. Şrea
7. Bettaga
8. Tardelli
9. Rossi
10 Platini
11. Boniyek

Yedi yaşımda sünnet olurken yeni bir efsane olaya daha imzamı attım ve sünnetçinin üstüne işedim. Ama işte etme bulma dünyası, sünnetten sonra yara iltihap kaptı. Abim ertesi gün koşup oynamaya başlarken benim onbeş gün boyunca acılar içinde çişimi yapıyor olmam bu hayatın bana attığı en büyük kazıklardan biriydi. Ama yine de sünnetin iyi bir tarafı vardı. Necati Amca’nın İngiltere’de okuyan oğlu Ümit Abi bir kocaman poşet dolusu bilye getirmişti İngiltere’den. Türkiye’de kesinlikle olmayan renklerde ve ebatlarda şahane bilyalardı onlar, ütülmeye kıyamazdınız. Yine de abimle bu bilyaların bazılarını arka bahçedeki apartmanın diğer çocuklarına balkondan atıp, onların bilyaları kapışmalarını keyifle izlerdik. Nezaketsiz bir biçimde de olsa bilyaları arkadaşlarımızla paylaşıyorduk.

Ramazan ayı o zamanlar yaz aylarına geliyordu ve biz çocuklar için mükemmel bir aydı. Teravih namazına gidiyoruz ayağına akşamları dışarı çıkıp, kız kovalayan, füze, bomba gibi yanıcı patlayıcı malzemeler kullanıp eğleniyorduk.

Sekiz yaşında babamın aldığı bisikleti kapıda gördüğümde acayip sevinmiştim. Babam hala o kadar sevineceğini bilseydim daha önce alırdım o bisikleti der. Kapıcımızın çocuklarıyla beraber bisiklet sürmeyi öğrendiğimiz bisikletti o. Onlar olmasa öğrenemeyebilirdim.

En sevdiğim meyve muzdu, fakat ben yemeyi abarttığımdan vücudumda alerjik kızarıklıklar oluşuyor ve fena kaşınıyordu. Mavi gözlü kadın bu sebeple bana yalan söylerdi. “Selim” derdi, “muz Türkiye’de satılmıyor artık, hükümet muz ithalatını yasakladı.” Sonra ben karşı komşumuzun evindeki bir apartman oturmasnda tabaktaki muzu gördüğüm anda gözlerimin parladığını gören mavi gözlü kadın hemen olaya müdahale ederek, “Selim, Kamil amcan Libya’da çalışıyor ya, oradan getirmiş gelirken” dedi. 80’li yılların müteahhitlerinin Libya’da çatır çatır inşaat işleri yaptığı günlerdi. Kamil Amca da bir müteahhitin mühendisi olarak gidiyordu Libya’ya. Uzun yıllar boyunca yaptıkları inşaatların paralarını alamayacaklarını müteahhitler bilmiyordu.

İlkokulda beş yıl boyunca tüm derslerim Pekiyi oldu. Sınıf arkadaşlarım bana profesör diyorlardı. Ama 23 Nisanlarda okulun bando takımında trampet çalarak boy gösteremedim hiç. Oysa ta tatte tatefeta tatefetatte tatefe ta diye bütün ritmlerini biliyordum. Beşinci sınıfa başlarken kendime ait özel bir odam oldu ve okulu bitirdiğimde Anadolu Lisesi sınavını kazanan sınıfımdan tek kişiydim, tüm okulda da dört kişiden biri.

Ben çocukken matematik vardı, ders vardı, ödev vardı, futbol vardı, şarkılar vardı, gazete vardı, televizyon vardı, ama mim diye bir şey yoktu.

Şimdi bu mimi paslamak istediğim bir kaç kişi var aslında ama dilerlerse rapor getirip mimlerden muaf da olabilirler. Evet Mehmet Hayri Zan, Shadowboxer ve Medea Cezire mimlisiniz. :)

2 Nisan 2009 Perşembe

Bir İşyeri Hikayesi : Toygar Yılışık Alim ile Burcu Hanım arasında

Mert Elit işten ayrıldıktan sonra Toygar Lodosoğlu mecburen Alim Çelikkan’ın işleri ile de uğraşmaya başlamıştı. Alim Çelikkan’ın satış yöneticisi olduğu Avrupalı firma, Toygar’ın şirketinin en büyük ve en eski tedarikçilerinden biriydi. Bunca yıldır satış yaptığı bir firma ile envai çeşit sorunlar yaşamış ve bir biçimde hepsinin üstesinden gelebilmiş olmanın rahatlığıyla Alim Çelikkan klasik satışçı – satınalmacı davranış kalıplarını Toygar’ın şirketinde terkedeli çok olmuştu. Toygar’ın müdürü Burcu Hanım ile de fazlasıyla gayri resmi bir diyalogu vardı. Toygar da işleriyle uğraşmazken Alim Çelikkan’ın fazlasıyla yılışık biri olduğunu düşünürdü zaten ve pek de haksız sayılmazdı.

