31 Ekim 2008 Cuma

Esasen Bunların Hepsi Uydurma

Samanyolu galaksisinin güneş sisteminin kokuşan bir gezegeni olan dünyada, insanoğlu insanoğluna kısacık bir süre için teğettir. Sonra herkes kendi meçhulüne yollanır. Bir başına.
İnsanoğlunu insanoğlu kılan, insanoğlunun insanoğluna teğet geçtiği o kısacık süredir: ‘biz’ öyle buyurduk. Belki beşbin yıl öncesinin Mezopotamya’sında, belki onbin yıl öncesinin Çin’inde. Öyle buyurduk.

‘Anamızdan çocuk yapmayız’ dedik, türümüzü kedilerden ve iguanalardan ve eğrelti otlarından ayırdık. ‘Zayıf kollanmalıdır!’ dedik, su kaplumbağalarından, çakallardan ayrı durduk. ‘Ne farkınız var?’ diye soranlara, ya Darwin’le ya da din kitaplarıyla karşı koyduk. Doğa’dan doğal olmayanı talep ettik, insan olduk.

Bazılarımız olayı çok ciddiye aldı. Güneşin bir alevden ağırlık ki üç defa milyon defa iki bin milyon ton ne iyi, ne fena, ne güzel, ne çirkin, ne haklı, ne haksız olduğunu unuttu. Kadıncık, bunlardan birisiydi. Güneşi zaptetmeye kalktı. Kendince ‘hayatı’ karşılıyordu.
Kül oldu, Kerem gibi yana yana.

Oysa güneş deve dikenlerini de, kahkaha çiçeklerini de ısıtıyordu.

Alev Alatlı’nın bu metnini ilk okuduğumda, henüz 18 yaşında üniversiteyi yeni kazanmış biriydim. İnsan o yaşta daha farklı beklentiler içinde oluyor. Daha mutlu, daha başarılı, daha özgür filan olacağım sanıyor. Kibir işte, belli ki o zaman daha insanmışım. Neyse o zaman insanoğlunu insanoğlu kılan sürenin kısalığına değil de “Anamızdan çocuk yapmayız dedik” ile başlayan insanlık tanımına yoğunlaşmıştım.

Doğadan doğal olmayanı talep ettik nasıl bir cümleydi anlamaya çabaladım. Biyolojik olarak anamızdan çocuk yapmamız mümkündü ama düşüncesi bile mide bulandırıcı geliyordu. Doğal olanı reddetmiştik yani, öte yandan da anamızdan çocuk yapsaydık, muhtemelen türümüz mutasyona uğrardı. Yani doğal olan anamızdan çocuk yapıp türümüzü mutasyona uğratmaktı ama biz öyle yapmadık. Bütün doğa yasaları güçlü zayıfı ezer üzerine kuruluyken, biz “zayıf kollanmalıdır” dedik. Doğadan doğal olmayanı talep etmiştik yine. Hak, hukuk, ahlak, adalet gibi kavramlar ürettik asırlar boyu. Kendimizi doğadan da doğadaki yaratıklardan da üstün gördük. Yaratılanların en şereflisi bizdik. Şeytan bile bize saygı gösterip secde etmediği için cezalandırılmıştı Allah tarafından, öyle inandık. Kavgamız kaderle yani doğa ileydi. Hastalıkların tedavisini buluyorduk, ömrümüzü uzatıyorduk, doğanın kaynaklarını hoyratça kullanıyorduk. Çünkü biz bu evrenin eşref-i mahlukatıydık, evren bizim yüzü suyumuz hürmetine yaratılmıştı. Ama işte “güneşin bir alevden ağırlık ki üç defa milyon defa iki bin milyon ton ne iyi, ne fena, ne güzel, ne çirkin, ne haklı, ne haksız olduğunu” unuttuk, “kül olduk kerem gibi yana yana”.

Bu olağanüstü metni her okuduğumda, içim kibirle dolar. Çünkü ahlakın kaynağı insanın kibiridr aslında. Evrenin en şerefli yaratığı ahlakı da kendisi uydurmuştur ve bu olağanüstü metin belki de bu yüzden esasen bunların hepsi uydurma diyerek başlar. İnsanoğlu ahlaklı olabildiği ölçüde rahat ve huzurlu, ahlaklı olamadığı ölçüde de rahatsız ve huzursuzdur. En azından ben öyleyimdir.

Sonra yıllar geçti. Nefret ettiğim bir üniversite eğitiminden geçtim. 6 senede zar zor mezun olduktan sonra 2001’de ekonomik krizle karşılaştım. Depresyon kaçınılmazdı. Kendi uydurduğumuz kavramlar yüzünden (ekonomi, ahlak) krize girmişti memleket. Yine mümkün mertebe kendime toz kondurmadan makro bakmaya çalıştım olaya. Ekonomi neden krize giriyordu. Kaynaklar az, tüketen çoktu da ondan. Kader ile kavgamızda insan ömrünü uzatmıştık ya, hastalıkları tedavi edebiliyorduk ya. Nüfus da artıyordu işte sürekli. Doğadan doğal olmayanı talep ettik ya, ölümsüzlük falan talep ettik ya, uzun ömürler diledik ya, insan olduk ya. Şu dünyayı soktuğumuz hale bak.

Adalet istedik, gelir dağılımınını dengesizliğine bak.
Uzun ömür istedik, dünya nüfusuna bak.
Özgürlük istedik, kapitalizme bak.
Eşitlik istedik, komunizme bak.
Kardeşlik istedik, savaşlara bak.

Bazılarımız bazılarımızdan daha insan olduklarını iddia etmişlerdi. İnsanın genel kibrinden daha büyük bir kibir taşıyordu bazılarımız. Üst insan diye bir kavram daha türetildi : Ubermensch. Üst insanların diğer insanlardan daha fazla yaşamaya, daha fazla tüketmeye hakları vardı. Sonra bu hiyerarşi daha da derinleşecekti.

Her neyse dedim ya depresyon kaçınılmazdı, girildi. İşte o depresyonda bu metnin üzerinde durmadığım, düşünmediğim yeni bir boyutu ortaya çıktı : “Samanyolu galaksisinin güneş sisteminin kokuşan bir gezegeni olan dünyada, insanoğlu insanoğluna kısacık bir süre için teğettir. Sonra herkes kendi meçhulüne yollanır. Bir başına.”

İnsanoğlu insanoğluna kısacık bir süre için teğetti. Sonra herkesin kendi meçhulü vardı. İnsanoğlunu insanoğlu kılan da bu kısacık sürelerdi. O zaman anladım yalnız olduğumu ilk. O zaman arkadaşlarımdan, ailemden kopuşumu anladım. Artık kendi meçhulüme yollanıyordum. Belki teğet geçeceğim yeni insanoğulları olacaktı, belki daha uzun sürecekti, belki daha kısa. İlk defa o depresyonda anlamıştım bunu.

O günden beri çok fazla teğet geçmedim insanoğluyla. Kimseyi zorlamadım da. Geçtiklerim de çok uzun sürmedi. Bugün bu olağanüstü metni tekrardan hatırlamamın sebebi ise, aldığım “ne kadar uzaklaştık ya” mesajıydı. Doğadan doğal olmayanı talep edip insan olmaya çalışan biri olarak bana bu da çok doğal geldi.

27 Ekim 2008 Pazartesi

Hayao Miyazaki'den Masallar

Çocukken okuduğunuz veya size okunan masalları düşünün. Pamuk Prenses, Kırmızı Başlıklı Kız, Külkedisi, Uyuyan Güzel, Rapunzel, Güzel ve Çirkin vs. vs. Bu masalların hepsinin belli başlı ortak özellikleri vardır.

1. İyilik ve kötülük kesin çizgilerle ayrılmıştır.
2. Hiçbirşey göründüğü gibi değildir mesajı vardır. Canavarlar, kurbağalar prense dönüşürler.
3. İyi karakterler pasiftirler, kanaatkardırlar, haksızlığa uğrarlar, kaderlerine razı olurlar ve zorluklara tahammül gösterirler. Sonunda da mutlu olurlar
4. Kötü karakterler aktif, hatta proaktiftir. Ne istediklerini bilirler, inisiyatif alırlar, bencildirler, planları projeleri vardır.
5. İyi karakterler küçük kızlardır ve masalın sonunda ödülleri beyaz atlı yakışıklı bir prens ile evlenmek olur.
6. Büyü, sihir, cadı, dev gibi olağanüstü şeyler olur masalların dünyasında.

Açıkçası çocukken masallardan hiç hazzetmezdim. Sıkıcı gelirlerdi. Mutlaka haksızlığa uğrayan iyi kızın sonunda prensine kavuştuğu hikayeler. Arada sırada çıkardı bu özelliklerin dışındaki hikayeler de tabii ki. Çizmeli Kedi mesela. Çizmeli Kedi efendisine yardım etmek için önce krala hediyeler götürerek güvenini kazanmış, sonra kralı kandırmış, efendisini varlıklı biriymiş gibi göstermiş, bir plan doğrultusunda devi kandırarak yok etmiş, efendisiyle kralın kızını evlendirerek rahata kavuşmuştur.

Ya da sihirli fasulye. Bir halk masalıymış bu da. Yoksul ve dul bir kadın ile oğlu ihtiyaçtan ineklerini sihirli fasulyeler karşılığı tuhaf bir yaşlı adama satarlar. Sonra fasulyeler göğe uzanır. Orada başka bir dünya vardır. Oradaki bir devin altınını, altın yumurtlayan tavuğunu ve altın arpını çalarlar. Fasulyeyi kesip bağlantıyı koparırlar ve refah içinde yaşarlar. Elbette bu masalın devrimci yanlarını görmüyor değilim. Ama benimsemiyorum.

Çocuklara anlatmak isteyeceğim türden masallar değil bunlar. Ne çocukların proaktif ne istediğini bilen ve bu yolda herşeyi yapabilecek cadılar olmasını isterim, ne de pasif, birey olamamış kaderlerine razı prensesler. Çizmeli Kedi gibi sahtekar yalancı olmalarını da istemem, sihirli fasulye ile tırmandıkları göklerdeki hayattan hırsızlık yapmalarını da.

Bu masal konusuna Shrek 2’den beri kafa yoruyordum. Bu masalların idealize ettikleri karakterlerin idealden çok uzak, edilgen kaderlerine razı tipler olmaları beni çileden çıkarıyordu. Oysa tüm bir insanlık tarihi insanın kaderine karşı koyması üzerine kuruluydu. Kader hasta ediyor, insanlık şifa buluyordu. Kader uçamazsın diyor, insanlık uçağı icat ediyordu.

Daha sonra Çağan Irmak’ın Ulak filmini izledim. Köydeki çocuklara hikayeler anlatan güler yüzlü amca figürü çok hoştu. Çetin Tekindor şahane oynuyor, Ulak İbrahim’in hikayesini çok güzel anlatıyordu. Hikaye ilerledikçe, gnostisizm kokusu siniyordu hikayeye ve anlatan ile anlatılan birleşiyordu. Hikayeyi beğenmiştim ama çocuklara anlatmak isteyeceğimi sanmıyordum. Çünkü çok tartışmalı şeyler söylüyordu özellikle dine, inanca dair.

