27 Haziran 2008 Cuma

Bugün

Böyle olmamalıydı. Hiç değilse bugün böyle olmamalıydı. Bu sabah uyuyakalınmamalı, güneş bu kadar terletmemeliydi. Dün akşam içilen rakılar bugün intikam almamalılardı. Günlerden Cuma, aylardan Haziran olmamalıydı. Haziran’ın 27’si bugün olmamalıydı. Ama olmuştu. Bugün de sıradan bir gündü ve geçip gidiyordu. İş sıkıcıydı, herkes birşeyler istiyordu. Bugün tüm saçmalar sapanlara takılıp uzaklara fırlatılmalıydı. Sapanlar bugün tüm saçmaları alacak kadar geniş olmalıydı. Saçmalar da tüm sapanların uzağa atabileceği kadar hafif olmalıydı. Elmalarla armutların toplanabildikleri bir gün olmalıydı bugün. Ama değildi. Tipik bir dünya günüydü. Yani hiçbirşey olması gerektiği gibi değildi ve herşey olduğu gibiydi. Dünya günleri bundan 2500 yıl önce toplanmışlar ve dünya günleri standartlarını belirlemişlerdi. Standart dışı bir gün kalite kontrol birimlerince tespit edilip derhal imha edilecekti. Çünkü dünyayı döndüren bir düzen vardı ve düzenin bozulmasına tahammül edilemezdi. Kimse hazırlıksız yakalanmamalı, sürprizler yasaklanmalıydı.

Zaman izafi olarak tasarlanmıştı ki, günleri sıkıcı bulanlar sıkıcılığı uzun yaşayarak cezalarını çeksinler. Kimse kafasına göre hareket etmemeli, herşey kurallara nizamlara uygun olmalıydı. Kafalarına göre hareket edenlere kafalarına tam ters bir gün veriliyordu ki, cezalar caydırıcı olsun.

İş diye, ders diye, mesai diye, istikrar diye sevimsiz kavramlar üretilmişti. Biri de çıkmış bağırıyor: “Zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var ?” Meşhur Türk atasözünden haberi yok tabii bu adamın. Beterin beterinin olduğunu bilmiyor. Şükür mekanizmasının çalışma prensipleri hakkında özel ders almamış. O zaman çekim yasası, sır, quantum fiziği filan daha çıkmamış.

Neyse işte bugün böyle olmamalıydı. Çünkü bugün benim doğum günüm :)

25 Haziran 2008 Çarşamba

Bahçemin Çiçekleri

Güneşe aşık oldum bir kış günü
Bahçemin çiçekleri açtılar.
Karları eritti güneş, çiçekleri besledi.
Çiçekler canlanırken tam, serpilirken,
Bahçeme enerjisini yollamaz oldu güneş.
Bilemedim buluta mı girdi,
Yoksa böyle mi olurdu kış güneşleri.
Çiçekler iki arada bir derede kaldılar.
Ne yapacaklarını bilemediler.
Kaderlerine razı oldular, soldular.

Sonra bir fener gördüm ilkbaharda bir akşam.
Bahçemin çiçekleri ışığı görünce silkindiler.
Feneri güneş sandılar, aldandılar.
Isıtmayan ışığa kandılar.
Bahçemin çiçekleri perişan olmasınlar diye
Yüksek bir duvar ördüm bahçemin fener tarafına.

Fenerbahçe fenerduvar oldu.
Çiçeklibahçe de Çorakbahçe.
Bahçemde gömülü çiçekler
Rüzgarın savuracağı polenleri
Umutsuzca bekler oldular.

24 Haziran 2008 Salı

Organik Türkiye

Avrupa Ortaçağdan bugüne kadar hep tekniği bilimi öne çıkardı. Maddeye önem verdi. Madde ötesini reddetti. Bütün eğitim sistemleri pozitivistti. Duyguların kaynağını beyindeki kimyasallarda aradı. Yani bir ön kabulü vardı ve tüm araştırmalarını gelişimini onu doğrulamak için yaptı. Herşeyin neden sonuç ilişkisine dayandığı, aynı nedenlerle hep aynı sonuçların alınacağını söyledi durdu.

Bütün bu bakış açısı ister istemez mekanik sistemleri beraberinde getirdi. Muhteşem mekanik yapılar, makineler icat ettiler. Tasarladıkları makinelerde basit parçaların yaptığı basit işlerin toplamda karmaşık ve büyük işler ortaya koyduğunu gösterdiler. İşbölümüne müthiş önem verdiler. İş bölümü sayesinde işin içerisindeki faktörlerin her birine basit işlevler yüklediler ki, iş o faktör olmadan yürümesin, ama o faktörün de yedeği kolayca bulunabilsin. Yani faktör iş için çok önemlidir, ancak iş dışında da çok önemsizdir. İsviçre saatlerinin içindeki çarklar gibi. Tek başlarına bir işe yaramazlar ama o çark olmadan da saat çalışmaz. Öte yandan kırılan bir çarkın yerine kolayca bir yenisini koyabilirsiniz.

Bu mekanik vizyon, Avrupa’yı çok geliştirdi. Dev binalar, müthiş makineler yaptılar. Ancak bu vizyon sosyal hayatlarına da yansıdı. Toplumlarını insan toplamı olarak gördüler. Her bir insan o toplum için iş bölümüne katkıda bulunuyordu ancak toplumdan ayrıldıklarında boşlukları kolayca dolduruluyordu. Kısaca insanı büyük bir makinenin kolayca ikame edilebilir bir parçasına indirgemişlerdi. O yüzden “Mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla dolu” gibi deyişler hep Avrupa’dan çıkmıştır.

Öte yandan doğa incelendiğinde, organik sistemler görülmektedir.

Organik sistemler ile mekanik sistemleri basit bir örnekle anlatabiliriz. Örneğin bir masa düşünelim. Dört ayağın üzerinde düz bir platform vardır. Basit bir masada 4 ayak, bir de ayakların üzerinde duran platform vardır ve bu parçalardan herhangi birinin başına bir şey gelse sistem çalışmaz. 4 ayaklı olarak tasarlanmış bir masa 3 ayaklı olarak işlev görmez. Öte yandan ayakların yerlerini değiştirerek üç ayaklı yeni bir masa tasarlanabilir. Ancak yeni masa da başka bir mekanik sistemdir. Yeni bir tasarım olmadan 4 ayaklı basit bir masanın ayaklarından herhangi biri kırılıdığında, masa işlevini %100 yitirir. Öte yandan bir insan elini düşünelim. 5 parmak vardır. Baş parmak ve bir parmak daha olduğu sürece sistem işlevini gösterir. Yeni bir tasarıma ihtiyacı olmaksızın. İşlevini %100 sürdürmez belki ama halen işlevseldir.

Bütün bu açıklamalardan sonra Türkiye milli futbol takımını düşünelim. Daha kadrolar açıklanırken yapılan tartışmalara bakalım. Fatih Terim’in kadro tercihleri ne kadar eleştirilmişti… İbrahim Toraman neden çağrılmamıştı, Mehmet Topuz neden çağrılmamıştı, Fatih Tekke neden çağrılmamıştı, Yıldıray neden gönderildi, Halil Altıntop neden ? Diğer taraftan, Colin Kazım’ın Emre Aşık’ın bu kadroda ne işi vardı ? Semih yerine neden Ümit Karan, Mehmet Yıldız alınmamıştı ? Sabri miydi Türkiye’nin sağ beki ? Bir kısmına hepimizin katıldığı bu eleştirilerin gerekçelerini ve doğruluk paylarını Fatih Terim bilmiyor muydu ? Fatih Terim ne yapmaya çalışıyordu ?

