17 Ocak 2010 Pazar

Ne Ahlaklı Abimizdin Sen Be Wilson Abi

6 sezondur House seyrederim, bir gün bile Wilson'un House'laşacağı aklıma gelmemişti. Tamam bir önceki bölümde bunun izleri vardı da, Wilson'un kamuya açık bir mekanda (restoranda) House'a evlenme teklif edeceğine rüyamda görsem inanmazdım. Bu arada bu laf çok saçma, rüyanda görsen tabii ki inanmazsın yani niye söylüyorlar ki, bunu.


Ben hep House'un Wilson'laşmaya çalışacağını ama bunu beceremeyeceğini düşünürdüm, ancak 6. sezon 9. bölümde dizide yaşanan kırılma ilk meyvesini 10. bölümde verdi. Zannediyorum çok daha eğlenceli bölümler izleyeceğiz artık. Ancak yine zannediyorum ki, daha güzel bölümler olmayacaklar.


Bu blogda daha önce de bir House yazısı yazmıştım. House karakterini oluşturan dehaya hayranım. Evet belki House kadar iyi bir doktor hiçbir zaman dünyaya gelmeyecek, ama House gibi bir kişiliği yaratan deha çoktan gelmiş. Daha önceki yazımda da belirtildiği gibi House aslında Sherlock Holmes'un tıbbi ve modern bir versiyonu olarak tasarlanmıştı. Ancak gelinen noktada Wilson Watson'dan çok uzak bir noktaya yerleşti.


Açıkçası 6. sezonun 9. bölümünün adının Wilson olduğunu diziyi indirirken gördüğümde şaşırmıştım. Sonuçta yine bir önceki yazımın metaforlarıyla konuşursak House rakıydı, Wilson suydu, Cuddy de buz. Kim rakı dururken sudan bahsetmek isterdi ki. Evet su daha yaşamsal, faydalı, hayatın kaynağı falan da sıkıcı yani. Dizi kanaatimce ilk mecrasında kaydı, ama hala çok güzel, belki daha az güzel ama daha eğlenceli.


Bakalım Wilson karakteri House'laşmayı ne kadar kaldırabilecek, ve su rakılaşmaya başladığında sadece buzdan gelecek su bizi ne kadar ayık tutacak. Artık House'u sadece içmeyi gerçekten blenler denesin. Çünkü bu meret şişede durduğu gibi durmaz.

15 Ocak 2010 Cuma

Doğaçlama Bir Tiyatro Oyunu: İki Adam Testi

Yine böyle saçma sapan bir sınıflandırma yapacağım işte, napayım hayat şartları.

İki adam var. Biri açık diğeri kapalı. İki adam var, biri ilkeli, diğeri faydacı. Biri konuşan diğeri susan. İki adam var işte, biri unutmaz, diğeri unutur. Biri yalnız, diğeri sosyal. Biri tavizsiz, diğeri tavizkar.

Şu aralar bir çölün ortasında 35 kişi ile aynı binada oturan ben ve bir diğeri ve bir Perşembe akşamı. Çölün perşembesi sizin oraların Cumartesisi çünkü çölün pazarı Cuma. Perşembe günü akşam saat 7’ye kadar çalışan iki adam. Biri ben biri diğeri. İşten çıkmak istiyorlar artık, gözlerinden uyku akıyor, karınları aç. Çıkıyorlar ve adına villa dedikleri 35 kişi ile beraber kaldıkları çölün ortasındaki binaya geliyorlar. Gidip doğru düzgün bir yemek yemek istiyorlar fakat buna güçleri yetmiyor. Çünkü villadaki standart yemekhane yemeğini sevmiyorlar ikisi de. Daha yoldalarken anlaşılıyor ki villada bir faaliyet var. Damdaki terasın ışıkları yanıyor, bir hareketlilik fark ediliyor 500 m. öteden. Aha mangal yapıyorlar, senin rakıya meze çıktı diyor diğeri bana ve kornaya basıyor. Terastaki herkes aşağı bakıyor.