Sonunda Hayao Miyazaki’nin Spritted Away (Ruhların Kaçışı) isimli çizgi filmini izlediğimde, “işte bu” dedim. İşte çocukların olmalarını isteyeceğim karakter Chihiro. Sonra Howl’s Moving Castle’daki (Howl’un yürüyen şatosu) Sophie. Miyazaki tam da ben çocukken duymak isteyeceğim masalları anlatıyordu.

Spritted Away’de Chihiro babasının işleri dolayısıyla taşraya taşınmak zorunda kalan, okulunu, arkadaşlarını, hayatını büyük şehirde bırakmış bir öğrenciydi. Yeni geldikleri taşrada yollarını kaybederek buldukları terkedilmiş görüntüsündeki hamam bir anda tüm ailenin yaşamını değiştirecekti. Annesi ile babası domuza dönmüşlerdi Chihiro’nun ve onları bu durumdan kurtarabilecek tek kişi de kendisiydi. Chihiro çalışkanlığı ile, cesareti ile, zekası ile, direnci ile ve hatta belki de hepsinden öncelikli olan ahlakıyla sadece anne babasını kurtarmakla kalmıyor, aşık olduğu nehir tanrısını da özgürlüğüne kavuşturuyordu.

Howl’s Moving Castle’da annesinin şapka dükkanında çalışan Sophie ise Issızlığın Cadısı tarafından yaşlı bir nineye dönüştürüldüğünde, oturup kaderine ağlamıyor, kendisine başka bir dünya kurmak için gizlice evden ayrılıyordu. Kalbini ateş tanrısı Calcifer’e kaptırmış büyücü Howl’un yürüyen şatosunda temizlikçilik yapmaya başlıyordu. Kralın büyücüsü Suliman Howl’un kalbini Calcifer’e vermiş, böylece hem Calcifer’i hem de Howl’u kendisine bağlamıştı. Howl, onda bulunan kalbi sayesinde Calcifer’in efendisi olmuştu. Calcifer de Howl’un kalbiyle güç kazanmış ama özgürlüğünü yitirmişti. Sophie tüm bu düzeni sevgisiyle, cesaretiyle, ahlakıyla yıkıyor, Calcifer’i de Howl’u da özgürlüğüne kavuşturuyordu. Klbini Calcifer’den alıp, Howl’a yerleştirdiğinde, kendini yorgun hisseden Howl’a söylediği söz ise halen kulaklarımda. “Bir kalp taşımak ağır bir yüktür.”

Ne iyi ve pasif, ne de kötü ve proaktifti Miyazaki’nin baş kahranmanları. Tam olması gerektiği gibiydiler. Sıradan, ahlaklı, cesur, çalışkan, azimli… Muhtaç oldukları kudret damarlarındaki asıl kanda mevcuttu Sophie’nin de Chihiro’nun da.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Halim Şefik Güzelson'a İthafen: Balık Ağzı

Saatin alarmı tam 07:00’de çaldığında Osman Galipoğlu, Sarıyer’deki 22 odalı yalısının pirinç karyolasındaki viscolex yatağında uyurken rüyasında İstanbul boğazından çıkmak isteyen bir kılıç balığının balıkçılar tarafından avlandığını izleyen bir orkinos olduğunu görüyordu. Saatin de çalmasıyla Osman Bey, yarı uyanık bir haldeyken rüyasını, odanın ısısını 18 C dereceye ayarlayan klima ve karısının yorgana duyduğu büyük aşk ile ilişkilendirmişti. Dışarıda şu an 26 C derece olan hava hiç şüphe yoktu ki, günün ilerleyen saatlerinde 33 C dereceye kadar yükselecekti. İşin içine İstanbul’un nemi de katıldığında, hissedilen sıcaklık 40 C dereceyi bulurdu.

Yataktan doğrulmak üzereydi. Dışarıda hava bu kadar sıcakken, evde üşüyüp de bu tuhaf rüyayı görmesine sebep olan klimaya küfrü bastı ve gece mavisi ipek pijaması ile jakuziye yollandı. Osman Bey, sıcak bir jakuzide sabahları 15 dakika kalmadan güne başlamaktan nefret ederdi ve çoğunlukla da daha uzun kalırdı. Jakuzi, karısının ve kendisinin tüm elbiselerinin yer aldığı dört duvarındaki dolap kapaklarının tümüyle ayna ile kaplı olduğu elbise odacığı gibi, odasındaki birkaç odacıktan birinin içinde yer alıyordu. Odacıkta jakuzideyken müzik dinleyebilmesine imkan sağlayan güzel de bir ses sistemi vardı. Odacığın kapısını içerden kapattı ve kilitledi. Karısını rahatsız etmek istemediği gibi, karısı tarafından da rahatsız edilmek istemiyordu.

Müzik sisteminin başında durdu ve her sabah yaptığı gibi Stravinski’nin ilk seslendirildiğinde hiç beğenilmeyen eseri Bahar Ayini’ni dinlemek üzere sistemi ayarladı. Eserin sesi odacığı doldurmaya başladığında jakuzi de ılık suyla doluyordu. Aslında Stravinski’nin kalabalık orkestralar için yazdığı bu bale eserinin sonradan tek bir piyanoda iki kişinin 4 elle çaldığı versiyonu daha çok hoşuna gidiyordu. Sadelik eseri daha vurucu yapıyordu Osman Bey’e göre. Seslerin, notaların deforme edilerek müzik dünyasının en şok edici eserlerinden biri sayılan Bahar Ayini’ni, kurallara başkaldırarak ortaya bambaşka yeni bir müzik koyduğu için seviyordu. Her sabah bu müzik ile önceleri “başkaldırı” olarak nitelendirilen eylemlerinin sonucunda kazandığı büyük başarılar geçiyordu gözlerinin önünden. Bahar Ayini herhangi birşeye ve tabii ki güne de, başlamak için dinlenebilecek en güzel müzikti.

Jakuzi sisteminden gelen sinyal sesi jakuzinin kullanıma hazır olduğunu kendisine bildirdi. İpek pijamasını ve çamaşırlarını çıkarıp, usulca jakuziye yerleşti. Rahat ettiğinde Bahar Ayini Le Sacrifice bölümüne geçmişti. Gözlerini kapattı ve bütün dikkatini çalan müziğe verdi. Sert vahşi ve düzensiz ritmleriyle müzik, Osman Bey’e iş dünyasında karşılaştığı zorlu engelleri düşündürüyordu. Hepsini tek tek aşmıştı. Yıkılmamak, güçlü olmak ona huzur veriyordu.

Birdenbire gözünün önüne gelen kılıçbalığı bu huzuru bozdu. Gece rüyasında mor kuşaklı bir takayla gelen balıkçılar tarafından avlanan bir kılıçbalığı görmüştü. Gariptir kendisi de aynı sularda bir orkinostu ve kılıçbalığının iri gözlerindeki kederi görmüştü. Kılıçbalığının balıkçılar tarafından avlanışını izleyen bir orkinos olmak da neyin nesiydi ki. Nerden çıkmıştı bu rüya. Hemen aklındaki düşünceleri başından kovdu ve yeniden müziğe odaklandı. Huzurunu tekrar sağlamıştı. Bir süre daha huzurun keyfini çıkardıktan sonra yeni güne yenilenmiş bir şekilde hazırdı.

***

Osman Bey’in yalısının yaklaşık 400 km. kuzeydoğusunda denizsuyu sıcaklığının yüksek olması nedeniyle yüzeye yakın yüzerek Karadeniz’den Akdeniz’e geçmek isteyen bir kılıçbalığı İstanbul Boğazı’na doğru ilerliyordu. Normalde bir ay sonra suyun sıcaklığı biraz daha düştüğünde, Akdeniz’e gitmek için hareket etmesi gerekiyordu. Sanki Akdeniz’de birine yetişecekmiş gibi sabırsızca bir ay öncesinden yola koyulmuştu.

Yüzeye yakın yüzerek, balıkçılardan zıpkın yeme olasılığını artırıyordu. Bu sebeple hızlı yüzmeliydi. Açık denizde risk daha azdı ama şimdiden boğazı nasıl geçeceğinin kaygısına düşmüştü. Boğazdaki akıntıya güveniyordu. Akıntı kendisini olumlu, balıkçıları olumsuz etkileyecekti. Bunu biliyordu ama ya akıntı durursa diye düşünmekten de kendini alamıyordu. 16 17 saat sonra sabaha karşı İstanbul Boğazını geçmeyi planlamıştı.

Bu arada da yüzeydeki uskumru, zargana gibi küçük balıkların lavralarını kolluyordu. İstanbul Boğazı’nı geçerken hızını ve gücünü azamileştirmek istiyorsa, bugün iyi beslenmeliydi.

Kılıçbalığı Akdeniz’de Deniz Kızı’na kavuşacağı an için sabırsızlanıyordu. Orkinoslar çok dalga geçmişlerdi kılıçbalığıyla deniz kızını duyduklarında. Deniz kızları masal kahramanlarıdır, dünyada deniz kızları falan yoktur demişlerse de bir türlü kılıçbalığını ikna edememişlerdi. Kılıçbalığını sinirlendirmek için deniz kızı taklidi yapan bir orkinos kılıçbalığının keskin kılıcından zor kurtulmuştu. Kılıçbalığı da bu olayın üzerine orkinoslardan ayrı durmuş uskumrularla yüzmeye başlamıştı.

Kılıçbalığı deniz kızına aşık olmuştu bir kere. Onun peşinden koşmadan duramazdı ki… Hayatını tehlikeye atarak da olsa deniz kızını aramak zorundaydı. Hatta deniz kızı gerçekten bazı denizcilerin dediği gibi kolları yavrularını beşikteymişçesine taşımak için evrilerek insan kollarına, kafalarına dolanan yosunlar da kızların saçlarına benzeyen deniz inekleri olsa bile kılıçbalığı, deniz kızını aramaktan vazgeçemezdi.

Bu arayış onun varoluşuna anlam katıyor, ona yaşama sevinci aşılıyordu. Akrabası uskumruları yiyerek beslenen orkinoslar gibi değildi o. Kendi kendine dalga geçmeseler şaşardım dedi. Bir orkinos ne anlardı ki aşktan, denizkızlarından.

***

Jakuzi keyfi bugünlük sona ermişti. Kayıp da düşmemek için dikkat ederek jakuziden çıktı. Bornozunu üzerine alırken Bahar Ayini’ni kapattı. Aynanın karşısında vücudunu incelemeye başladı. Artık 47 yaşındaydı ve vücudu atletik özelliklerini kaybedeli epey olmuştu. Ama siyahlarla mücadelesini kırların kazanmaya başladığı saçları hala yerli yerindeydi. Siyahlar tel tel taraf değiştiriyorlardı. Son zamanlarda fitness çalışmalarına ağırlık verdiğinden göbeği bir miktar azalmıştı. Ama yine de fit hale gelmek istiyorsa daha çok çalışmalıydı.