Futbolun tarihsel gelişimine biraz göz atmak lazım. Önceleri futbol bireysel yeteneklerle oynanıyordu. Bu konuda açık ara önde olan Brezilyalılardı. İnanılmaz yetenekli oyuncularıyla çok başarılı oluyorlardı. Peleler, Garinchalar çıkarmışlardı. Bireysel yetenekle Brezilyalıları yenmek mümkün değildi. Bunun üzerine sistemli turnuva takımları çıktı. Almanlar makine gibi takımlar yarattılar. Her parça kendi işini iyi yaptığında yaratılan sinerji ile bireysel yetenekleri yenebildiklerini gösterdiler. Ayrıca asla pes etmiyorlardı. Başlama vuruşuyla makineyi çalıştırıyordunuz, bitiş düdüğüyle kapatıyordunuz. Oyun disiplininden asla kopmuyorlardı. Örneğin bu mekanik sistem, Almanlara karşı bir türlü başarılı olamayan İngilizlerin önemli forveti Gary Lineker’e “ Futbol 11’er kişilik iki takımın oynadığı ve sonunda Almanlar’ın kazandığı bir oyundur” sözünü söyletmişti. İtalya savunma sistemlerine eğilmişti. Etten duvarlar örüyorlardı rakip gol atamasın diye.

Bu sistemler sonucunda, Brezilya’yı yenmeye başladı Avrupalılar. 1970’de Brezilya Pele ile dünya şampiyonu olduktan sonra 24 yıl boyunca kupayı alamıyordu. Hem de Socrates’lere, Zico’lara rağmen alamadılar. 1994’te Brezilya kupayı aldığında, Parreira Brezilya takımına sistemli oynamayı öğretiyordu. Brezilyalılar kendi takımlarını çok eleştiriyorlardı. Ancak Brezilya dünya şampiyonu oldu. 2002’de bir kez daha şampiyon oldu. 1998’de ise finalde Fransa’ya kaybettiler. 2006’da ise yeniden takımın başına gelen Parreira, bu defa sistemli oyunu daha bireyselleştirerek 60’lı yıllardaki Brezilya gibi hem kazanan hem de zevk veren bir takım yaratmak istedi. Başaramadı. İtalya aldı kupayı.

1998’de şampiyon olan Fransa takımı ise sonradan bu şampiyonluğun belgeselini yaptığında gördük ki, sistemli bir takıma bir ruh da eklemek istemişti. Teknik Direktör Aime Jacquet futbolcularına açık açık diyordu ki, biz bu şampiyonayı bireysel yeteneklerimizle ya da sistemli bir takım olarak kazanamayız. Bir takım ruhu oluşturmalıyız. Bir kardeşlik duygusu yerleştirmeliyiz takıma. O zaman bireysel yetenekleri de takım disiplinleri de bizden iyi olan takımları yenebiliriz.

2008’de Fatih Terim tıpkı meslekdaşı Aime Jacquet gibi duygular içinde olmalıydı. Ama daha farklı bir şey denedi. Kaleci ve defans bloku dışındaki tüm oyuncuları farklılıklarına göre belirledi. Hiçkimse hiç kimsenin alternatifi değildi. Çünkü aynı işi yapmıyorlardı. Emre Belözoğlu’nu orta alana koyduğunda verdiği katkıyı alternatifi gibi görünen Tümer vermiyordu. Tümer’in takıma katkısı çok daha farklıydı. Özellikle kanatlarda bu durum çok belirgindi. Sol kanatta oynayabilecek Türk futbolcuları Tuncay, Arda, Uğur Boral her biri çok farklı katkılar veriyordu. Sağ kanatta, Hamit, Kazım, Gökdeniz, Mevlüt aynı şekildeydiler. Nihat’ın alternatifi Semih olamazdı. Bambaşka özelliklere sahip forvetlerdi.

Fatih Terim farklılıkların takımını yaratmıştı. Hazırlık maçlarında her maç değişik şeyler deniyordu. İnsanlar da eleştiriyordu. Bir sistemimiz yok, ne oynadığımız belli değil. Bu gibi eleştiriler Fatih Terim’in yaratmak istediği takımın temel nitelikleriydi zaten. Sürprizli anlaşılamayan bir takım yaratmak istemişti hoca ve başardı.

Örneğin Çek maçının ilk yarısında topları geriden şişiren bir milli takım vardı. Ben de o zaman demiştim, madem şişireceksin Hakan Şükür’ü neden almadın milli takıma. Ama cevabı galkibiyetin ardından basın toplantısında soru sorulmadan geldi. Topları şişirip ileride baskı yapacaktık. Uzun toplara onların vuracağını biliyorduk. Biz vuralım diye atmadık o uzun topları. Ama orta sahamız eksik kaldı, beklediğimiz gibi basamadık dedi. Hırvatlara karşı ise bu baskıyı yapabildik. Dinamik, çabuk ve kısa oyuncularla uzun boylu nispeten daha ağır futbolculara kendi sahalarından kolay çıkma imkanı vermedik. Maçın genelinde başa baş oynadığımız tek maçtı belki de.

Fatih Terim her maç değişebilen her tür sisteme uyum sağlayan bir takım yaratmak istemişti. Darwin’in sözünü içselleştirmişti belki kimbirlir : “En güçlüler değil en iyi uyum sağlayanlar yaşayakalır.”

Biz en güçlü takım değildik. Ama benzersiz bir uyum yeteneğimiz vardı. Çünkü eldeki parçaları sisteme uydurmaya çalışmıyorduk. Tersine eldeki parçaların sistemi oluşturmasına imkan tanıyorduk. Sistemin parçaları yerine parçaların sistemini seçmişti Fatih Terim.

Bireysel yeteneklerden mekanik sistemlere derken organik sistemli bir takım hayal etmişti Fatih Terim belki de. Eksik de kalsa, sakatı cezalısı çok da olsa, baş parmağı olduğu sürece işlevli bir sistem. Baş parmağın yanındakileri kendine uydurduğu, yeni şartlara uyum sağlayan, her bir parmağın da farklı özelliklere sahip olduğu yaşayan organik bir sistem. Yedek kaleciyi orta sahada oynatırım esprisi bunu doğrulamıyor mu ? Takımın zor anlarda yarattığı ekstra güç ile can havliyle kaçan bir ceylanın yarattığı ekstra güç benzemiyor mu birbirine ?

Biz makine düzeniyle oynayan mekanik sistemli bir takım değiliz. Bu çok açık. Ama bu eleştiri bizim takımımızın bir sistemi olmadığını anlatmıyor bize. Değişik bir sistemimiz olduğunu anlatıyor. Herkesin kendi değerini bildiği, ihtiyaç olduğunda santrforun kaleye, kalecinin orta sahaya geçebildiği, her biri kendi içinde organik birer sistem olan multifonksiyonel parçalardan oluşan bir organik megasistem bizim milli takımımız. Ne olduğunu anlamayanlar da mekanik dünya görüşüne sahip Avrupalılar.