Ben iniyorum ve Allahsızlar diye bağırıyorum, insan bir haber verir. Anlamıyorlar. Hızlı adımlarla çıkıyorum yukarı. Siz diyorum ne terbiyesiz insanlarsınız, haber vermiyorsunuz. Afiyet olsun diyorum ve aşağı odama iniyorum. İki dakika sonra iki kişi geliyor, biri valla benim de haberim yoktu, telefon açtılar çıktık diyor, diğeri abi siz zaten bu saatlerde gelmiyorsunuz ki, o yüzden ben haber vermedim. Birine sen hiç konuşma fuzuli işler müdürü diyorum, düzgün bir idari işler amiri olsaydın bunu sen akıl ederdin, sonra diğerine dönüyorum, senin işin benim gelip gelmeyeceğimi düşünmek değil diyorum, arayacaksın söyleyeceksin, gelirim gelmem sana ne. İkisi de kolumdan tutup yukarı götürmeye çalışıyorlar. Yok diyorum gelmem. Yukarıda patron da var diyorlar tatsızlık çıkmasın ne olur gel diyorlar. Yok diyorum, ne çıkıyorsa çıksın gelmiyorum. Arabadaki diğer adam da çağırıyor, hadi gel diyor. En sonunda tamam gelirim ama hayatta bir şey yemem diyorum. Açlığın gücüne daha çok inandıklarından, yukarı çıksın nasıl olsa yer diye düşündüklerinden tamam diyorlar sen gel.

Yukarı çıkıyorum. Bu işin elebaşısı geliyor, bak diyor böyle tavuk kanadını bir daha bulamazsın. Yemem abi sağol diyorum, elimi bile sürmem. Yapma diyor, siz yapmışsınız ben bir şey yapmıyorum diyorum. Bu sefer suçu birbirlerine atıyorlar. Diyorum ki hiç boşa uğraşmayın hepiniz eşdeğerde suçlusunuz. Hiçbiri ne suçu, seni aramak zorunda mıyız, yemezsen yeme diyemiyor. Herkes bana yedirmenin telaşına giriyor. Arabada beraber geldiğim adam da önce sen yemiyorsan ben de yemiyorum diyor sen bilirsin abi diyince gizli gizli yemeye çalışıyor. Ses etmiyorum. Yemiyorum ve hepiniz hiç ummadığınız zamanlarda duyacağınız laflarımla bunun bedelini ödeyeceksiniz diyorum ve iniyorum. Tekrar ikna turları başlıyor. Şimdi gidiyorum bir daha yapıyorum tamam haklısın diyor elebaşısı, yap abi diyorum, sabaha kadar yap, sabaha kadar yemem. Yeminler ediyorlar, bilinçli olarak aramamış değiliz diye. Dinlemiyorum bile. Çok üzüldüler yapma diyor arabadaki ikinci adam, ben de böyle biriyim abi yapacak bir şey yok diyorum. Sıkılıyorlar ve herkes gidiyor. Ben de hiçbirşey yemeden yatıp uyuyorum. Ertesi gün kahvaltıya çağırıyorlar, gitmiyorum. Ne yiyeceksin diye soruyorlar, sanki beni düşünüyorlarmış gibi. Yüzlerine vurmuyorum, tostumu yapar yerim ben diyorum. Huzuru bozan oluyorum, arıza çıkaran adam oluyorum. Sen diyorlar ne arıza adamsın. Evet diyorum ben arızayım, işinize geliyorsa. Asosyalsin sen diyorlar, sakıncası mı var diyorum, yalnız kalırsın böyle yaparsan diyorlar, zaten yalnızım ben diyorum. Nuh diyorsun peygamber demiyorsun diyorlar, Nuh dediğime şükredin diyorum. Sonunda beni yalnız bırakıyorlar, üstüme gelmezlerse unuturum sanıyorlar.

Peki ben bu tiyatroyu niye sergiliyorum. Çünkü iki tür adam var. Biri açık diğeri kapalı, biri ilkeli, diğeri faydacı, biri konuşan diğeri susan, biri unutmaz, diğeri unutur, Biri yalnız, diğeri sosyal, biri tavizsiz, diğeri tavizkar. Birinci adamı anlayamıyor, ikinci adam. Birincinin hep kendini naza çektiğini sanıyor. Oysa aslında ne söylediğini bilen, tüm açıklığıyla düşündüğünü söyleyen, birinci adam. Diğeri en susması gereken konularda bır bır konuşuyor, en konuşması gereken yerde susuyor, aman diyor aram bozulmasın, aman diyor tatsızlık çıkmasın, aman diyor, yarın işim düşer. Oysa birinci adam, konuşması gereken yerde susmuyor ama sevmediği geyikten de kaçıyor. Sen hiç konuşmuyorsun diyorlar, birinci adama, ama sonra akıllarına birinci adamın konuşmaları gelince, kafaları karışıyor. Lan biz buna hiç konuşmuyor dedik ama bu herif bütün önemli işlerde hiçbirimizin söyleyemediklerini söyledi diyorlar. Hem patavatsız diyorlar birinci adama hem hiç konuşmuyor, sonuçta kafaları karışıyor. Anlamıyorlar. Anlamalarını beklemek boşuna.