Alim Çelikkan 45-50 yaşlarında birkaç dil bilen ve Avrupa’da yönetici olarak çalışan bir Beyaz Türk’tü. Hali vakti yerinde, gelecek kaygılarını çoktan unutmuş, yılın en az yarısını evinden uzakta, Avrupa’nın hatta zaman zaman Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde geçiren, elindeki PDA ile cep telefonu arası bir cihaz sayesinde her yerdeyken işlerini yürütebilen yeni nesil Batı tipi yönetici modelinin tipik bir örneğiydi. Toygar’a göre atipik olan tek yönü ise yılışık tavırlarıydı.

Toygar, Mert Elit işten ayrıldığı anda bu yılışık adamla ne halt edeceği konusunda bir endişeye kapılmış, ama sonra “amaaan Alim’den mi korkacaksın, bu işi Mert Elit’ten daha kötü yapman mümkün değil nasıl olsa” diyerek tüm endişelerini bir kenara atıp işlere konsantre olmaya başlamıştı. Toygar’ın ilk hedefi mevcut durumun ne olduğunu tespit etmekti. Gümrükteki ve yoldaki yüklemelerin dosyalarını incelemeye başladı önce ve siparişleri etkin bir biçimde takip edebilmek için Access programına gerekli verileri girmeye başladı. Access veritabanını daha önce Çin’e verilen çok çeşitli siparişleri takip edebilmek için kendisi tamamen kendi ihtiyaçlarına göre dizayn etmişti Toygar ve yer yer de bu işi abartmış, normalde muhasebenin tutması gereken bilgileri de tutmaya başlamıştı. Kısaca elindeki veritabanı Alim Çelikkan’ın işlerini takip etmek için fazlasıyla yeterliydi.

Toygar verileri veritabanına girerken İnci kodlu malın hem 2.85 USD hem de 3.00 USD fiyatından faturalarda yer aldığını görmüş ama bunu çok da önemsememişti. Eski siparişin bakiyesi yüksek fiyattan, yeni siparişten yüklenen mallar ise düşük fiyattan yükleniyor olmalıydı. Uzun süredir ticaret yapan firmalarda siparişler arasında fiyat değişmeleri çok olağandı. Bu değişimler, ekonomik şartlardaki değişimlerden kaynaklanacağı gibi, birbirlerinden vazgeçemeyeceklerini bilen iki firmanın sırayla birbirlerine verdikleri tavizlerden de kaynaklanırdı. Toygar gidip de Mert Elit’in saçma sapan proformalar klasöründen onaylanmış proformalar ile faturaların fiyatlarını karşılaştırmaya gerek duymadı. Gerek duysaydı da bunu yapabileceğinden çok emin değildi, zira tüm proformaların o klasörde doğru düzgün dosyalandığını sanmıyordu. Zaten bu işin zamanında Mert Elit tarafından yapılmış olması gerekiyordu. Toygar proformaları adam gibi klasöre koyduğunu sanmadığı birinin faturalarla proformaları miktar ve fiyat bakımından düzgünce kontrol ettiğini düşünmenin çelişkilerine aldırmadan Mert Elit’in bu işi düzgünce yaptığını varsaydı. Böylelikle Toygar kendi uydurduğu eski siparişlerin fiyatları yüksek yenilerininkiler düşüktür hikayesine tüm benliğiyle inanmaya başladı. Bir süre sonra gözünü kırpmadan bundan adı gibi emin olduğunu söylemesi işten bile değildi.

Bu arada Burcu Hanım ile “Yılışık Alim” arasında sözlü geçen fiyat pazarlıklarında odada bulunmadığından ve kendisine bu konuda doğru düzgün veri aktarımı yapılmadığı için Toygar’ın fiyatların güncel durumundan da çok fazla haberi yoktu. Nihayet Alim Çelikkan’a yeni bir sipariş verilmesi gereken an geldiğinde, Toygar basitçe taleplerini bildirdi ve proforma fatura talep etti. Nasıl olsa proforma faturayı Burcu Hanım imzalıyordu, fiyatlara da baksındı bir zahmet proformaları imzalarken.