Turnuva başında Fatih Terim’in ne yapmak istediğini kısmen anlamış biri olarak bu takımdan şu şekilde söz ediyordum: “Bu takımın yapacağı hiçbirşey beni şaşırtmaz. 0 puanla gol atamadan da dönebilirler, kupayı da alabilirler.” Kaderin cilvesine bakın, şu an herkes aynı şeyi söylüyor.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Üniversitedeyken hayallerimi süsleyen şehre yolculuk: Van

Çok şükür. Bu hafta bitti. Aksi giden işlerim de toparlandı. Biraz yoruldum ama sorun yok. İşleri hallettim. Kalanları devrettim. Bekle beni Doğu’nun Paris’i. Keşke pasaportum olsaydı, İran’a da bir geçerdik. Neyse kısmet değilmiş demek ki. Aslında zaten hayatımın hiçbir döneminde yurtdışı meraklısı olmadım. 2 kere yurtdışına çıkmaya çok yaklaştım. Birinde Cezayir’e gidiyordum, birinde Çin’e. İkisi de uzun süreli gidişler olacaktı. O nedenle ikisini de hiç istemedim. Pasaport almayı da hep son ana kadar erteledim ve ikisi de iptal oldu. Neyse, zaten Güneydoğu Anadolu’yu gezmeden yurtdışına çıkmayı da nedense hep biraz tuhaf karşıladım. Yani gidenlere bir tepkim de yok tabii ki, ama ne bileyim tüm Avrupa’yı gezmiş, doğma büyüme İstanbul’lu, ama Ankara’nın doğusuna gitmemiş insanlarla da pek anlaşabilmiş değilimdir.

Her neyse, izne çıkacağımı duyan herkes nereye gideceğimi sordu. Van’a dediğimde, herkesin ilk tepkisi ne işin var Van’da oldu. Önce biraz sorgulamaya kalktım. Niye ki dedim, geçen sene de Karadeniz’e gitmiştim. Dediler ki, Karadeniz farklı, yeşillik deniz falan. Bana tuhaf geldi. Dedim Van’da da göl var. Ne var ki gölde dediler. Neyse sonuçta bu sorgulamalardan eğlenebileceğim sonuçlar çıkmadığı için güzel ve klişe bir cevap buldum. Türkiye’nin en büyük gölünü, en büyük dağını ve en doğudaki yerini göreceğim dedim. Bu defa tepkiler biraz değişti. Bir kısmı dedi ki, demek “en”leri seviyorsun sen. Bir kısmı dedi ki, hadi bakalım “en”lerin tatilini yap. Bir kısmı da helal olsun dedi.

Ben “en”leri seviyor muydum diye düşündüm. Bir yanım dedi ki, Türkiye’nin “en”lerini bir gör de daha az olanları değerlendirebilesin. Diğer yanım ise dedi ki, hayır sen “en”leri sevdiğin için Van’a gitmiyorsun. Biraz daha düşününce, daha az olanlarını değerlendirmek için “en”leri görme fikri de çok mantıklı gelmedi. Peki ben neden Van’a gidiyorum dedim kendi kendime.

Benim üniversitedeyken tuhaf bir hayalim vardı. Hoş buna hayal demek de bir garip durum. Ben o dönemlerde okuldan nefret eden, fena halde asosyal, yalnız ve “en doğrusunu yapmaya gücüm yetmediğinden hiçbirşey yapmama” sendromunu aşamamış biriydim. Şimdi aştım mı onu da bilemiyorum. Ama daha hareketli, daha hayata katılan biri olduğum bence kesin. O dönemlerde dünyada, özellikle iş hayatında temiz kalmanın mümkün olmadığını düşünüyordum. Çalışmak zorunda olduğumun da farkında olduğum için bir slogan geliştirmiştim: “Direkte bulaşmam, endirekte karışmam”. Yani bizzat ben bir pislik yapmayacak, ama çevremde dönen işlerde de arıza çıkarmayacaktım. Dolap Beygiri filmindeki gibi ne İlyas Salman olacak, ne de Şener Şen olacaktım. Bu şartlar altında küçük ve güzel bir taşra şehrinde izole olarak çalışabiileceğim gün boyu bilgisayar başında zekamı kullanarak iş yapacak ve böylelikle iş ortamında minimum insan ilişkisiyle direkte bulaşmayıp, endirekte de karışmayacaktım. İşte o günlerde aklıma gelen iki şehir vardı bu şartları sağladığını düşündüğüm, yaşayabileceğim. Biri Van, diğeri Bolu. Sıkılınca Van Gölü, Abant gibi bana huzur verebilecek doğal mekanlarda vakit geçirebileceğimi hesaplamıştım o dünlerde.

Şimdi baktığımda, bu hayalin çok iyi niyetli ve naif olduğunu ama bir o kadar da iyilikten maraz doğurabileceğini görüyorum. O zaman daha “Eksiklik kendi özümde” diyen Şah Hatayi’yi bilmiyordum. Takva filminde arada kalmış Erkan Can’ın ruh halini ve sonunda sapıtmasını izlememiştim.

“Eksiklik kendi özümde” önceleri kabul etmediğim bir laftı. İnsan bunu kabul ederse, herşeyi yapabilir gibi gelmişti önceleri. Adam öldürdüm, çünkü özüm eksik. Hırsızlık yaptım çünkü özüm eksik. Sanırım bu deyişler için batınî sıfatının kullanılması da bundandır. Görünen anlamın dışında sadece ehil insanların anlayabildiği ezoterik bir anlam daha vardır belki de dedim. Asla kendimin ehil olduğunu düşünmüyorum, fakat biraz mantık yürütünce, yaratılışımıza bambaşka bir açılım getirdim.

Kendime ilk sorduğum soru, “Günahsız insan neden olamıyor ?”. Neden peygamberlerin bile yaptıkları hatalar anlatılıyor kutsal kitaplarda ? Oysa mesela yalan söylememek neden bu kadar başarılamaz bir şey ki ? Kesinlikle hiç yalan söylemedim diyen birine inanır mısınız ? Siz kesinlikle yalan söylemediğinizi iddia edebiliyor musunuz ? Bu sorulara hayır diyerek devam edince, bambaşka bir yere çıktım. Peki Allah neden hem bizi günahsız olmamızı imkansız kılacak bir şekilde yaratıyor da bize günahsız olmamızı emrediyor ? Çünkü Allah kendi nefesinden üflediği insan ruhunun bu durumla halleşme biçimine imtihan diyor. O zaman “hayır da şer de Allahtandır” ayeti bambaşka bir anlam kazanıyor. O zaman eksiklik kendi özümde diyen insan ruhu sıkılmadan bunalmadan hayatın getirdikleriyle halleşebiliyor. Görüyor mevlası neyliyor, neylerse güzel eyliyor. Çok da yaşamsever bulduğum bir hayat hali getiriyor bu anlayış insana. Hata yapmaması için uyarılan çocukların sürekli hata yapması ve hatalarıyla halleşerek büyümesi farklı anlamlar kazanıyor.
Sonuç olarak şu an itibarıyla etliye sütlüye bulaşmadan olabildiğince temiz kalmaya çalışan “Direkte bulaşmam. Endirekte karışmam” sloganını hayat felsefesi yapan üniversite öğrencisinden çok daha farklı biriyim. O zaman yaşamayı hayal edip de görmediğim şimdiyse göreceğim ama yaşamayı hayal etmediğim şehri, Van’ı, görmeye gideceğim. Yarın.