1.73’lük boyu ve 92 kg.lık ağırlığıyla çok dikkat çekici bir tip değildi Osman Bey. Yüzüne traş köpüğünü sürdü ve usturasını deri kılıfında bileylemeye başladı. Bu ustura kendisine babasından yadigardı. Ona da babasından yadigardı. Babası gibi o da usturayla traş olmaktan hiç vazgeçmemişti. Sakal traşına çok önem verirdi. Kusursuz bir sakal traşı ancak usturayla mümkün olurdu. Usturanın altın sapında dedesi Galip Bey’in daha sonradan holdinginin de logosu olacak mührü bulunmaktaydı. Usturayı dikkatlice ve ustalıkla kullanarak herzamanki gibi yine kusursuzca traş oldu. Yüzünü yıkadı, traş losyonunu sürdü.

Odacıktan dışarı çıktı. Karısı yeni uyanmış, henüz yataktan kalkmamıştı. Gülümseyerek karısına günaydın dedi ve yanına gitti. Karısı da doğruluyordu. Altın rengi saçları omzuna dökülüyor, beyaz teni üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Osman Bey, karısının omzuna küçük bir öpücük kondurarak,
- Benimle kahvaltı eder misin hayatım yoksa uyumaya devam mı edeceksin ?
- Kahvaltı masasını bahçeye, büyük ceviz ağacının altına kurdur. Ben de hazırlanıp geliyorum dedi Şerife Hanım, yazları bahçedeki büyük ceviz ağacının altının serinliğini çok severdi.
- Elbette dedi Osman Bey, Majestelerinin özel bir isteği var mıdır acaba kahvaltı için ?
- Yok bir tanem rejimdeyim ben. Sen de az yesen iyi edersin.

Şerife Hanım, 175 cm. boylarında 36 yaşında incecik zarif bir kadındı. Dedesi, Osman Bey’in dedesinin ortağıydı ve Kafkasya’dan birlikte İstanbul’a göç etmişlerdi. Üstüne sabahlığını giydi ve biraz önce Osman Bey’in çıktığı jakuzili odacığa gitti. “Yahu Osman 100 kere söylüyorum sana şu suları heryere sıçratma” diye söylene söylene yüzünü yıkadı, saçlarını topladı ve aşağıya indi.

Bahçeye çıktığında tam istediği yere hazırlanan kahvaltı masasına oturan Osman Bey taze sıkılmış nar suyunu yudumlamaktaydı. Bir vitamin deposu olan narın suyunu Osman Bey her sabah şifa niyetine içerdi. Şerife Hanım masaya oturdu usulca ve Osman Bey’in yarın geceki planları hakkında sorular sordu. Yarın Galipoğlu Holding’in kuruluş yıldönümüydü
- Osman sen ne düşünüyorsun yarın nasıl bir kutlama yapalım ?
- Hayatım, 20-30 kişilik en yakın dostlarımızı burada ağırlamayı düşünüyorum doğrusu. Öyle çok şatafata gerek yok dedi Osman Bey, samimi bir gece istiyordu.
- Tamam o zaman ben bahçeyi 30 kişi ağırlayacak şekilde düzenletirim yarın. Menüde özel bir talebin var mı hayatım diye sordu Şerife Hanım.
- Evet var dedi Osman Bey, dün gece tuhaf bir rüya gördüm. Ben kocaman bir orkinostum ve bir kılıç balığının zıpkınla avlanışını seyrettim. O sebeple bulabilirsem menüde şişte kılıçbalığı olacak.
- Hımm güzel seçim, yanında da rakı süper olur.
- Tabii ki, rakısız olur mu hiç.

***

Kahvaltısı bitince Osman Bey holding binasına gitmeden önce ilkokuldan sınıf arkadaşı balıkçı Mehmet’i görmeye gitti. Pek sık görüşmezlerdi, ama yine de Osman Bey zaman zaman ziyaretine giderdi bu eski dostunun. Balıkçı Mehmet, çocukluğunu hatırlatırdı Osman Bey’e. Bahçeden erik çaldıkları, birlikte denize daldıkları o güzel günleri. Yardıma ihtiyacı olduğunda yardım etmekten kaçınmazdı. Balıkçı Mehmet’in çocuklarının okul masrafları da yıllardır Osman Bey’in holdinginin verdiği karşılıksız burs ile karşılanmaktaydı. Ancak Osman Bey’in bu defaki ziyaretinin sebebi yalnızca nostalji duygusuyla eski günleri yad etmek değil, aynı zamanda yarın geceki kutlama için kılıçbalığı bulup bulamayacağını da araştırıyordu. Balıkçı Mehmet Sarıyer balıkçı barınağındaki küçük takasının önüne gelen siyah Mercedes’i görür görmez dostunu karşılamak için hemen karaya indi. Mehmet yüzünde kocaman gülümsemesiyle arabanın arka kapısına şöförden önce davrandı,
- Ooo beyim hoş geldin, vaktin var mı, ne ikram edeyim sana dedi.
- Ya Mehmet bırak bu beyim laflarını filan aynı sınıftaydık çocukken hatırlasana.
- O zaman sınıf arkadaşıydık beyim, simdi ise sen bir beysin, ben de bir balıkçı dedi Mehmet, ben babamdan bir tek haddimi bilmeyi öğrendim beyim.
- Yapma böyle ya Mehmet, beni mahçup ediyorsun, bana sade bir Türk kahvesi söyle de şöyle eski günleri analım boğaza ve güneşe karşı dedi Osman Bey.

Balıkçı Mehmet hemen yanındaki çırağa oğlum koş bize iki tane sade kahve getir, Çaycı Mustafa’ya da, Osman Bey ustamı ziyarete gelmiş, kahveler özel olacakmış de o anlar diye talimat verdi. Çırak koştura koştura uzaklaşırken Balıkçı Mehmet ile Osman Bey de takanın boğaza bakan güvertesindeki ahşap sandalyelere oturdular. Balıkçı Mehmet takayı Osman Bey’in sahibi olduğu Hayalbank’ın verdiği krediyle almıştı. Hayalbank hayallerinizi gerçekleştirir. Bankanın sloganı buydu ve logosu da mor bir kuşak üzerine beyaz Hayalbank yazısıydı. Mor kuşak hayallerin simgesiydi bankaya göre. Hayallerin parayla mutlak bir ilgisi vardı hiç şüphesiz. Hayallerini satın alırken bankadan, karşılığında geleceğini de bankaya rehin bırakıyordun ama o sonranın işiydi. Önce bir hayaller gerçekleşsindi. Balıkçı Mehmet de hayal ettiği takasındaydı işte şimdi. Hoş, takanın ruhsatı Balıkçı Mehmet’in kredi borcu bitene kadar Hayalbank’ta kalacak, borç bittiği gün Mehmet’e devredilecekti ama olsun. O gün gelene kadar da takanın üzerinde ruhsat sahibi olarak bankanın büyük bir logosu yer alacaktı. Anlaşma böyleydi.
- Eee anlat bakalım Mehmet dedi Osman Bey, nasıl gidiyor işler bir derdin sıkıntın var mı ?
- Yok beyim çok şükür çoluk çocuk sağlığına duacıyız.
- İyi iyi, aman bir yaramazlık olmasın dedi kendi kendine Osman Bey, kredi ödemelerinde falan bir sıkıntı yok di mi ?
- Biraz zorlanıyoruz ama idare ediyoruz beyim dedi Balıkçı Mehmet.
- Valla bir yaramazlık var da söylemiyorsan ayıp ediyorsun ona göre.
- Yok beyim estağfurullah, siz nasılsınız diye yanıtladı Balıkçı Mehmet.
- İyi maşallah Mehmet, yarın da holdingin kuruluş yıldönümü bahçede sade bir gece organize ediyoruz derken çaycı kahveleri getirdi. Kahvesinden bir yudum alan Osman Bey, valla Mehmet dünyanın her yerinde kahve içtim, senin bu çaycın kadar güzel kahve yapan adam görmedim dedi övgüyle, yıllardır sorarım bu adam bu kahveye ne yapıyor da bu kadar güzelleşiyor diye bir söylemedin gitti.
- Beyim söylersem sen beni ziyarete gelmezsin ki dedi gülümseyerek Balıkçı Mehmet, yarınki gece için balık falan lazımsa elimden geleni yaparım beyim diye ekledi. Beklediği an gelmişçesine, Osman Bey,
- Valla Mehmet dedi, ben şöyle büyük bir kılıçbalığı istiyorum, tadını çok severim, uzun zamandır da yemedim.
- Beyim kılıçbalığı çok azaldı bizim denizlerde, üstelik normalde kılıçbalıklarının bir ay sonra boğazdan geçmesi gerekir ama ben bir şansımı deneyeyim, bu gece bir kılıç balığı Karadenizden boğaza girerse emin ol onu ben yakalayacağım hem de babanızın yıllar önce amcama armağan ettiği o şahane zıpkınla.

Kahveler bitmek üzereydi, son bir yudum daha aldı Osman Bey ve o zaman rastgele Mehmet, rastgele diyerek kalktı, daha çok oturmak isterdim de biraz işlerim var. Beyim estağfurullah şeref verdiniz, yine bekleriz dedi Balıkçı Mehmet. Arabanın kapısını şöförü açtığında Osman Bey binmeden önce son bir kez daha Balıkçı Mehmet’e döndü ve gülümseyerek geleceğim tabii Mehmet sen benim en eski arkadaşımsın dedi.

Mehmet hemen çırağına döndü, oğlum bu gece balığa gün doğmadan çıkacağız, sen ağları hazırladıktan sonra güzel bir uyku çek kendine, ben de eve gidip akşam yemeğinde sonra zıpkınımı alıp geleceğim dedi. Çırak ağlara, Balıkçı Mehmet evine döğru yöneldi.

***

Kılıçbalığı süratle yüzmeye devam ediyordu. İstanbul Boğazına ulaşması için yaklaşık 10 saatlik bir yolu daha kalmıştı. Bu süre içinde de yeterince beslenememişti. Büyük bir uskumru sürüsünün peşine takılarak daha fazla lavra yemesi veya keskin kılıcını kullanarak levrekleri, lüferleri veya hiç olmazsa palamutları avlaması gerekiyordu.

Denizde gözünü dört açmış ilerlerken büyük bir torik gördü. 60 cm. civarı uzunluğundaki bu toriği avlayabilirse, uzun bir süre beslenme kaygısı olmadan yüzebilirdi. Kılıçbalığı hedefini izlemeye koyuldu. Süratli bir yüzücü olan torik biraz rehavete kapılmış olacak ki, amaçsızca ve ağır ağır yüzüyordu. Kılıçbalığını farketmemişti. Kılıçbalığı birden iyice derine daldı. Artık toriğin onu farketmesi çok daha zordu. Kılıç balığı toriğin yaklaşık 120 m. aşağısında tam altına doğru sokuldu. Torik yüzeyde, kılıç balığı dipte bir süre aynı hizada yüzdüler. Bu sırada kılıçbalığı toriği dikkatle izliyordu. Torik kılıçbalığının varlığından haberdar değildi. Kılıç balığı için artık av zamanıydı.