Toygar gelen proformayı alıp onaylatmak üzere Burcu Hanım’ın yanına gitti. Burcu Hanım elindeki kalemle Gece kodlu ürünün 3.40 olan fiyatının üstünü çizdi, yanına 3.30 yazdı ve proformayı imzaladı. Toygar kendisinin bulunmadığı görüşmeler sırasında bunun karara bağlanmış ama Alim’in salak memuru Gabriella’nın bunu unuttuğunu ya da Alim’in sağa sola yılışıklık yaparken, bunu salak Gabriella’ya söylemediğini düşündü. Proformayı aynen Burcu hanım'ın imzaladığı şekliyle Alim Çelikkan’a gönderdi. Alim Çelikkan, Burcu Hanım’ın elindeki tükenmez kalemle kolayca 3.30 yaptığı fiyatın kesinlikle mümkün olmayacağını, zaten hammadde fiyatlarının yükselmekte olduğunu ve gönderdiği proformanın aynen onaylanmaması halinde siparişi üretime alamayacaklarını telefonda Toygar’a bildirdi.

Toygar neden hep bu ortada sıçan pozisyonunda kaldığını düşünürken, isteksizce ortadaki sıçanlık vazifesini ifa etmek için Burcu Hanım’ın odasına doğru yola koyuldu. Burcu Hanım’ın odasına girdiğinde, kısaca “Alim Bey Gece kodlu ürünün 3.30’a düşürdüğünüz fiyatını kabul etmiyor” dedi. Burcu Hanım, tamam ben konuşurum cevabın verdi ve bunun üzerine Toygar tekrar masasına dönerken, en az bir hafta boyunca Alim Çelikkan’ın sürekli “proformayı onaylayıp niye göndermiyorsunuz” diyerek kendisini taciz edeceğine emindi. Her seferinde söyleyeceği “Burcu hanım sizle görüşecekti, görüşmedi mi Alim Bey?.... Tamam Alim Bey ben Burcu Hanım’a tekrar hatırlatırım…. Alim Bey Burcu hanım ile dün telefonda konuştuysanız bu konuyu niye söylemediniz kendisine?.... Tamam Alim Bey anladım… Size de iyi günler.” sözlerini kendi sesimle bilgisayara kaydetsem de hiç çenemi yormasam diye fantezi dünyasında bir gezintiye çıkmıştı Toygar.

Olaylar tam Toygar’ın beklediği şekilde gerçekleşti ve yaklaşık bir hafta sonra bir Cuma akşamı Alim Çelikkan’dan gelen mailde Toygar’a proformayı onaylayıp göndermiyorlarsa, malı üretime aldıramayacağını, o zaman da verdikleri termin sürelerinin geçersiz olacağını bildirmişti. Bunun üzerine Toygar, cevaben Burcu Hanım’ın şehir dışında olduğunu, mala fabrikanın ihtiyacı olduğunu, fiyat konusunda nasıl olsa anlaşacaklarını dolayısıyla malı ürettirmesini talep eden bir yazı yazdı. Beş dakika sonra aldığı cevap hoşuna gitti Toygar’ın: “Anlaşamazsak farkı sen ödeyecek misin Toygar Bey?”

Toygar bir Cuma günü işteki son dakkalarını geçirirken gelen bu maile doğal olarak cevap yazmadı. Malın üretim programına alınacağına emindi. Ertesi hafta Alim Çelikkan, Burcu Hanım ile görüşmek için Toygar’ın şirketine geldi. Burcu hanım ile görüşmesinin ardından Alim Çelikkan veda ederken Toygar Gece kodlu ürünün fiyatını hallettiniz mi diye sordu. Burcu Hanım da Yılışık Alim de sırıtarak hallettik dediler.