12 Haziran 2008 Perşembe

Tatil Kokusu

Normalde işi çok yoğun olan biri değilim. Basit işlerim vardır. Aslen benim işim bir tür koordinasyon. Yoksa doğru düzgün hiçbir iş yaptığım yok. Sen şunu yap derim. O da yaparım ama sen de bana şunu bunu ver der. Ben de işin yapılmasını isteyenlere derim ki, bu iş yapılır ama, şunu bunu ona sağlamak lazım. İşin yapılmasını isteyenler der ki ona söyle şunu bunu alsın dahasını karıştırmasın işi de yapsın. Neyse işte bir şekilde arayı bulur işlerin yapılmasını sağlarım. Ben olmasam da her iş yapılırmış gibi gelir bana. Ama gariptir olmadığımda da ortalık karışır. Yani bir iş yaparım benim haberim yok. Bana para verenlere göre ise ben kilit bir roldeyimdir. Kilit rol ile anahtar rolün hemen hemen aynı manaya gelmesi de delirtir beni.

Anahtar mıyım kilit miyim onu da bilemiyorum. Herşeyi çözüyor muyum herşeyi kilitliyor muyum ? Dünyayı düzene sokmak isteyen biri, bazı şeylerin yapılmasını engelleyerek, bazı şeylerin ise yapılmasının önünü açarak isteğine ulaşır. Örneğin adam öldürülmesini istemez. Polisin rolü kilittir. İnsanlara sağlık hizmeti verilmesini ister. Doktorların rolü anahtardır. Ya da öyle midir? İngilizcede key role diye bir şey var ama lock role diye bir şey yok. Bu tanımlamanın İngilizceden geçtiğini düşünürsek, nasıl bir karışıklığa imza attık belli değil.

Neyse bu saçma sapan iş her ne kadar beni hafta içi hergün 10 saat masa başında oturtursa da, fiilen işe yaradığım süre günde ortalama 2 saatir. Ta ki yıllık izne çıkacağım haftadan bir önceki haftaya kadar. Evet ben önümüzdeki hafta izne çıkacağım. Bu hafta da kabus gibiydi. Bana göre benim işim olmayan pek çok işi yapmak durumunda kaldığım gibi, bana göre benim işim olan işler de fena halde bu haftaya denk geldi. İşlerimin tümü aksi gitti. İş yapacak adam yetiştiremedi. İş yaptıracak adam ödemedi. Arada kalmanın doğası gereği yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal olacağından tükrüğümü yuttum paşa paşa. Şimdi ise garip bir duanın peşindeyim. Bu haftalık yarın Cuma olmasa doğrudan Cumartesi olsa. Bu duanın peşindeyim, peşinde olmasına da, aslen olmayacak duaya amin demek gibi bir ruh hali içerisinde olduğumun da kesin bilinci içerisindeyim.

10 saatlik uykular uyuyor olmama rağmen halen uykum var. Yani uykusuzum. Şimdi benim uykum var mı ? Evet. Peki uykusuz muyum ? Evet. İlginç değil mi ? Evim var ve evsizim tamamen zıt anlamlara gelirken uykum var ve uykusuzum aynı anlama geliyor. Yoksa adam uykulu uykulu ne dediğini mi bilmiyor? Bugünlerde herşey daha bir tuhaf görünüyor gözüme. Uykun var mı ? Hayır yok ? Uykusuz musun ? Hayır. Uykulu musun ? Hayır. Uykusu olan bir adama uyku ile sorulan şeylerin hepsinin cevabı evet, uykusuz bir adama uyku ile ilgili sorulan soruların hepsinin cevabı hayır.

Her neyse bu hafta çok yoğun geçti. Ben de uzun zamandır bu tempoyla çalışmaya alışık olmadığım için biraz kasıldım. Tatilin kokusu günden güne daha bir kuvvetle geliyor burnuma. Yarın son inşallah. Sonra 1 hafta boyunca Doğu’nun Paris’ini gezeceğiz bir arkadaşımla. Gölü, kaleleri, şelalesi, kedileri ve adası ile kahvaltılıkların memleketi Van’da huzur dolu birkaç gün geçirmeyi umuyorum. Sonrası ise malum. Eski tas eski hamam. İklimler filminin tanıtım cümlesi gibi; “İnsanlar basit nedenlerle mutlu, daha da basit nedenlerle mutsuz olacak şekilde yaratılmıştır. Aynen basit bir nedenle doğmaları ve daha da basit bir nedenle ölmeleri gibi...”

11 Haziran 2008 Çarşamba

Cengiz Aytmatov, duyguların Kırgız romancısı

Bugün sabah 7’de uyandım. İşte biraz kahvaltı edeyim derken, televizyonda bir haber, Cengiz Aytmatov ölmüş. Hoş ben yaşadığını da bilmiyordum ya, yine de bir tuhaf oldum. Sanki uzak bir akrabam ölmüş gibi.

İlk okuduğum romanlardan biriydi Elveda Gülsarı. O zaman daha flashback, metafor, modernizm, postmodernizm falan gibi kavramlar girmemişti literatürüme. Bir Kırgız köylüsü ile ölmek üzere olan atının yol hikayesini anlatıyordu roman. Tabii Kırgız köylüsü neden bir atı bu kadar seviyordu ki falan diyerek başlayan roman flashbacklerle daha tay iken aldığı Gülsarı ismini koyduğu rahvan yürüyüşlü atın köylü için önemini anlattı durdu. Açıkçası, roman çok samimi bir dil taşıyordu. Nasıl olduğunu anlamasam da, bir şekilde köylünün atına duyduğu sevgi bana geçmişti. Bu nedenle 90’lı yılların başında okuduğum bu kitabı hep çok sevdim.

Sonra diğer kitaplarını da okudum Aytmatov’un. Beyaz Gemi’nin, Cemile’nin, Dişi Kurdun Rüyaları’nın, Gün Olur Asra Bedel’in, Kassandra Damgası’nın, Selvi Boylum Al Yazmalım’ın ve diğer uzun hikayelerinin hepsinin benzer bir tadı vardı. Ama Elveda Gülsarı’nın yeri çok başkadır.

Selvi Boylum Al Yazmalım filmini ilk seyrettiğimde, öykünün Cengiz Aytmatov’a ait olduğunu bilmiyordum. Filmi çok sevmiştim. Yine nasıl olduğunu anlamasam da, Asya’nın, İlyas’ın yaşadığı duygular geçmişti bana. Çok sonra öğrendim ki öykü Cengiz Aytmatov’a aitmiş. O zaman Cengiz Aytmatov’un ben nasıl olduğunu anlamasam da duyguları çok iyi anlatabildiğini gördüm. Ama kitabı okuduğumda filmi daha güzel bulduğumu da eklemeliyim. Belki de daha Türk'tü film. Belki müzikler, Türkan Şoray'ın muhteşem oyunculuğu idi filmi daha etkileyici yapan. Bilmiyorum.