Büyük bir hızla, toriğe doğru ilerlemeye başladı. Dipten yüzeye doğru yüzdüğünden suyun kaldırma kuvvetini lehine kullanıyordu. Torik artık kurtulamazdı. Gövdesini yay gibi geren kılıç balığı tüm gücüyle kılıcını toriğe yanlamasına vurdu. Keskin kılıcı toriği ortadan ikiye ayırdı. Kılıç balığı için av tamamlanmıştı. Şimdi beslenme zamanı gelmişti.

Toriği yemeyi bitirdiğinde keyfi ve gücü yerine gelmişti kılıçbalığının. Yemek molasını bitirip hızla İstanbul Boğazına doğru yüzmeye kaldığı yerden devam etti. Artık kafası daha rahattı ve bu rahatlık ona denizkızını düşünme imkanı veriyordu.
- Denizkızı, güzel denizkızı. Ömrümce senin peşinden koştum. Seni her denizde aradım. Artık çık karşıma. Hayatıma anlam kat. Ömrün boşa gitmedi de bana nolur. Çabalarının, arayışlarının meyvesi olarak karşındayım bak işte de. Artık bize acı yok, artık bize üzüntü yok, şimdi çok mutluyum de ki, ben de mutlu olayım. Bunu fazlasıyla hakettiğimi söyle bana, mücadelen sonuç verdi de. Artık balıkçılardan ve onların zıpkınlarından korkmana gerek yok de. Artık açık denizlerde özgürce, balıkçıların, zıpkınların, ağların olmadığı denizlerde yaşayacağız de. Bu denizlerde karşımıza deniz kızları, kuşlar, bayramlar, seyranlar, şenlikler, cümbüşler, gelin alayları, teller, duvaklar donanmalar çıkacak de. Balıkçıların bu denizlere gelmeye güçleri yetmez de. Bana güzel günler vaad et. Bana mutlu günler vaad et.

***

Osman Bey için günün geri kalanı rutin geçti. İncelediği raporlar, dinlediği haberler, imzaladığı kağıtlar, konuştuğu insanlar, çözülen sorunlar, çözülmeyen sorunlar, sıkıcı toplantılar…

Akşama doğru Şerife Hanım genel başkanı olduğu EDD’nin (Eğitimi Destekleme Derneği) gecesini hatırlatmamış olsaydı, Osman Bey yalısına gidip, bahçedeki ceviz ağacını altında rakısını yudumlayarak doya doya boğazı seyredecekti. Oysa artık mecburen o sıkıntılı gecede, elinde viskisi, yüzünde en prezentabl gülümsemesi, çek defterinden eksilecek bol sıfırlı bir bağış çeki ile anlamsız bir gece geçirecekti. Belki de tüm bunları bir şova dönüştürebilirim diye düşündü.

Bazen kendi kendine düşünüyordu, tüm bu saçmalıkların içinde ne işim var benim diye. Ama olmazdı, oyunun kuralları belliydi ve bu oyunda var olmak istiyorsa Osman Bey de kurallara uygun hareket etmeliydi. Bu ülkenin gündeminde soylu bir şekilde yer almanın en ucuz ve kolay yolu, sonradan vergi matrahından düşülen hayır işleriydi. Tamam, doğrudan reklam yaptığında da harcamalar vergi matrahından düşülebilirdi ama o zaman o kadar soylu olmazdı. Ana Haber Bülteninde üstü kapalı reklam yapmakla, prime time reklam kuşağında herkesin zapladığı bir anda reklamının dönmesi arasında ciddi farklar vardı elbette. Hal böyleyken Osman Bey’in yapabileceği fazla bir şey yoktu. O geceye katılacaktı. Zaten evinde oturan karısını da bu işlerle uğraşması için bizzat kendisi teşvik etmişti. Şimdi onu yalnız bırakamazdı.

Şerife Hanım, o sırada Çırağan Sarayı’nda gecenin son hazırlıklarını yapmakla meşguldü. İkramlardan müzayedede satılacak eşyalara, konukların karşılanmasından, kimin nerede oturacağına kadar tüm detaylarla tek tek ilgileniyordu. Bu gibi küçük detaylar gecenin toplam başarısını çok doğrudan etkilerdi çünkü.

Şerife Hanım, bu geceyi tertiplemeyi ilk düşündüğünde daha mütevazi bir etkinlik hayal etmişti, ancak Osman Bey küçük dokunuşlarla bu geceyi çok görkemli bir hale getirmesini sağlamıştı. Popüler sanatçılardan, sporculardan alınan şahsi eşyaların açık artırma ile satılması fikri şüphesiz yeni bir fikir değildi ama öte yandan işe yaradığı da kesindi. Gecede şarkıcılar sahneye çıkacak, birer şarkı söyleyecek ve ardından o gece kullandıkları bir eşyalarını hemen oracıkta dernek adına satacaklardı. Bazı önemli karşılaşmalarda yer alan sporcuların imzalı formaları da sahneden inen şarkıcının yerini bir başkasına bırakacağı kısa aralara serpiştirilecekti. Böylece hem, yeni şarkıcının ses kontrol işlemleri için orkestralara zaman kazandırılacak, hem de gecenin temposu da düşmeyecekti.

Şerife hanım son incelemelerini yaptıktan sonra gecenin kusursuz geçeceğine olan inancı iyice kuvvetlenmişti. Tüm detaylar titizlikle düşünülmüştü ve herşey yolunda görünüyordu. Artık gece için kendisini hazırlamanın zamanı gelmişti. Önce kuaföre ardından makyöze ve en son da saraydaki odasına gidip hazırlıklarını tamamlamak üzere salondan ayrıldı.

***

Balıkçı Mehmet evine geldiğinde karısı İffet’e, Osman Bey’in ziyaretini anlattı. İffet’in gözleri parlamıştı. Çünkü Mehmet iri bir kılıçbalığı yakalamayı başarırsa, yüklü bir fiyata satabilirdi. Osman Bey cömert bir adamdı. Kazanılacak parayla, çocukların uzun zamandır istedikleri bilgisayarı alabilirler, yastık altına da kötü günler için bir miktar ayırabilirlerdi. İffet kocasını hemen yatak odasına gönderdi ve sen akşama kadar uyu, bu gece uykuya ihtiyacın olacak dedi. Bu, Mehmet’in geri çeviremeyeceği bir teklifti. Akşam yemekten sonra da hazırlıklarını tamamlamak için yeterince vakti olacaktı. Şöyle bir düşündü, evden 19.30’da çıksa herşeye yetişebilirdi. Karısına akşam 7 gibi yemek yiyeceğini, o saate yemeği hazırlamasını ve uyanmamış olursa uyandırmasını söyledi.

Uyandığında Servet ile Mustafa okuldan dönmüşlerdi ve sessizce annelerine akşam yemeği için yardım ediyorlardı. Anneleri sıkı sıkı tembihlemişti onları sessiz olmaları konusunda. Onlar da söz dinleyen akıllı çocuklardı.
- İyi uyuyabildin mi canım diye sordu İffet kocasının odadan çıktığını görünce, 10 dakika içinde uyanmamış olsaydın uyandıracaktım seni.
- Evet dedi Mehmet, tam zamanında kalktım ve çok güzel uyudum.
- Yemek birazdan hazır olacak, istersen bir elini yüzünü yıka da sofraya oturalım.

Mehmet o zaman acıktığını anladı ve hemen banyonun yolunu tuttu. Aynada yüzünü iyice bir inceledi. 50’sine gelmek üzere olan biri için yüzündeki çizgiler çok derindi. Balıkçılık kolay iş değildi. Gün daha doğmadan havanın en soğuk olduğu, rüzgarın bir tel gibi yüzünüzü çizdiği saatlerde herkesler uykudayken o, koca denizde yapayalnız avlanıyordu. Deniz bazen çok cömert, bazen de çok cimri davranıyordu balıkçılara.

Mutfağa girdiğinde sofra hazırdı, baş köşedeki yerine oturdu. Yemekte balık çorbası ve kıymalı patates vardı. Servet ile Mustafa yemek boyunca bize ne zaman bilgisayar alacaksın baba diye sorup durdular. Sınıflarındaki tüm arkadaşlarının bilgisayarları varmış da, herkes ödevlerini bilgisayarla yapıyormuş artık da, arkakdaşlarından geri kalıyorlarmış da anlattıkça anlattılar. Mehmet dua ediyordu o sırada : Allahım bugün boğazdan zamansız geçmeye kalkan bir kılıçbalığına rast getir beni, şu çocukların başlarını öne eğdirme.

Yemek masasından kalktı, ellerini yıkadı, uzun zamandır kullanmadığı zıpkınını kılıfından çıkardı ve inceledi. Zıpkın iyi görünüyordu. Biraz lastiği eskimişti, biraz da bakıma ihtiyacı vardı ama çok dert değildi bunlar. Artık gitme zamanı gelmişti. İffet, hadi canım rastgele, inşallah yakalarsın kılıç balığını diyerek uğurladı kocasını.

Takaya döndüğünde, çırağın da ağları gözden geçirip, yırtık yerlerini onarmış olduğunu gördü. Çırak ustasının söylediği gibi işini bitirip, takanın iç kısmındaki kanapede kestirmeye başlayalı bir saatten biraz fazla olmuştu. Balıkçı Mehmet köşesine çekildi ve zıpkınının bakımını yapmaya başladı.

Mehmet doğduğu günden beri denizi, boğazı, yüzmeyi dalmayı çok seviyordu. Balıkçı olan amcası Murat en büyük idolüydü. 7 yaşından beri her yaz amcasının çıraklığını yapmaktaydı. Amcası da Mehmet’teki deniz tutkusunun geçici bir heves olmadığını görünce ona 4 yıllık çıraklığının karşılığı olarak bir şnorkel ile bir çift palet almıştı. Mehmet ilk dalışını yaptığında 11 yaşındaydı ve bu müthiş tecrübesini hemen ilkokuldaki sınıf arkadaşı Osman’a ballandıra ballandıra anlatmıştı. O yaştaki çocuklar için kızamıktan daha bulaşıcı bir şey varsa o da hevesti ve Mehmet’in dalma hevesi Osman’a çoktan bulaşmıştı. Dalmak istediğini ilk söylediğinde babası Muzaffer Bey bunun çok tehlikeli olduğunu Osman’a anlatarak izin vermemişti. Osman ikinci defa dalmak istediğini söylerken Muzaffer Bey sinirlenmiş ve bunun olamayacağını sert bakışlarıyla ifade etmiş, üçüncü seferde ise kendini tutamayarak oğluna bağırmıştı. Osman bunun üzerine babasına küsüp odasına kapanmış ve babasına hergün bir mektup yazmaya başlamıştı. Bir babanın 10 yaşındaki oğluna bağırmaya hakkı var mı diye soruyordu mektuplarında Osman babasına, sen beni sevmiyorsun, sevsen bana bağırmazdın diyordu. Muzaffer Bey 100. mektubu aldığında, oğlunun kazandığını kabul ediyordu. Hemen kahyası Mustafa Efendi’yi yanına çağırdı ve kardeşiyle görüşmek istediğini söyledi. Mustafa Efendi, Mehmet’in babasıydı ve kardeşi balıkçıydı.