Yaklaşık on gün sonra Gece kodlu ürün yüklendi ve faturası salak Gabriella aracılığıyla Toygar’a geldi. Fiyat 3.40 idi. Toygar Burcu hanım’ın yanına gitti ve “siz Gece kodlu ürün için 3.30’luk fiyatı Alim Bey’e kabul ettirmiştiniz di mi Burcu Hanım?” diye sordu. “Eveeeet” diyen Burcu Hanım’a bu defa “o zaman niye bunlar 3.40’a fatura kesiyorlar?” sorusunu patlattı Toygar. “Ben konuşur hallederim” dedi Burcu Hanım, Toygar’ın inanmaz bakışlarına aldırmadan. Toygar artık günahın kendinden gittiğini yüz kere söylediğini falan düşünürken en sonunda “amaaaan bana ne yaw” diye çıktı işin içinden. Fatura da değişmedi.

Burcu Hanım bu arada İnci kodlu ürünün ödemesini onaylarken gözünün faturaya takılmasının hemen akabinde “nee İnci üç dolar mı?” sesi Toygar’ın kulaklarını çınlattı. Toygar kendi uydurup da inandığı hikayeyi sanki dünyanın en hakim olduğu konusu buymuşçasına eski siparişler yüksek fiyattan, yeni siparişler düşük fiyattan diye anlatırken Burcu Hanım “yaw olur mu, hepsinin 2.85 olması lazım, bunu nasıl atlarsınız, ben yakalamasam ki, yakalayamadığım bir sürü şey vardır, Alim bizi tıkır tıkır işleyecekti” ile başlayan “iyice boşladınız işleri siz” ile devam eden Toygar’ın cılız çıkan “ama ama Mert Elit” seslerini yok sayan hararetli bir fırça seansının sonunda “üç dolarlık bütün İnci faturalarını bul ve birim başına onbeş cent iskonto talep et çabuk.” talimatıyla Toygar’ı gönderdi. Toygar hala kendi uydurduğu hikayenin doğru olduğunu, bu talebi yılışık Alim’e yazdığında, “hiç olur mu Toygar Bey, eski siparişler yüksek fiyattan yenileri düşük fiyattan” cevabını alacağını düşünüyordu. Yine de yazdı Toygar talebini Alim’e.

Ertesi sabah Toygar Yılışık Alim’den gelen “haklısınız, bizim Gabriella’nın hatası, iskonto talebinizi kabul ediyoruz” diyen mail ile güne başladı. Toygar gerçekten şaşırmıştı, beklemiyordu böyle bir cevabı. İnandığı hikayeyi tamamen kendisinin uydurmuş olduğunu farketmesi de uzun sürmedi. Kendi kendine “Allahtan bu konuda artistlik yapmamışım haaa” diye düşündü. Bundan sonra yılışık Alim’in söylediklerine boşverip Burcu Hanım’ın söylediklerinin gerçekleşmesi için canını dişine takacaktı.

Öğleden sonra Gece kodlu ürünün yüklemesinin fatuırası ulaştı Toygar’ın eline. Fiyat 3.40 idi. Toygar artık sertleşmeye karar vermişti. Hemen bir yazı yazdı:

“Alim Bey,

140143 ve 140107 nolu faturalarda gece kodlu ürünün fiyatı 3,40 USD. Her iki faturanın 3,30 USD fiyattan yeniden düzenlenmesini, veya 140143 nolu faturanın 3,23 USD fiyattan düzenlenmesini rica ederiz. Her iki durumda da Gece kodlu ürüne ilişkin iki faturanın fiyat ortalaması 3,30'a geliyor.

Saygılarımızla,

Toygar Lodosoğlu”

Yılışık Alim’in cevabı gecikmedi:

“Toygar bey,
Sen hic dayak yedinmi??? Ben senin abin sayilirim......
Iyi calismalar / aç”

Toygar gülümsedi kendi kendine ve içinden bunu sen istedin Yılışık Alim diye geçirerek son darbeyi vurdu.

“Alim Bey,

Aslında ömrüm boyunca çok kaşındım ama bebeyken abimden yediğim dayakları saymazsak dayak yemedim, ama sayı saymayı biliyorum. Ayrıca şunu da bilmenizi isterim ki benim pozisyonumda olan birisi için dayak kaçınılmaz. Bu fiyat 3.40 olarak kalsa Burcu Hanım’dan, 3.30 olarak kalsa sizden dayak yiyeceğim. O halde kimin dayağını yemeyi seçme şansım var demektir. Gururla söylüyorum ki, Burcu Hanım yerine sizden dayak yemeyi tercih ederim.