Bazı kitaplar vardır, bazı cümleleriyle öne çıkarlar. O cümleleri yıllar boyu hatırlarsınız. Hayvan Çiftliği’nde mesela George Orwell’ın “Tüm hayvanlar eşittir ama domuzlar daha eşittir” cümlesi, ya da Yaşamın Kaynağı’nda Ayn Rand’ın “Uygarlık insanı insandan kurtarma sürecidir” cümlesi gibi… Ama Cengiz Aytmatov’un romanlarında böyle bir cümle yoktur. Duygu ya da düşünce tek tek cümleler ile verilmez de, romanın tamamına yedirilir sanki. Cümlelerden yaratılan ama tek başlarına hiçbirinin veremediği duyguyu romanın bütünü verir. Ya da bana öyle hissettirir. Bu açıdan baktığımda, Cengiz Aytmatov’un duyguların dilini çok iyi bildiğini düşünüyorum.

Yazarlığının ilerleyen yıllarında, Sovyetler Birliği’nin kötüye gittiği dönemlerde ise, bu defa düşüncelerin yazarı da olabildiğini bana göstermiş, ancak benden hakettiği ilgiyi görememiştir. Örneğin Gün Olur Asra Bedel’de anlattığı bir Mankurt efsanesi vardır ki, benzer hikayeler halen prim yapmaktadır. Dünyanın tüm kitaplarının toplanıp devlet denetiminde yakıldığı Ray Bradbury’nin romanı “Fahrenheit 451”, ben sözcüğünün kullanılmasının yasaklandığı bir dünyayı anlatan Ayn Rand’ın romanı “Antheem” veya yaşanan dünyanın sadece bir simulasyondan ibaret olduğunu anlatan “Matrix” filmi gibi hikayeler Mankurt Efsanesi’nin çok çok ötesinde ilgi toplamışlardır.

Yaşadığını bile bilmediğim birinin öldüğünü duyunca üzülmek de bir garip dünya hali, ancak ben üzüldüm. Müslüman mıydı bilemiyorum ama değilse de fark etmez. Allah rahmet eylesin.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Romantik, Yeşilçam Sinemasına bir saygı duruşu

Romantik, Yeşilçam havasını koklamış, “Çiçek Abbas” ve “14 Numara” gibi filmlerin de yönetmeni olarak Sinan Çetin’in Yeşilçam Sinema’sına bir saygı duruşu gibiydi. Filmin üslubu, replikler ve oyunculuklar fazlasıyla tiyatral ve klasikti. Eski Türk filmlerine Okan Bayülgen’in yaptığı atıflar da bu saygı duruşunun altını çiziyor.

Hukuk fakültesi öğrencisi Ömer otobüs durağında bekleyip hiç otobüse binmeyen Yasemin’e aşık olur. Zaten Yasemin de otobüse binecek birine benzememektedir. Yasemin kumarhane ve eğlence dünyasının patronu zengin Mazhar Bey’in konuşmayan kızıdır. Yasemin, Ömer’in aşkı sayesinde yeniden konuşmaya başlar. Ömer, yakın arkadaşı Gökhan ve Yasemin ile eğlenceli ve mutlu bir hayatın içine dalar. Ta ki Yasemin’in çocukluğundan hatırladığı arabayı ne kadar özlediğini duyan Ömer’in arabayı Yasemin’e vermek için hırsızlığı göze alacağı güne kadar. Gökhan, Yasemin’in özlediği arabanın yerini bilmektedir ve Ömer’e arabayı çalmasını tavsiye eder. Ömer hukuk öğrencisi olmasına neden olan tüm adalet duygusuna rağmen kabul eder ama arabanın bulunduğu villanın kapısına geldiğinde çok korkar. Gökhan kendisine bir tabanca vererek korkmasına gerek olmadığını söyler. Arabayı çalmaya giden Ömer villanın güvenlik görevlisini öldürür ve Yasemin’i terkedip Bulgaristan’a kaçmak zorunda kalır. Yasemin’e arabayı götürür ancak adam öldürdüğünü anlatamaz. Bulgaristan’dan yazdığı mektupların Yasemin’e ulaşması Gökhan tarafından engellenir. Yalnız kalan ve Ömer’in kendisini terketmesini kabul edemeyen Yasemin ile Gökhan arasında yakınlaşmalar başlar. Ömer ise Bulgaristan’dan yazdığı mektuplara bir araba için adam öldüren biriyle beraber olamayacağı için Yasemin’in cevap vermediğini sanır. Güçlü adalet duygusu, hukukçu olmak isteyen Ömer’in bu defa polis olmasına yol açar. Polis Ömer’in yeni görevi Mazhar’ın eğlence ve kumarhane dünyasına sızarak bir cinayeti aydınlatmaktır, hem de Gökhan ile Yasemin’in evliliklerine sadece 3 gün kala. Ömer’in Gökhan’ın yalanlarını anlamasıyla, filmin ana hikayesi Gökhan’dan alınacak intikamın peşindeki Ömer olur.

Repliklere, müziklere, karakterlere, hatta Mazhar’ın kumarhanesine kadar herşeyin Yeşilçam sinemasından izler taşıdığı filmde Ömer’i Tarık Akan, Yasemin’i Hale Soygazi, Gökhan’ı da Kuzey Vargın falan oynamış olsa 70’lerin sıkı Türk filmlerinden birini izliyoruz demek işten bile değildir.

Ömer tam intikamını almaya başlamışken film kırılır ve birden bire bambaşka bir hikaye anlatmaya başlar. Filmin ana hikayesi bambaşka bir hikayenin yan hikayesi oluvermiştir. Yeni hikaye, önce eski hikayeyi içine alır, sonra onun suyunu çıkarır ve posasını da bir kenara atar. Meğer eski hikayenin suyu yani tek gerçeği Ömer’miş. Yeşilçam filmi de artık hikaye içinde hikaye anlatan postmodern bir hal alır.

Gökhan meğer Gökhan değilmiş, Cemil yani Cemo imiş. Yasemin Cemo’nun çocukluk aşkıymış. Yasemin’in babası Mazhar Cemo’nun annesine tecavüz etmek üzereyken çocuk Cemo tarafından kendi silahıyla vurulmuşmuş. Cemo’nun annesi olayın üzüntüsünden intihar etmişmiş. Cemo’nun babası bu olay nedeniyle 20 yıl boyunca hiç konuşmamışmış. Yasemin’in Ömer’den istediği araba meğer Cemo’nun babasınınmış. Ömer’in öldürdüğünü sandığı güvenlik görevlisi Cemo’nun arkadaşıymış ve yaşıyormuş. Cemo 20 senedir adım adım planladığı bir intikamdan en yakın arkadaşı Ömer için de olsa vazgeçemezmiş. Ömer’i safdışı birakmasının sebebi meğer içindeki yoğun intikam duygusuymuş. Hatta Ömer’in Yasemin’e olan ilgisini anladığında da bırak uğraşma, o kızı konuşturamazsın diyerek Ömer’i uyarmışmış.