Muzaffer Bey, Osman’ı Murat’a emanet etmiş ve bunun karşılığında kendisinden ne istediğini sormuştu. Murat buna karşılık beyim çocukların gönlü olsun yeter, oğlunuza da gözüm gibi bakarım merak etmeyin siz diyerek herhangi bir karşılık almayacağını kesin bir dille ifade etmiş, tüm ısrarlara rağmen de geri adım atmamıştı. Artık Murat’ın gözetiminde Osman ile Mehmet beraber balığa çıkıyorlar, gönüllerince eğleniyorlardı.

Osman’ı çok mutlu gören Muzaffer Bey, Murat’a illaki bir jest yapmak istiyor fakat nasıl yapacağını bilemiyordu. Bir gün Osman’ı yanına çağırıp Murat amcasının isteyip de alamadığı bir şey olup olmadığını sordu. Baba bir seferinde Murat amca ile beraber dalarken boğazda kocaman bir kılıçbalığı görüp çok korktuk, Murat Amca ise ahh bir zıpkınım olsaydı onu avlardım diye üzülüp durdu dedi Osman. Muzaffer Bey, Murat’a nasıl bir jest yapacağını bulmuştu. İşe gittiğinde ilk işi satınalma müdürüne kılıçbalığı avında kullanılabilecek en iyi zıpkından bir tane alması talimatını vermek oldu. Parası önemli değil diye eklemeyi de unutmamıştı.

Yazın sonunda okullar başlayacağı zaman Muzaffer Bey, elinde piyasanın en iyi zıpkınıyla oğlunu almaya Murat’ın yanına gitti.
- Murat bu yaz oğlumu çok mutlu ettin, ben de seni mutlu etmek istedim, lütfen bu hediyemi kabul et diyerek Murat’a uzattı. Murat hediye paketini açtığında önce gözleri parladı, sonra da yaşardı.
- Beyim bu benim hep hayalini kurduğum zıpkın, nasıl buldun, nasıl bildin anlamadım, çok teşekkür ederim, ama bunu kabul edemem. Çok pahalı bu zıpkın, bunu hakedecek bir şey yapmadım ben.
- Murat bu zıpkını al ve ilk avladığın kılıçbalığını hep beraber bizim yalıda yiyelim dedi Muzaffer Bey, mangalları yakalım, kılıçbalığını şişlere dizelim, rakımızı da açalım, keyfimiz yerine gelsin. Osman’ı, Mehmet’i, beni bu mutluluktan mahrum etme. Bunun üzerine Murat zıpkını kabul etti ve Muzaffer Bey’in elini öptü.

Balıkçı Mehmet’in bakımını yaptığı zıpkın, işte o zıpkındı. Amcası yaşlandığında bu güzel zıpkını, oğulları yerine, sen olmasan bu zıpkına hiç sahip olamazdım diyerek yeğenine bırakmıştı.

***

Osman Bey, akşam saat 19.51’de Şerife Hanım ile birlikte konukları karşılamak üzere Çırağan Sarayı’nda buluştu. Karısı ışıl ışıl saçları ve beyaz tuvaletiyle bir peri gibi görünüyordu.
- Bugün herzamankinden de güzelsin hayatım dedi gülümseyerek Osman Bey, bir tek sihirli değneğin eksik.
- Dalga geçme Osman, zaten gerginim.
- Ne dalgası Şerife, şahane görünüyorsun ve korkarım şah rolünü bu gece birine kaptırmamak için çek defterime yazacağım sıfır miktarında bir artış olacak dedi Osman Bey.
- Asıl şahane olan, güzelliğimin fakir çocukların eğitimine katkıda bulunacak olması hayatım dedi Şerife gülümseyerek. Konuklar gelmeye başlamış, her yer ışıl ışıl beyaz diş olmuştu. Artık bundan sonrası belliydi: Hiç görüşemiyoruzlar, çok şıksınız bu geceler, işler nasıl gidiyorlar, o ihaleyi alarak büyük iş yaptın bizimkiler becerememiş tebrik ederimler, ne diyorsun bu hükümet böyle devam eder miler, ekonomik kriz kesin kardeşimler, neyse ya, böyle hayırlı işler de olmasa işlerden kafamı kaldıramayacağımlar, aslında emekli olup da, Bodrum’a yerleşmeyi ciddi ciddi düşünmeye başladımlar, şöyle gençliğimdeki gibi sade bir çilingir sofrasını özledimler, kızınız da Harvard’da bizim oğlanla görüşüyormuşlar, ne dersin azizim bunları evlendirsek de kurtulsaklar, valla bizim oğlan işine beni karıştırmazlar, bana kalsa bir an önce dönsün holdingde çalışmaya başlasınlar, ama tutturdu ille de doktora yapacağım diyeler, nerden çıkıyorsa bu eğitim aşkılar, amaan boşver ya bildikleri gibi yaşasınlar, sonra ben kötü baba oluyorumlar, tabii abi ya laissez faire, laissez aller, laissez passerlar.

Konukların tamamı geldikten sonra, Osman Bey ile Şerife Hanım da masalarına oturdular. Yemek servisi başlamış, orkestra hafif müzik çalıyordu. Osman Bey oturduğu yerden Üsküdar sahilindeki tüp geçit projesinin çalışmalarını duyuyordu. Bu güzel yaz akşamında keyfimi kaçırmaya kimin ne hakkı vardı ki diye düşünüyordu ki, kendisinin de bu işte parmağının olduğunu hatırladı. Tüp geçit projesi ihalesini kazanan konsorsiyumda Galipoğlu Holding de vardı. Projenin zamanında yetişmesi için gece gündüz çalışmaları gerektiğini de hatırladı. Aksi takdirde sözleşmede belirtilen çok ağır cezaları ödemek durumunda kalırlardı ki, buna asla izin veremezdi. Mecburen duymamaya çalıştı inşaat seslerini. Somon fümenin, kalamarın, karidesin tadını çıkarmaya çalıştı yemek boyunca.

Yemekler biterken, artık sanatçıların sahne alma sırası gelmişti. Orkestra daha yüksek sesle çalıyordu artık. İnşaat sesleri yerlerini davulun ve bas gitarın tok sesine bırakmıştı Çırağan Sarayı’nın eşsiz bahçesinde. Elinde İrlanda viskisi, Süreyya Akpınar’ın sahneye çıkmasını bekliyordu Osman Bey gecedeki son vazifesini yapmak için.

Süreyya Akpınar 50 yaşlarında kısa boylu gür sesli bir kadındı. Hayatı büyük mutluluklar ve büyük acılarla doluydu. Coşkuyu da, acıyı da, mutluluğu da, kederi de şarkılarına yansıtmayı iyi becerebiliyordu. Bu gece ilk plağını doldururken kullandığı mikrofonunu açık artırmayla satacaktı. Gecenin en pahalı satışının bu olacağı düşünülüyordu.

Sahnede anarşist bir rock grubu vardı ve gitarlarını satıyorlardı, pek ilgi yoktu bu satışa. Aslında bu gecede olmaktan ne onlar memnundu, ne de geceye katılan zengin işadamları. Menajerlerin işgüzarlığıydı işte. Allahtan Mesut Bey’in oğlu bu gitarı alsın diye babasını sıkı sıkı tembihlemişti de gitar 10,000 YTL’ye alıcı buldu. Sahne sırası nihayet Süreyya Akpınar’a gelmişti. Simsiyah sırt dekolteli uzun bir elbiseyle ağır ağır sahneye çıktı.
- Sizlerle bu anlamlı gecede bulunmaktan mutluluk duyuyorum dedi Süreyya Akpınar, bu gece yoksul çocukların eğitimine katkıda bulunmak için ilk plağımda kullandığım mikrofonu son kez ilk plağımdaki şarkımı söylemek için kullanıp satacağım, umarım bu mikrofonun benim için anlamını anlar ve yoksul çocuklarımızı da yüreğinizde hissederek yüksek bir fiyata satın alırsınız bu mikrofonu. Çok çabalayıp da sürekli çuvalladığım, yanımda olmasını istediklerimin yanımda olmadığı, lüzumsuz insanların akıl verdiği, kısaca hayatın bana iyi davranmadığı bir kış günü Mersin seyahatine çıkmıştım. Bir arkadaşımın yazlık sitesinde yapayalnızdım. Bu şarkıyı orada yazmıştım. Umarım tüm yoksul çocuklar da bir gün kendi sıradağlarının ardlarına yolculuklarını yaparlar.

Osman Bey bu şarkının bireyselleşmeyi savunan sözlerini çok sever, sıradağların ardına yapılan bu yolculuk ona çok dokunaklı gelirdi. Şarkıya eşlik etti.

Üzerime karların yağdığı o şehir.
Şimdi sıradağların ardında
Sıcak güneş ışınları yağıyor şimdi üzerime
Sıradağların ardında

Dile gelen fikirlerinin
Üstüne hiç vazife olmayanlarca yorumlandığı
Yorum beklediklerinin dillerinin bağlandığı
O şehir şimdi sıradağların ardında

Herbirinden farklı seslerin
Çıktığı o bol kafalı şehir
Şimdi sıradağların ardında
Kafa da tek ses de tek burada.