Onların anlamaları gereken şey belli. Birinci adamla ilgilenmeyecekler, birinci adamı zorla sağa sola götürmeyecekler. Yalnız yaptığı işler için niye bizi de çağırmadın demeyecekler. Birinci adamla ikinci adam sadece beraber çalışırlar. Başka da beraber yapabilecekleri hiçbirşey yoktur. Yalnız kalmamak için birinci adama tutunmaya çalışmayacaklar.

Eğer o damda bir kişi de bana sen kimsin bana terbiyesiz diyorsun, sen kimseyi çağırmadan eğlenmeye gitmedin mi, her gün öğlen yemeği için biz buradaki saçma sapan sandöviçleri yerken sen dışarılara kaçıp adam gibi yemeğini yemıyor musun, hem biz seni her yere çağırmak zorunda mıyız deseydi, çok memnun olurdum. Ama ne yazık ki o damda bunu söyleyebilecek bir kişi yoktu. Ve nihayet artık bana ilişmeyecekler.

1 Ocak 2010 Cuma

Daha İyi Bir Hayat

Elinden tutabileceğini düşünüyorsun, yardım edebilirim sanıyorsun. Aslında derdin belli, daha iyi bir hayat. Umurunda da değil ettiğin yardımın ondaki etkileri. Hayır umurunda da onun açısından değil senin açından. Bir tür yansıtma bekliyorsun işte al gülüm ver gülüm hesabı. Bir tür vermeden almak Allah’a mahsus çeşitlemesi, almak için önce vermek istiyorsun. Yatırım planı gibi, ekersen biçeceğinin garantisi yok ama ekmezsen biçemeyeceğin kesin. Konumu, durumu fena olmayan tarla buldun mu ekmek istiyorsun. Sırf bir şeyler biçebilmek için ama, tarla umurunda değil.

Daha iyi bir hayat istiyorsun, bunun yolu alabildiklerinden geçiyor. E sen de almak için vermek istiyorsun hepsi bu. Ama verdikten sonra almak için de verirken bazı şartların oluşması gerekiyor. En baştan sözleşmeler imzalanmalı boş yere vermemek için. Sürekli kapalı dükkana kira ödemeyi kim ister ki.

Daha iyi bir hayatın bedeli var. Sana yatırımı riskli bulurlar diye, kendini yatırım için daha elverişli hale getirmeye çabalamıyorsun. Ömrünce de çabalamadın. Çünkü körü körüne yatırabileceklerine güvendin sen hep. Kaybetmeyi kabullenme kapasitenden medet umdun. Kaybetmeyi doğal, kazanmayı acayip olarak değerlendirdin.

Aslında çok da kaybetmedin ki! Kaybetmeyi göze aldığın doğru ama çoğunlukla kaybedeceğini önceden sezip yatırımdan vazgeçtin. O yüzden bir sermaye birikimin var şu anda, ama bir koyup beş de almadın hiç. Bir koyup beş alanları kıskanıyorsun içten içe. Ama bunu kesinlikle inkar edersin. Ne uzuyorsun, ne kısalıyorsun, “benden ne köy olur, ne kasaba” sendromundan, garson boy psikozundan kurtulamıyorsun bir türlü. Nefret ediyorsun bu durumdan.

Ama bir konuda haklısın. Ahlaki değerlerin ve adalet duygun nedeniyle haksız kazanç getirecek yatırımlara girmiyorsun ve aslında bir koyunca beş veren yatırımların çok büyük kısmının haksız kazanç getirecek yatırımlar olduğunun farkındasın. Ahlaki değerlerini daha iyi bir hayat isteğinden üstün tutuyorsun. Hem haklı olmak, hem de çok kazanmak istiyorsun. Ama hayat genelde sana “sen kazandın ama ben haklıydım” vakaları getiriyor. Haklılıktan vazgeçemediğin için kazanmaktan vazgeçiyorsun. Kazanamadığın için başarısız sayıyorsun kendini, ama hiç düşünmüyorsun hem haklılık hem de kazanmak istemek açgözlülük olmuyor mu?

Sen haklı olduğun ve çok kazanacağın o mucizevi fırsatın kapını çalmasını bekliyorsun. Eğer bu fırsat kapını çalarsa ödediğin bedellere değecek, çalmazsa canları sağ olsun diyeceksin. Beklentilerini kısman bu yüzden. Pasifliğin bu yüzden.

Ama şimdi düşün bakalım, aslında aza kanaat getirir görünürken, aslında en büyük açgözlülüğü sen yapmıyor musun? Pasif pasif otururken, aslında sürekli etrafı gözlemlemiyor musun sinsice? Ahlaklı, erdemli olacağım derken, mucizelere gözünü dikecek kadar kibirli oluşunu yalandan bir tevazu kılıfına saklamıyor musun?

Söyle bakalım, sen neye hizmet ediyorsun? Ne istiyorsun? Daha iyi bir hayat mı, güldürme beni.