Film tam Cemo’nun intikamı ile Ömer’in intikamının çatışmasını ve polis Ömer’in Yasemin’î kurtarması ile son bulacak bir hikayeyi anlatacakken bir kez daha aniden kırılır. Bu defa postmodern hikaye özneyken, daha büyük bir hikayenin nesnesi oluvermiştir. Meğer Cemo herşeyi yanlış görmüşmüş. Yasemin’in babası ile Cemo’nun annesi birbirine aşıkmış. Cemo’nun annesi babasından ayrılıp Mazhar ile evlenmek istiyormuş. Cemo’nun Mazhar’ı vurduğu üzerinde M yazan tabanca kuru sıkıymış. Ömer’e arabayı çalarken verdiği tabanca da buymuş. Güvenlik görevlisi bu yüzden ölmemişmiş. Meğer Cemo’nun tecavüz sandığı olayı Yasemin’de görmüşmüş. Yasemnin bu olay nedeniyle 20 yıl boyunca hiç konuşmamışmış. Cemo’nun annesi intihar etmemiş, Cemo’nun babası tarafından zehirlenmişmiş. Filmin baş rolü ne Ömer ne de Cemo imiş. Filmin başrolü Cemo’nun babasıymış. O hiç konuşmayan, yıllardır acı çeken adam meğer tüm bu olayların planlayıcısıymış. Cemo’nun “inanç perdesi ne kadar kalınsa, akıl güneşi o kadar geç doğar.”mış.

Üç ayrı Yeşilçam hikayesini içiçe anlatan kurgusuyla Sinan Çetin aynı anda hem Yeşilçam filmlerine bir saygı duruşunda bulunmayı hem de postmodern bir film çekmeyi becerebilmiştir. Yeşilçam sinemasının sonu başından belli hikayelerinin postmodern kurgularla heyecanla izlenebilir filmlere dönüşebileceğini kanıtlamıştır. Yeşilçam sinemasını özleyen Türk sinemaseverine Sinan Çetin’den bir tür armağandır Romantik filmi. Hem de Yeşilçam sinemasının kötü kurgu, kalitesiz çekimler, düşük tempo gibi pek çok arızasını büyük bir başarıyla gidererek.

Şahane çekilmiş kareleri, Okan Bayülgen’in çok iyi oyunculuğu, özellikle Okan Bayülgen’e söyletilmiş güzel replikleri ile film, benim beklentimi ziyadesiyle karşılamış başarılı ve güzel bir filmdir.

6 Haziran 2008 Cuma

Nasılsın ? Eksiğim.

Eksik bir şey mi var hayatımda
Gözlerim neden sık sık dalıyor.
Var mı ? Eksik bir şey ? Bir arkadaşım orta okulda fazla kalemi olan var mı sorusuna eksik kalemim var tamamlar mısın diye cevap verirdi. Kimbilir belki eksik bir arkadaşım falan vardır. Gözlerim de ona dalıyordur sık sık. Yalnızlığı seven insan böyledir işte. Hem kendini ister hem başkasını.

Eksik bir şey mi var hayatımda
Gökyüzü bazen ciğerime doluyor


Bir diğer arkadaşım da durup durup Şu dünyanın gam yükünü çeken var mı benim gibi derdi de ben de ona dünyada senin çekebileceğin gibi global bir gam yükü olduğunu sanmıyorum derdim. Gülerdik. Benim rasyonelliğimle alay ederdik. Adam onu mu demiş derdik ? Ne çekiyorsun da dünyanın bütün gam yükünü çektim diyorsun derdik. Gam yükleri nasıl bir araya geliyor da sen onu çekiyorsun derdik. Mecaz diye bir şey var derdik. Senin de hayatın mecaz derdik. Gökyüzünün ciğerimize dolduğu günleri meğer henüz yaşamamışız. Tıpkı şu dünyanın gam yükünü çektiğimiz günleri henüz yaşamadığımız gibi.

Öyle bir şey ki bu, kolay anlatamam
Atsan atılmaz, satsan satamam
Eksik bir şey mi var, anlayamam
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam


Bazı şeyler böyledir işte. Anlatamam diyerek anlatmış olursun. O kadar güzelsin ki anlatamam. O kadar acıydı ki anlatamam. Öyle bir yağmur yağıyordu ki anlatamam.

Belli ki başka türlü bir şey benim istediğim durumu söz konusu. Ne ağaca benzer ne de buluta. Bu ruh halinden kurtulmak da kolay değildir. Eksiklik duygusunu yaşayan, kimseye bir şey de söyleyemez. Hatta bunu diyene anında bir e-mail gelir. Ekmek yiyebiliyor musun sorusuna evet cevabı veriyorsan şanslısın çünkü insanların yüzde bilmem kaçı bu soruya hayır yanıtı veriyor diye. Ben onu mu diyorum diyemezsin. Neyi diyorsun sorusuna verecek anlaşılır bir cevabın yoktur. Eksik olan insandır aslında. Çay sigara hikaye. Maalesef ruhum yok onun için hiç mi hiç şansım yok mu diyeceksin. Nasılsın sorusuna bile verecek cevabın yoktur. Çaresiz iyiyim dersin. İnsanım bitti diyecek halin yok ya. Hadi dedin bedelini ödersin. Ben varım ya der halini hatırını soran kişi. Belli ki yoktur aslında ama bu ona söylenemez. Allah razı olsun denir. Eksik olma denir. Nasılsın sorusunun bile cevabını veremezsin. Kolaylık olsun diye yalan söylersin. “İyiyim ya sen ?”

Çocukluğumu hatırlıyorum. Sabah uyandığımda günaydın demezdim. Kimseye nasılsın demezdim. Bana denmesinden de pek hoşlanmazdım. Zira gün aydın evet bu görünüyor bunu neden birbirimize ilan ediyorduk ki. Nasılsın sorusu ise büsbütün çetrefilli bir soru. Bu soruya doğru dürüst cevap vermek o kadar zor ki. Nasılım ? Neşeli miyim ? Endişeli miyim ? Kaygılı mıyım ? Güçlü müyüm ? Yakışıklı mıyım ? Bunalımda mıyım ? Enerjik miyim ? Perişan mıyım ? Zımba gibi miyim ? Zımbaya maruz kalan kağıt gibi miyim ? Sağlıklı mıyım ? Doktor muyum ? Halsiz miyim ? Halim vaktim yerinde mi ? Altım kuru keyfim yerinde mi ? Ne dediğimi ben biliyor muyum ? Ben Ruhi Bey nasılım ?

Sonra bir gün benim kaba biri olmamı istemeyen annem doğru düzgün karşılıklar veremeyip de oğlunu aptal sanmasınlar diye aldı beni karşısına. Oğlum Günaydın diyen olursa sana “Günaydın” diyeceksin. Nasılsın diyen olursa iyiyim teşekkür ederim sen/siz nasılsın/ız diyeceksin. Naber diyene iyilik merhaba diyene merhaba diyeceksin. Selamün aleyküme aleyküm selam diyeceksin dedi. Ben de o zaman öğrendim ki nasılsın sorusu pek de cevabı merak edilen bir soru değilmiş. Ama rahatlamıştım. Artık bayramda seyranda evin küçük kibar oğlu rolünü başarıyla oynayabiliyordum. Herkesin sanki bir öncekinin sorduğu nasılsın sorusuna verdiği cevabı duymamış gibi çaprazlama olarak birbirine sorduğu ve herkesin de bir önceki verdiği cevabı tekrarladığı garip bir ritüeldir bayram ziyaretleri. İnsanın tamam anladık herkes iyiymiş diye ortaya atlayıp bağıracağı tutar.