Aramıza sıradağlar girdi canım insanlar

Sıradağların ardında
Hava hafif, su hafif
Ben hafif, düşünceler hafif.
Müzik bile hafif
Daha az çekiyor burada
Üstündekileri merkezine dünya
Meseleler basitleşiyor
Sıradağların ardında
Bizden ayrı bir ben olunca

Şarkı bittiğinde geceye katılan herkes gençliklerine doğru bir yolculuğa çıkıp dönmek üzerelerdi. Herkesin kendini çok yalnız hissettiği, gençlikten yetişkinliğe geçişin yolculuğunu anlatıyordu bu şarkı. Osman Bey de eski günlere dönmüştü kısa bir süreliğine ama hemen toparladı kendini, açık artırma başlamak üzereydi. Süreyya Akpınar mikrofonu eline adı, uzun uzun inceledi ve sonra,
- Bu mikrofon için 25,000 YTL’den az teklif edilirse mikrofon bende kalır, 25,000 YTL’yi de ben derneğe bağışlamış olurum. O yüzden açılış fiyatı 25,000 YTL dedi. Osman Bey biraz bekledi, kimlerle yarışacağını görmek istiyordu. 30,000 YTL emlak kralı Hasan Bey teklif etti, 35,000 müteahhit Hüseyin Bey. Ama asıl rakibi biraz daha sonra ortaya çıktı, Gazete patronu Nihat Bey 50,000 YTL teklif etti. Artık ortaya çıkmanın zamanı gelmişti, Osman Bey 60,000 YTL teklif etti. Belli ki artırma çetin geçecekti. 10 dakika içnde mikrofonun fiyatı 120,000 YTL’ye kadar çıkmıştı. Osman Bey 150,000 YTL teklif etti, Nihat Bey hayırlı olsun dedi, mikrofon Osman Bey’in oldu. Süreyya Hanım, kendisi için çok anlamlı bu mikrofonun hayırlı bir işe hizmet etmesinden duyduğu menmnuniyeti ifade edip, teşekkür ederek mikrofonu takdim etmek üzere Osman Bey’i sahneye davet etti. Sahnede Osman Bey,
- Süreyya Hanım benim için çok değerli bir sanatçıdır ve bu mikrofonun onun için anlamını tahmin edebiliyorum. Bu nedenle kabul buyurursa, bu değerli mikrofonu kendisine hediye etmek isterim. Çünkü mikrofonun gerçek sahibi odur ve bana göre mikrofon onda kalmalıdır. Jesti Süreyya Hanım’ın hoşuna gitmişti.
- Çok naziksiniz Osman Bey ama bir şartla bu hediyenizi kabul edebilirim.
- Buyrun dedi Osman Bey nedir şartınız?
- Bu mikrofonu sizin adınıza saklayacağım ve mikrofonun sahibi ben olmayacağım.
- Tabii ki, benim için onurdur dedi Osman Bey ve alkışlar arasında masasına döndü. Şerife Hanım kocasından bu hareketi beklemiyordu ve çok duygulanmıştı. Seni seviyorum Osman dedi usulca. Ben de dedi Osman Bey, ben de seni seviyorum hayatım. Geceden ayrılıp evlerine döndüklerinde saat 00.12 idi. Osman Bey ile Şerife Hanım bir süre gecenin başarısını konuştuktan sonra yatak odalarına çekildiler. İkisi de sevişemeyecek kadar yorgundu. Hemen uykuya daldılar.

***

Kılıçbalığı Ağva açıklarına kadar gelmişti. Artık daha da bir heyecanlıydı. Boğazdaki akıntı ne duırumdaydı, ya balıkçılar, onlar hazırlıklı mıydı? Normalde balıkçıların kendisini bugünlerde beklemiyor olmaları gerekiyordu. Daha bir ay vardı kılıçbalıklarının Akdeniz’e gitmelerine.

Balıkçılar için bilgi önemliydi. Çünkü her balığın farklı bir avlanma biçimi vardı. Hamsi ile balina aynı şekilde avlanamazdı yani. Balina avlamaya niyetlenen bir balıkçının özel hazırlık yapması şarttı. Bu nedenle de balinanın nasıl hareket ettiğini, hangi türün ne zaman nerelerde olabileceğini bilmeliydi. Ama sonuçta asıl önemli olan denizlerin bu dev memelisini bile avlayabiliyorsa balıkçılar, kılıçbalığının da balıkçılardan korkmak için haklı nedenleri vardı.

Zamanından önce boğazdan geçmeye kalkması sebebiyle balıkçıların kendisini avlamaya yönelik bir hazırlık içinde olmamaları ihtimalinin kuvvetli olması onu biraz ferahlatıyorsa da, kaygılanmadan edemiyordu. Tabii bir de boğazın akıntısına güveniyordu. Çünkü yola çıkalı yaklaşık 15 saat olmuştu yorulmuştu. Akıntının sağlayacağı ekstra hıza ihtiyacı vardı.

Saat gece yarısını geçeli 25 dakika olmuştu. Avladığı torik sayesinde birkaç saat öncesine kadar bir açlık hissetmemişti ama şimdi yavaş yavaş acıkmaya başladığını farkediyordu. Biraz ilerisinde gördüğü bir uskumru sürüsünün peşine takılmaya karar verdi. Çünkü onların da hedefi boğazlardan geçerek açık denizlere ulaşmaktı. Hem arkalarından ağır ağır giderse, onların lavralarıyla beslenebilirdi. Öte yandan eğer balıkçıların ağına uskumrular takıldığında can havliyle ağ var, ağ var diye bağıracakları için balıkçıların ağından önceden haberdar olup, önlem alma şansı vardı. Biraz yavaşlayacaktı belki ama boğazda güvenlik hızdan daha öncelikli bir konuydu.

***
Üsküdar’daki tüp geçit inşaatı bütün hızıyla sürüyordu. Üsküdar Sirkeci arasındaki 13.6 kilometrelik mesafeyi boğaz tabanının da altından geçmek üzere boğaza her biri 1.4 km. uzunluğunda 7 adet batırma tüp tünel elmanı yerleştirilmişti. Geri kalan 3.8 km. uzunluğundaki kısım için her iki yakadan uzanacak tünellerin de inşaatleri tamamlanmıştı. Şu anda ise boğazın tabanına kazılan hendeklere yerleştirilen dev batırma tüp tünel elemanlarının birbiriyle ve karadan gelen tünellerle bağlantıları için çalışıyordu mühendisler.

Bu çalışma sebebiyle boğazdaki akıntı bir süreliğine duracaktı. Bununla ilgili proje yöneticileri çıkardıkları bir bültenle boğazdan geçecek gemilerin armatörlerini, vapur işletmelerini ve balıkçıları uyarmışlardı. Dolayısıyla Balıkçı Mehmet bu gece boğazda akıntı olmayacağını biliyordu. Zıpkınının bakımını bitirmiş takasında gece haberlerini izliyordu. Eğitimi Destekleme Derneği’nin gecesi 3. haber olarak yayına verilmişti. Osman Bey’in Süreyya Akpınar’ın mikrofonunu 150,000 YTL’ye satın alıp sonra da tekrar sahibine hediye etmesinden övgüyle bahsediliyordu. Balıkçı Mehmet de Osman Bey’i tanıdığı için gururlanmıştı.

Saat 02.30’a gelirken çırağı uyandırdı ve son hazırlıkları yapması için talimat verdi. Yarım saat içinde taka Sarıyer balıkçı barınağından ayrılacaktı.

Kılıçbalığı da uskumruların ardından ağır ağır boğaza girmek üzereydi. Yorgundu, açtı, ama bekleyemezdi de. Artık zamanı gelmişti. Çanakkale Boğazı’ndan geçiş bu kadar zorlu olmayacak dedi kendi kendine, bunu bir geçeyim kavuşacağım deniz kızına. İçindeki yaşama sevinci, deniz kızına kavuşma arzusu ona güç veriyordu. Saat 03.32’de önde uskumrular arkada kılıçbalığı Poyrazköy açıklarından boğaza giriş yapmışlardı. Artık kılıçbalığı her an tetikte olmalıydı. Hızını düşürerek uskumru sürüsünün biraz daha gerisinde kaldı. Gece kapkaranlıktı, ay görünmüyordu. Yüzeye yakın yüzen balıklar için geceleri ay ışığı önemli bir kılavuzdu.

Bu sırada Balıkçı Mehmet’in takası da balıkçı barınağından ayrılmış, boğazın iyice daraldığı Rumeli Kavağı ile Anadolu Kavağı arasında tüp geçit inşaati nedeniyle oldukça zayıflamış akıntının en etkili olduğu yere demirlemişti. Çırak ağları denize atmış, uskumruları beklerken; elinde zıpkın Mehmet’in gözleri deniz yüzeyini tarıyordu. Biraz taradıktan sonra çırağa ışıldağı yakması talimatını verdi. Radarı olsaydı, belki herşey daha kolay olurdu ancak çoluğun çocuğun ihtiyaçlarından ona sıra bir türlü gelmiyordu. Eskiden radar mı vardı dedi Balıkçı Mehmet kendi kendine, 40 yıllık tecrübeyi bugünler için edinmedin mi sen? Mehmet haklıydı, radarla herkes avlanırdı, iş radar olmadan avlanmaktaydı. Saatine baktı, 03.35’e geliyordu ve 25 dakikadır denizi tarıyordu. Güneş doğarsa, kılıç balığını yakalamak neredeyse imkansız olurdu. Dolayısıyla artık en fazla 1 saati kalmıştı.

Kılıçbalığı boğazda akıntıyı boş yere arıyordu. Aslında ana akıntıyı bulmuş fakat, çok zayıf olduğundan bu değildir demişti. Arayışları sonucunda boğazda akıntıya benzer tek şeyin biraz önce bulup da bu olamaz dediği akıntımsı olduğunu farketmiş ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Ay yoktu, akıntı yoktu, yorgundu, özetle herşey aleyhine işlemeye başlamıştı.

Mehmet taburesine oturmuş, denizden gözünü ayırmamaya çalışarak, termosundan fincanına kahve doldurdu. Bir elinde fincan diğer elinde zıpkın denizi gözlüyordu. Hava serindi, ama rüzgar yoktu. Fincanın sıcaklığıyla elinin ısınması hoşuna gidiyordu. Denizin prüzsüz yüzeyini gözlerken aklına Osman Bey’e verdiği söz geldi. Merak etme beyim demişti, bu gece bir kılıç balığı Karadenizden boğaza girerse emin ol onu ben yakalayacağım hem de babanızın yıllar önce amcama armağan ettiği o şahane zıpkınla. Çırağa seslendi.
- Oğlum gel kahve iç, seni diri tutar.
- Yok usta sağol, senin kahven bana çok acı geliyor.
- Ne yani çikolata gibi mi olacaktı oğlum kahve
- Valla usta geçen gün bir filmde gördüm sıcak çikolata diye bir şey içiyorlardı. Tam bana göre.
- Oğlum sen adam mı olmak istiyorsun, çikolata bebesi mi?
- Usta sen benim yaşımdayken içiyor muydun bu acı kahveyi.
- Oğlum ben amcamın yanında çıraklık yapıyordum. Sıkıyorsa içmem de, hemen başlardı anlatmaya, adamı adam eden çektiği acılardır diye. Onu dinlemektense kahveyi içmek daha az acı verirdi dedi gülümseyerek. Çırak da gülümseyerek karşılık verdi. Ağda hareketlenmeler artmaya başlamıştı.
- Usta sanırım uskumrular ağa takılmaya başladı diye sevinçle bağırdı.

Kılıçbalığı sakin denizde ilerlerken birden uskumruların ağ var feryatlarını duymaya başladı. Hemen Karadeniz tarafına doğru ani bir manevra yaptı ve tüm gücüyle yüzmeye başladı. Ama bu ani manevrası deniz yüzeyinde dikkat çekici bir hareketlenmeye sebep oldu.