Saygılarımızla,

Toygar Lodosoğlu”

Bu defa Yılışık Alim’den gelen cevap Toygar için kötü çalıştığı şirket için iyiydi:

“Toygar bey,
Seni zevkle döverim üstüne de 10 sent iskontonu yaparım. Haftaya görüşürüz.
Iyi calismalar / aç”

1 Nisan 2009 Çarşamba

Bir Deli Saçması: Batının İktidarı – Doğunun uyumu

Kaygan bir zemin artık hayat, yani kayıp da düşsek bile acaba düştük mü, neye göre, kime göre düştük, nereye düştük, deniz seviyesine göre hala yukarlarda olacağımıza göre eksi değerlere geçmedik, düşmek nedir lan diye türlü sorular, türlü şüpheler sarıyor dört bir tarafımızı. Sağlam bulup da herşeye referans alacağımız kutup yıldızları birer birer sönüyor. Sönmezlerse bu sefer çoğalıyorlar. Her halükarda tek ve sağlam kalamıyor hiçkimse, hiçbiryer, hiçbirşey.

Bu kaygan zeminde tepkiler de değişiyor, kmisi kaymamayı amaç edinip herşeyi ölçülebilir sayılarla tanımlamaya kalkıyor. Örneğin adam elmaya elma diyebilmek için elmayı elma yaptığını sandığı ölçülebilir herşeyi standartlara bağlamaya çalışıyor. Bu türden adamlar feci çalışkan oluyorlar. Zira ben elmayı ölçülebilir değerlerle tanımlamaya kalksam daha ilk sorularda kaçar giderim. Aklı olan da kaçmalıdır hatta bana göre. Elma ne renktir mesela, kırmızı mı, yeşil mi, pembe mi, ana renkler yeter mi, tonun bir önemi yok mu, ya da elmanın tadı nasıldır, tatlı, ekşi, mayhoş, ne demek mayhoş lan, kadayıf kadar mı tatlı, tatlı biber kadar mı?

İşte bu feci çalışkan ve saplantılı adamlara biz genel olarak Batılılar diyoruz. Fakat gerçekten enteresandır ki, subatomik evrende hiçbirşeyi ölçemeyeceklerini söyleyip, quantum fiziğini icat edenler, dolayısıyla şu anda pirincin taşını ayıklamaya çabalayanlar da gene bunlar.

Öte yandan aynı kaygan zeminde kaymamaya değil de onunla uyum içinde yaşamaya çalışan adamlara da genel olarak doğulu diyoruz. Hayata hükmetmek yerine ona uymaya çalışan, katı olan herşeyin buharlaşacağının bilinciyle katı kurallar koymaktan kaçınan, kaygan zeminde düşmeyui olağan karşılayan, kıçının üstüne düşünce de kader diyen, insanın gücünün hayata hükmetmeye yetmeyeceğini düşünen insanlar bunlar. Yaşananlar bazı kırmızı çizgilerine dokunmadığı sürece bu insanların, çok da fazla mücadele etmezler başlarına gelenlerle, idare ederler, yeni duruma da uyarlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın lafını da bu yüzden söyler doğulular. Ama kırmızı çizgilerine dokunursan da en batılıdan daha manyak bir biçimde ölümüne karşı koyarlar bu defa hayatın getirdiğine.

Uyumun peşindekiyle, iktidarın peşindekinin temas ettiği zamanlar her zaman ilginç sonuçlara gebedir. Bu maçların favorisi yoktur, her an herşey olabilir. Ve biz tam uyumun peşindekiyle iktidarın peşindekinin temas ettiği noktadayız. Bir yanımızla değiştirmeye çalışırken hayatlarımızı, bir yanımızla da hep uymaya çalışırız kendiliğinden sürekli bir değişim içinde olan dünyaya.

Beş gün içerisinde önce Olasılıksız, ardından da Metal Fırtına okuyunca ortaya çıkan deformasyon işte bu. Biri Laplace’ın şeytanını pazarlar, diğeri Anadolu’nun uyum ve mücadele yeteneğini. Her iki kitap da bana göre pulp fiction yani çıtır çerez. Ama Ankara’nın İstanbul’un falan şakır şakır bombalandığını okumak bana enteresan duygular yaşattığı için Metal Fırtına biraz daha az pulp gibime geldi. En güzeli ise çekirdek çitlemeye başlayanın bırakamaması gibi her iki kitabın da insana o an yapılması gereken tek şeyin kitapları bitirmek olduğu duygusunu yaşatması.

Bu vesileyle zevzek bir Nisan 1 şakası yapmadıysa bünyem bana, bloga dönmüş de oldum sanırsam.