- Sen nasılsın yavrum ?
- İyiyim teşekkür ederim teyzeciğim siz nasılsınız ?
- Ben de iyiyim sağol.
- Allah iyilik versin.
- Amcacığım siz nasılsınız ?
- İyiyim canım sağol sen nasılsın?
- Ben de iyiyim teşekkürler.
- Dayıcığım siz nasılsınız ?
- İyiyim ya sen ?
- Tamam hepimiz iyiymişiz. Şimdi hep beraber nerede o eski bayramlar bahsine geçelim.

Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle, gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi.
Bunu yapsam şunu yapsam diyen insan yapamaz. Teşbihte hata olmasın ama ısıracak köpek havlamaz. Zaten aşkı da bulmamışsın belli ki. Eksikliğin aşk olduğunu da düşünmüşsün herhalde. Terliklerinle ancak evde oturursun sen.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Serüven

Önce kelime vardı.
Sonra can oldu.
Can doğdu hayat oldu.
Can, hayat ve kelime artık beraberdi.
Sonra hayat cana sıkıca sarıldı.
Can sıkıldı, içinden yalnızlık fırladı.
Özledi can hayatı ve kelimeyi.
Hasret arkadaşı oldu.
Hasret yakmaya başlayınca canı.
Ben geldi canı kurtardı.
Ben ile Can hayata tekrar kavuştular.
Kelime ile de yalnızlık dertleşiyordu.
Umut geldi ben, can ve hayatı
Kelime ve yalnızlığın yanına götürdü.
Benim bir işim var dedi ve gitti Umut.
İş de nereden çıktı şimdi dedi can.
Umudu sevmişti. Sevgi doğdu.
Neden gitmişti. İşe nefret duydu.
İş kimdi ? Umutla aralarında ne vardı ?
Can merakla tanıştı. Merak ona güç verdi
Ben candan gücü aldı hayal verdi.
Ben güçlenince yalnızlığı çekti yanına.
Can da hayal ettikçe kelime yanında kaldı.
Hayat kendi başına kalınca işin esiri oldu.
Can hayatı kurtarmak için işe saldırdı.
İş canı, hayatı, hayali, kelimeyi zindana kapattı.
Merak geldi zindanın dışını anlattı.
Ben ile güç işe gidip zindandakileri serbest bırak dediler.
İş onlara para verdi. Ben ile güç parayı da aldılar
Fildişi kulelerinden olanları seyrettiler.
Zindandakiler ağladı, umudu çağırdılar.
Umut geldi iş ile ben savaşamam dedi.
Ama savaşacak birini tanıyorum.
Umut zindandakilere aşkı getirdi.
Aşk ile birlik oldu zindandakiler.
Önce işi esir aldılar sonra ben ile savaşa girdiler.
Ben ile güç, para ile yalnızlık aşka boyun eğdiler.
Can, hayat ve aşkın birlikteliğinden saadet doğdu.
Sonra zaman geldi hepsinin üzerine çöktü.
Önce saadet, sonra aşk kaçtı zamandan.
Can ile hayat hastalandılar.
Ben gücünü ve parasını kaybetti.
Zaman saldırmaya devam ediyordu.
Ben, hayat, can, yalnızlık ve kelime kalana kadar
Herşeyi kasıp kavurdu zaman.
Zamana karşı tek çare ölüm çıkageldi.
Ben, hayat, can ve yalnızlık, ölüme tutundu.
Kelimeyi ise kabul etmedi ölüm.
Sen herkese hayatı, canı, yalnızlığı, beni anlatacaksın.
Herşey gitti kelime kaldı.
Önce ve sonra kelime hep oldu.

3 Haziran 2008 Salı

Into The Wild - Dar keskin ve Kaba bir Tutunamayanlar çeşitlemesi

Christopher Johnson Mcandless 22 yaşında çok yüksek notlarla Atlanta Emory Üniversitesi’nden mezun olduğunda kendisine ait eğitim fonunda 24,500.68 USD vardı. Notları ve parası Harvard Hukuk fakültesine devam etmesine imkan tanıyordu. Ailesi mezuniyet hediyesi olarak eski püskü arabasının yerine yeni bir araba almak istemişlerdi. Ancak o sonsuz bir özgürlük isteyen evi yollar olan sınır tanımayan bir maceracı ve güzelliklere yolculuk yapan bir seyyah olarak içindeki sahte kişiliği öldürmek için heyecanı doruğa ulaşan bir savaş ve galibiyet sonucu ruhsal dönüşümünün başarıyla tamamlanması amacıyla medeniyet tarafından daha fazla zehirlenmemek uğruna tek başına vahşi doğaya, Alaska’ya kaçtı. Kaderinin cilvesi ise iş başındaydı. Vahşi doğada yanlışlıkla yediği bir ot henüz 24 yaşındayken onu gerçekten zehirleyerek öldürdü. Meğer sonsuz özgürlük sandığı da bir derenin geçilmesinin imkansızlığı kadarmış.

Gerçek bir hikayeyi anlatan Into The Wild filmini bu cümlelere indirgemek biraz insafsızca bunu kabul ediyorum. Ancak bilgelik de 24 yaşında edinilebilecek bir şey değil. Alev Alatlı’nın “büyük yalan” dediği şeyi anlamak ve yaşamak hiçbirimiz için kolay değil elbette. Ancak keskin sirke de küpüne zarar. Ne yazık ki, Chris Alexander Supertramp (süperberduş) mutluğun sadece paylaşıldığında gerçek olduğunu yalnız başına ölürken anladı. Tam ölürken “tanrıya şükürler olsun ki mutlu bir hayat yaşadım” sözünün paylaşılmayan mutluluğun gerçek olmadığı tespitiyle çelişiyor olması bizlere aslında berduşun çok da süper olmadığını gösterdi. Evet “kristalin kırılganlığı onun zayıflığının değil saflığının göstergesidir”. Ancak saf bir kristale özen göstermeyen sadece anne ve babası değildi. Kendisi de yeterince özen göstermediğinden tuzla buz oldu kristal. Oysa Yusuf kuyuya girdiği için Yusuf olmuştu ve kuyuya girmeden Yusuf olunamıyordu.

Haklı da olsa süper berduş, kurgusal doğrularını yeterince test etmemişti. Bedelini canıyla ödedi. Oysa benzer duyarlılıkları Oğuz Atay “Tutunamayanlar”da çok daha naif ve bilgece anlatmıştı. Oğuz Atay’ın derinliği de süper berduşun aksine “büyük yalan”dan kaçmamasından kaynaklanıyordu. Mutsuz biriydi, yeterince anlaşılmamıştı ama kaçmak yerine göğüslemeyi tercih etti. Son nefesine kadar gaddarca alay ettiği üniversitelerde hocalık yaptı. Tüm umutsuzluğuna, kırılganlığına ve saflığına rağmen kendisine gereken özeni gösterdi ve tuzla buz olmadı.