Balıkçı Mehmet çoktan taburesinden fırlamış ve ışıldağını kılıçbalığının ani manevrasını yaptığı bölgeye çevirmişti. Zıpkınıyla hareketlenmenin olduğu bölgeye nişan alıp hemen tetiğe bastı. Zıpkının makarası süratle dönemeye başlayınca hemen çırağa demir alması ve motoru çalıştırması talimatını verdi. Ne yakaladığından emin değildi ama büyük bir şey yakaladığına emindi. Ama uskumrular diyecek oldu çırak. Lan bırak uskumruları da hemen dediğimi yap diye üsteledi. Çırak koşarak demiri aldı ve motoru çalıştırdı. Balıkçı Mehmet hemen Sarıyer tarafına doğru sür takayı dedi çırağa.

Kılıçbalığı sırtından vurulmuştu. Can havliyle sırtındaki zıpkından kurtulmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Işıldağın ışığı yüzünden, her yeri köpük ve yakamoz içinde bırakmıştı. Balıkçılar artık yerimi tam olarak biliyorlar diye düşündü. Sırtındaki zıpkından hemen kurtulmalıydı. Kılıcıyla zıpkının ipini kesmeye çalışıyor ama bir türlü yetişemiyordu. Uskumruların feryatlarını duyduğunda panik yaptığı için kendine kızıyordu. Oysa sakin sakin dibe inebilir ve hızlı bir şekilde uskumrulardan uzaklaşabilirdi. Bu hatasının bedelini belki de canıyla ödeyecekti. O kadar da şartlamıştı kendini, panik yapma diye. Kılıçbalığı ilerleyemez oldu, sırtındaki zıpkın tarafından çekiliyor ve büyük bir acı duyuyordu.

Taka ters tarafa doğru hareket etmeye başlayınca Balıkçı Mehmet hemen dümene geçti. Zıpkını direğe bağladı ve makarasını kilitledi. Avı artık hareket etmek istiyorsa, takayı motorunun ürettiği güçle birlikte sürüklemeliydi. Taka ilk başlarda bir dirençle karşılaştı, ama bir süre sonra avını istediği yöne rahatça sürükleyebilir olmuştu. Bu arada Mehmet de avının karşı koymamasını fırsat bilip makarayı sarıyor, böylece taka ile avı arasındaki mesafeyi kısaltıyordu. Çırak,
- Usta sence ne yakaladık diye sordu.
- Bilmiyorum oğlum ama büyük bir kılıçbalığıysa değme keyfime diye yanıtladı Balıkçı Mehmet. Merak içinde makarayı biraz daha sardı. Artık avıyla taka arasındaki mesafe 10 metreye kadar düşmüştü. Makarayı tekrar kilitledi, dümeni çırağa bırakıp dışarı çıktı. Avının ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Kılıçbalığı bitkindi, acı içindeydi ve sürükleniyordu. Karşı koymayı birkaç kez denemiş ama başaramamıştı. Gözünün önüne aşık olduğu deniz kızı geldi. Zaten deniz kızını aklından başka bir yerde görmüş değildi. Üzülme diyordu deniz kızı, buradan da kurtulacaksın, ben seni bekliyor olacağım. Bunun üzerine kılıçbalığı bir kez daha direnişe geçip sürüklendiği yönün tersine doğru tüm gücüyle yüzmeye çalıştı.

Taka sarsılmıştı. Balıkçı Mehmet gözlerine inanamamıştı. Beklediğinden de büyük kocaman bir kılıçbalığı tüm gücüyle takayı sürüklemeye çalışıyordu. Dümene koşarken 40-50 kg. olmalı en az dedi kendi kendine. Dümeni devraldı ve çırağa gittikleri yönün tam aksine hemen ağ kurmasını söyledi. Çırak koşarak dışarı çıktı. Denizde sabit kalabilmek için takanın gücünü kılıçbalığının gücüne eşitlemeye çalışıyordu Balıkçı. Çırağına ağ kurması için zaman kazandıracak ve ağ kurulduktan sonra kılıçbalığını ağa doğru sürükleyecekti. Zira her ne kadar büyük bir kılıçbalığı olsa da, zıpkın sırtındaki kemiği parçalarsa herşey berbat olurdu. Çırak,
- Tamam usta dedi, ağı kurdum.
- Ağın iplerini sağlam bir yere sıkıca bağladın mı?
- Bağladım usta.
- O zaman yanıma gel ki, denize düşme dedi Balıkçı Mehmet, ve kılıçbalığını ağa doğru sürüklemeye başladı. Kılıçbalığı iyice yorulmuş, artık direnemez bir hale gelmişti. Kendini bırakmasıyla ağa dolanması bir oldu. Kılıcıyla ağı parçalayıp kaçmaya çalışıyordu, ama kılıç balığını bir de sırtından zıpkın tutuyordu. İyice çaresizleştiğini hissediyordu. Deniz kızı tekrar girdi düşüncesine, üzülme dedi, onlar kazandı ama biz haklıydık.

Balıkçı Mehmet zıpkının makarasını serbest bırakıp ağı çekmeye başladı. Takanın yanına geldiğinde kılıçbalığının iri gözlerinde keder, kılıcında hüzün vardı. Eğer çok ağır olmasaydı, çırak bile takaya çekebilirdi onu. Mehmet tüm gücüyle ağı çekti. Kılıçbalığı gerçekten büyüktü. Balıkçı Mehmet, dümene geçti ve takasını Sarıyer balıçı barınağına doğru yönlendirdi. Barınağa geldiklerinde güneş doğuyordu. Yorgundu Mehmet ama yine de sigarasını yaktı, termosundaki acı kahveden fincanına doldurdu ve güneşin doğuşunu izlemeye koyuldu. Eve bilgisayarla gittiğinde, Servet ile Mustafa’nın yüzlerindeki sevinci hayal ettikçe keyifleniyordu.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Bir Gençlik Dizisi : Kavak Yelleri

Uzun zamandır izlediğim diziler hakkında birşeyler karalamak istiyordum. Önce bir Kavak Yelleri ile başlayayım. Yazmak hoşuma giderse, devam edeceğim.

Kavak Yelleri tipik bir gençlik dizisi. Lise arkadaşlarının üniversite dönemecindeki kararlarını ve sonuçlarını anlatan, en az 10 tane yabancı benzerinden tek farkı dizideki ve karakterlerdeki yerli unsurlar olan cinsinden. Şahane bir dizi olduğu için izliyor değilim. Benim ilgimi çeken Efe ile Deniz karakterlerinin Türk toplumundaki yeri. Gerisi ıvır zıvır.

Efe, soyadı gibi kaygısız görünür ama aslında başkalarının kaygı duydukları konularda kaygısızdır. Kendine özgü doğuları vardır ve bu doğruları yapamamaktan kaygı duyar. Mesela özellikle Aslı olmak üzere arkadaşlarını mutlu etmeyi kaygı eder kendine. Diğer taraftan da otoriteye boyun eğmez. Mücadele eder savaşır. Deniz, Efe’nin aksine, herşey çok önemliymiş gibi kaygılıdır ama hep bir sahteliği vardır. Şımarıktır biraz. Kendisine çok fazla imkan sunulmuştur. Deniz’in kendine ait doğruları yoktur. Toplumun doğrularını siyaseten kendi doğruları sayar ama azıcık sallansa bu doğrular, hemen terkeder.

Efe’nin yüzü eğri büğrüdür. Yakışıklı demez pek çok kimse. Dişleri bembeyaz değildir. Konuşması İstanbul Türkçesi değildir. Yaramazdır, masum amaclarını gerçekleştirebilmek için türlü türlü pembe dolaplar çevirir. Lisede okulda öğretmenler Efe’den illallah demiştir. Dar bir çevre dışında kimseyi yönlendirmeye çalışmaz. Efe bireydir, bireycidir, efedir, siyahtır.

Deniz ise temiz yüzlüdür. Dişleri bembeyazdır. Boylu poslu yakışıklı bir gençtir. Konuşması düzgündür. Lisede öğretmenlerin bu çocuk adam olacak dedikleri türden bir öğrencidir. Yöneticidir. Çevresi daha geniştir Efe’ye göre. Deniz sosyaldir, kollektivisttir, denizdir, mavidir.

Babası polistir Efe’nin ve onun da abisi ve kendisi gibi polis olmasını ister. Ama Efe sürekli dayak yemek pahasına da olsa asla polis olmaya yanaşmaz. Polis olacak kişinin vücudunda dövme bulunmamalı şartını görür görmez Efe, vücudunun pek çok yerine dövmeler yaptırarak bu işten kendini ömür boyu kurtarmayı başarmıştır. Abisi ile aynı kadına aşık olduklarında, mücadeleden hiç kaçmaz, hatta uğruna üniversite sınavına girmez. Aşık olduğu kadın abisini seçtiğinde ise konu Efe için sonsuza kadar kapanmıştır. Üniversiteye gitmek istemediği için kız arkadaşından ayrılmayı göze alır Efe.

Deniz’in annesi otel işletmecisi, babası annesinin işlettiği otelin müdürüdür. Deniz bu varlıklı ailenin tek çocuğudur. İstediği pek çok şeye kolayca sahip olabilir. Laptoplarla, handycamlerle büyümüş, evlerinin önünde hep bir araba bulunmuştur. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gittiğinde, ailesi ona deniz manzaralı çok güzel bir daire tutmuştur. Ama o sinema yerine işletmeyi kazandığı için ve Aslı’yı ailesi istemediği için Efe ile zor şartlarda yaşamayı göze almış, ailesini karşısına almıştır. Dominant bir annenin etkisi altında kendisini var etmeye çalışan bir babanın oğludur.

Efe’nin annesi ailesini bir arada tutmak için aile içi dengeleri sağlamaya çalışan tipik bir ev hanımıdır. Evdeki diğer 3 erkeğin çatışmalarında soğutucu bir rol oynar. Kendisine ait pek bir dünyası yoktur. En büyük hayali iki oğlunu evlendirip torunlarını sevmektir.

Efe üniversite sınavını kaçırdıktan sonra hayatta en çok değer verdiği iki arkadaşı Deniz ile Aslı’nın İstanbul’a gidişini Urla’dan seyretmek zorunda kalır. O sırada abisi de evlenmiş ve İstanbul’a tayini çıkmıştır. Yalnızlıktan bir süre hayata küser Efe. Bunu gören babası bile insafa gelir ve İstanbul’a abisinin yanına gitmesine destek olur. Ancak Efe İstanbul’a gittiğinde abisinin yanında kalmak istemez. İşportacılıktan, araba yıkamaya kadar pek çok işe girer çıkar. Büyük patron olma hayalini gerçekleştirmek için çabalar durur. Çok sıkıntılı zamanlar geçirir. Bir süre çok zor şartlarda bir handa kalır. Odada 4 kişinin yattığı, İstanbul’un izbe bir yerinde çoğunlukla işportacıların inşaat işçilerinin kaldığı bir handır. Doğru düzgün sobası, banyosu bile yoktur. Ama Efe direnir. Arkadaşlarına abimlerde kalıyorum, abisine de Deniz ile kalıyorum diyerek kendi ayaklarının üstünde durmaya, İstanbul’da tutunmaya çalışır.