Into The Wild tüm sığlığına rağmen yine de “Büyük Yalan”a dikkat çektiği için kayda değer bir filmdir. Benim nazarımda ise “Tutunamayanlar”ın keskin, dar ve kaba bir çeşitlemesinden öte değildir.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Hikayede "ben", Romanda "o" İşte Yusuf Atılgan

Ankara dönüşünde Yusuf Atılgan’ın öykülerini okudum. Daha önce de okumuştum. Ama bu defa çok farklı bir şey dikkatimi çekti. Aylak Adam’da ve Anayurt Oteli’nde 1. tekil şahıs ağzından anlatılmıyordu hikaye. Herkes “o” idi yani. Zebercet “o”, B “o”, C “o”, Güler “o”. Hatta Aylak Adam’da bir de yazar olarak yazdığı bölümler vardı. Mesela Güler B’ye yazdığı mektupta C’nin kendisine sinemada sımsıkı sarıldığını yazmış fakat aslında bu olmamıştı. Yazar da devreye girip Güler’in dediklerine artık güvenemeyiz gibi bir müdahalede bulunmuştu. Yani herkese yabancı, herkese yukarıdan bakan benim tanrı yazar olarak adlandırdığım herkesi gören, herşeyi duyan ama karakterlerin kendisinin farkında olmadığı bir üslupla yazmıştı romanlarını Yusuf Atılgan.

Öykülerini ise bir öyküde evde kalmış kızın ağzından, bir öyküde beyaz bir tavuğun ağzından, bir öyküde ağanın kızına aşık olmuş öksüz Osman’ın ağzından anlatıyordu. Tavukla bile empati kuran, ona yabancılaşmayan Yusuf Atılgan romanlarını niye böyle yazmamıştı ? Ya da hikayelerini neden 1. tekil şahıs olarak yazıyordu ?

İşin ilginç tarafı, karakterlerine yabancılaşarak yazdığında da, karakterleri ile empati kurarak yazdığında da yabancılaşma temasını çok fazla işlemesidir. Örneğin kümesinden kaçıp daha iyi horozlarla tanışacağı umudunu taşıyan bir tavuğun ağzından yazdığı hikayede tavuk kümesine yabancıdır. Ya da ağanın kızına aşık olan gariban Osman çok yalnızdır köyde. Hor görülür, çocukların aşağılamalarına maruz kalır. Annesine bile yabancıdır. Ha keza evde kalmış kız da öyledir. Aylak Adam’ın C’si ile Anayurt Oteli’nin Zebercet’in yabancılıklarında bahsetmeye gerek bile duymuyorum.

Sonuçta üsluptaki bu fark, içeriği pek fazla değiştirmiyor. O halde, romanlarını karakterlerine yabancılaşarak yazan adam neden öykülerini tam tersine onlarla empati kurarak yazardı ki ? Nedenini halen düşünüyorum. Makul bir neden bulursam yazarım

Bu arada Yusuf Atılgan’da benim gibi bir 27 Haziran günü doğmuş. İçli bir yengeç oluvermiş. Çağdaş olduğu yazarların aksine şehri de köyü de köyden anlatmış. 30 yıl Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde çiftçilik yapmış. Köydeki arkadaşları pek konuşmazdı ama çok iyi bir insandı demişler arkasından. 30 sene köyde yaşadıktan sonra 1976’da tam 55 yaşındayken tekrar İstanbul’a dönmüş. Danışmanlık, çevirmenlik redaktörlük gibi işler yapmış. 1989’da şehirde yazmış olacağı ilk, tek ve son romanı Canistan’ı tamamlayamadan ölmüş. Şehirdeki arkadaşları ölümünden sonra Yusuf Atılgan’a Armağan adıyla bir kitap yayınlamışlar. Her yönüyle sıradışı yazarlarından biridir Türk Edebiyatının.

Tren yolunda raylar uzar

Bu hafta sonu Ankara’daydım. Üniversite yıllarımın geçtiği sevdiğim şehir Ankara. Cebeci’nin yukarı taraflarında bir park vardı. Tüm Ankara gecekondularını ve Ankara Kalesi’ni çok güzel gören bir parktı. Bizim eve de çok yakındı ama dik bir yokuşla tırmanılırdı. Pek fazla gitmezdim. Ama gittiğimde o tepeleri tümüyle saran gecekondular, benim hiç görmediğim, gitmediğim başka bir şehir daha olduğunu hatırlatırdı bana hep. Bu defa da o parka gitmek istemiştim. Zamansızlıktan gidemedim. Ankara Kalesi’ne gitmek istedim. Yine gidemedim. Gaziosmanpaşa – Çankaya - Esat üçlüsünden dışarı çıkamadım. Kızılay’ı bile görmedim.

İlginç olan şu ki, İstanbul’da geçen üçbuçuk yıldan sonra Ankara bana fena halde sevimsiz gelmişti. Oysa ben severdim bu şehri. Üniversite sınavlarına gireceğim zaman, İstanbul’dan korkmuş ve tercihlerimin büyük çoğunluğunu Ankara’ya yapmıştım. İstanbul’a göre daha ucuzdu, daha basit bir şehirdi, daha belasızdı ve Kayseri’den sonra çok daha sosyaldi. Ama şimdi ben de Ankara’nın sadece İstanbul’a dönüşünü sevmeye başlamıştım.

Giderken de dönerken de tren ile seyahat ettim. Uzun zamandır uzun yolculuklar yapmadığımı farkettim. Uzak yerlere hep uçak ile gidiyormuşum. Hem güzeldi, hem de sıkıcıydı. Özellikle giderken kuzenle gittiğimizden, gece olduğundan, rakı içtiğimizden daha bir güzeldi. Dönüş ise gündüzdü ve tek başımaydım. Biraz kitap okudum. Hep müzik dinledim. Ama sıkıldım. Dışarı baktım. Çoğu yer sapsarıydı. Köylerin kenarından geçerken trenimizi gören tüm çocuklar el sallıyordu. O zaman farkettim ki, gerçekten “Tren yolunda raylar uzar/Uzar da nereye gider/ Ay'a gider, suya gider ,yola gider, yar gider”di.* Trenlerin ve yollarının garip bir etkisi vardı.
7-8 yaşlarındayken trenle Kayseri’den Kars’a yataklı vagonda gitmiştik. 24 saat sürmüştü yol. Ama özellikle Erzincan sonrası düzgün yol kadar da tünel vardı. Giriyorduk çıkıyorduk. Giriyorduk, çıkıyorduk. En uzun tünelin hangisi olduğunu anlamak için içimden sayardım tünele girdiğimizde. Sanki o günlerden kalma bir tren etkisi vardı üzerimde. Gidilemeyen yerlere götürür, geçilemeyen geçitlerden geçerdi tren. Kenarından tren yolu geçen köylerin çcoukları daha bir sevinirdi. Daha bir hevesle sallarlardı ellerini trene. Ben de onlara sallardım o yaşlardayken. Bu defasında ise yalnızca ifadesiz ifadesiz baktım.

Sanırım kaçınılmaz bir değişim içinde olmanın farkındalığını yaşadım. Artık ne 7-8 yaşındaydım, ne de 19-20. Tam 31 yaşındaydım ve bu yolculukta bunu bir kez daha hissettim. “Benim de başıma bu gelenler adamı kanser eder”* pozisyonundan çok şükür halen uzaktayım.

* Ahmet Kaya'nın "Derin bir ah çektim" şarkısının sözleridir.