Deniz ise okuluna pek gitmez, daha çok sinemayla ilgilenir. Bir kısa film yarışmasına girmeye çalışır. Girmeyi başarır ve kazanır. Ama derslerinden çoğunu da veremez. Bu durumda dominant annesi olaya el koyarak çözmek ister, ancak Deniz annesine karşı koyarak evden ayrılıp Efe ile o izbe handa kalmayı göze alır.

Aslı ise Deniz ile Efe’nin çocukluk arkadaşıdır. Efe Aslı’ya, Aslı da Deniz’e aşıktır diğer taraftan. Efe, Aslı’nın Deniz’e aşık olduğunu bildiğinden aşkını rafa kaldırır. Deniz ise Aslı’nın kendisine olan ilgisini farkedip de Aslı’yı bir arkadaşın ötesinde göremez. Sonunda Aslı Deniz’e aşık olduğunu beceriksiz bir yolla ifade eder de Deniz Aslı’yı arkadaşın ötesinde görmeye başlar. Bir süre sonra da aşık olur zaten Aslı’ya. Aslı’nın ailesi fakirdir. Babası camiden değerli çinileri çalarken yakalanıp hapse girer. Ablası ile Deniz’in babası arasında bir yasak ilişki yaşanmaktadır. Aslı ile annesi tüm bu ağır süreci başarıyla atlatırlar ve sonunda Aslı hep hayalini kurduğu tıp fakültesini kazanır. Aslı, hayattır, idealdir, asıldır, kırmızıdır.

Deniz’in annesi oğlunun Efe ile de, Aslı ile de yakınlaşmasını istemez aslında. Ama buna da mani olamaz bir türlü. Deniz’in üniversite sürecinde yeni arkadaşlar edineceğini düşünmektedir ama öyle olmaz. Öte yandan Deniz’in babasıyla Aslı’nın annesi arasındaki ilişkiyi öğrenince iyice küplere biner Deniz’in annesi. Ben bu ailenin kızlarından kurtulamayacak mıyım noktasına gelir. Ama kurtulamaz ve Deniz’în babasıyla annesi boşanırlar.

Efe delikanlıdır kendi başınadır. Şartlardan mızmızlanmaz, katlanır, karşı çıkar, direnir. Mottosu bellidir : “Benim olduracağım deyip de olduramadığım bir şey gördün mü?” Bunu söylediği kişi de muhakkak yok görmedim der.

Deniz ile Aslı büyük bir aşk yaşarken, Efe de işinde gücünde çabalarken, Deniz istemeyerek de olsa Aslı’yı aldatır. Yani istemeyerek nasıl aldatılır ki demeyin, biraz sarhoşluk, biraz gaflet, biraz da dizinin Sue Allen’ının şefkate ve sevilmeye duyduğu büyük ihtiyaç sonucu oluvermiştir işte. Sonuç olarak Aslı bir daha Deniz’i affetmez. Deniz de bunun üzerine çareyi Amerika’ya kaçmakta bulur. Orada kısa film yarışmasının ödülü olan sinema kursuna gidecek, sonrasında da babasından alacağı paralarla orada eğitimine devam edecektir.

Bu sırada, Aslı tabii ki çok üzgündür. Efe de çok üzgündür. Aslı’yı mutlu edebilmek için çeşitli eğlendirici faaliyetlerde bulunur. Bir iş bağlantısı için evli olması gerektiğinde ise Efe, Aslı ile karı kocacılık oynarlar. Sonunda tüm bunlar sonucunda Efe Aslı’ya bu defa çocukluğunda rafa kaldırdığı aşkının ateşini yeniden yüreğinde hissetmeye başlar ve bu defa söndüremez o ateşi. Umutsuz bir aşktır artık onunkisi. Sadece günlük biraderine anlatabilir hissettiklerini. Dizinin Sue Allen’ı yeniden ortaya çıkar ve günlükte yazılanları tesadüfen okur ve bunları Aslı’nın da okumasını sağlar.

Efe olanlar karşısında duramaz artık. Kimseye haber vermeden bir küçük tekne kiralar ve Ege sahillerinde amaçsızca dolanır durur. Aslı da ondan farklı durumda değildir. Efe’nin şahane bir insan olduğunu ve kendisini, mutlu etmek için neredeyse yapmadığı şeyin kalmadığını görür. Ama bu kez de Aslı Deniz’in geçtiği süreçlerden geçmektedir. Bir arkadaşı sevgili olarak algılamanın süreci.

Sonunda Deniz Amerika’dan döner. Aslı ile Efe, Aslı Efe’nin günlüğünü okuduktan sonra ilk kez yeniden Urla’da görüştükleri sırada yani Efe uzun uzun düşünüp aşkının arkasında durmaya karar verdiği anda, Aslı’ya aşkını bu kez açık açık söyleyeceği sırada beraberlerken Deniz’i görürler. Üç eski dost uzun bir aradan sonra yeniden bir araya gelmişlerdir. Ama hiçbirşey eskisi gibi değildir artık.

Aslı, Efe’yi seçmiştir artık. Deniz, Aslı’ya çok çabaladım sensiz yapamıyorum beni affet demeye gelmiştir. Efe de çocukluğundan beri Aslı’nın Deniz’e olan aşkını bildiğinden rafa kaldırdığı aşkının arkasında durmaktadır artık.

Sonuç itibarıyla, modern bir Notre Dame’ın kamburu hikayesidir, Efe, Aslı ve Deniz arasındakiler. Efe’yi tercih etmeyen kadının ben de aklına şaşarım zaten.

3 Ekim 2008 Cuma

Bir Bilinç Sıçraması : Deniz Feneri

Geçen haftasonu deniz fenerleri ile ilgili bir belgesel izledim. Deniz fenerlerinin tarihçesini, nasıl çalıştıklarını, ne işe yaradıklarını, denizciler için önemini, Türkiye’deki deniz fenerlerini anlatıyordu. Bunların hepsi ilginçti benim için tabii ki, ama asıl ilginç olan deniz fenerlerindeki çalışanlardı. Deniz fenerlerinde çalışanların sosyal durumlarıydı.

Deniz fenerleri genellikle karalarla denizlerin tehlikeli bir şekilde buluştuğu sarp yamaçlara, kimsenin yaşamadığı, doğru düzgün yolu olmayan el değmemiş bakir yerlere yapılmaktaydı. Dolayısıyla, deniz fenerleri, bakımcılarına, teknisyenlerine ve ailelerine inanılmaz bir yalnızlık yaşama imkanı veriyordu. Ayrıca deniz kenarlarına, denizle ormanın buluştuğu yerlere yapıldıklarından, bu yerler bir bakıma doğa harikaları sayılabilirdi. Bir an hayal ettim, kıyıya vuran dalga sesleri dışında alabildiğine sessizliği, temiz havayı, soğuk rüzgarı, şahane gün batımlarını ve herşeyden izole bir yalnızlığı. Bir bireyin tek başınalığı da olabilir, bir ailenin de. Daha da ilginci, Türkiye’deki deniz feneri çalışanlarının çok büyük bir kısmının babası da, dedesi de deniz feneri çalışanıymış. Yani babadan oğula geçiyor.

Deniz feneri teknisyenleri deniz fenerinin yanındaki evlerinde yaşar, gündüzleri çoğunlukla bağ ile bahçe ile uğraşır, geceleri de fenerin sürekli yanık kalmasını sağlarlarmış. Eskiden gaz yağıyla veya asetilen gazıyla yanan fenerler artık elektrikle yanarmış. Ortada bulunan lamba kendi ekseni etrafında dönerken çevresindeki aynalar da ışığın yanıp sönüyormuş gibi efekt vermesini sağlarlarmış. Lambanın dönmesini de eski kurmalı saatlerdeki gibi bir sarkaç sistemi sağlarmış. Çeşitli büyüklüklerdeki çarklar birbirlerini döndürerek hareketi kuvvetlendirip devamlılığını artırırlarmış. Bu sistem yaklaşık 2 saatte bir teknisyen tarafından tıpkı bir oyuncak gibi veya kurmalı bir saat gibi kurulurmuş.

Bir diğer ilginç nokta da, tüm bu GPS sistemleri, uydular icat edildikten sonra bile deniz fenerleri önemlerini kaybetmemiş. Bir denizci, fırtınalı bir günde sürekli karanın etrafında döner durur ama deniz feneri olmadan bir türlü karayı referans alıp da yolunu bulamazmış.

Deniz fenerinin müthiş bir metafor olduğunu düşünmeye başlamıştım. Deniz feneri; yalnızlık demek, sessizlik demek, birey olmak demek, ışık demek, yol gösterici demek, teknolojiye karşı insanlık demek, el değmemiş doğal güzellikler demek, sert rüzgar demek, soğuk kış geceleri demek, babadan oğula geçen miras demek, gelenek demek, insanın doğaya hakim olma mücadelesi demek, insanın kaderi ile kavgası demek, sorumluluk duygusu demek, görev bilinci demek, dirayet demek, devamlılık demek. Deniz feneri insanlık demek.

Bu şahane metaforu kullanarak bir deniz feneri teknisyeninin hikayesini yazmak istedim. Karadeniz’den İstanbul boğazına gelen gemilerin ilk gördüğü feneri, İgneada fenerini seçtim kendime. Hikayenin teknisyeni bu fenerde yaşayacaktı. İğneada’yı araştırmaya başladım. İğneada’nın da şahane bir seçim olduğunu gördüm. Bulgar sınırındaydı, bir doğa harikasıydı, Avrupa’nın en büyük Longoz ormanları buradaydı, 20 km. uzunluğunda nefis bir sahili vardı, orman içerisinde yedi tane farklı göl bulunmaktadı, Karadeniz balıklarının en bol ve en taze olduğu yerdi, kışları çok sert rüzgarlar esiyordu ve buraya bir nükleer santral kurulmasına çalışılıyordu. Bu nedenlerle İğneada’ya gitmek istedim. Nasıl gidilir nerede kalınır araştırdım.

Bu arada tekrar hikayeye döndüğümde, Trakyalı insanların kendilerine özgü kültürlerini, diyalektiklerini, geleneklerini bilmediğimden bu hikayenin bana birkaç beden büyuk geleceğini düşünmeye başlamıştım ki, İğneada’nın Ok Musti Türkiye Tamamdır’da Alev Alatlı’nın övgüyle anlattığı “Kırklar”ın ili olan Kırklareli’nde olduğu dikkatimi çekti. Kırklar’ı araştırmaya başladım bu kez ve bende film koptu.

Önce karşıma Alevi’liğin sırrını çözdüm ben diyen bir adamın röportajı çıktı. Alevi’lerin sırrının yaratılışa değil, evrime inanmaları olduğu iddia ediliyordu. Müslümanlar yayıldıklarında Aleviler de korkularından biz de müslümanız demişler. Alevilerin sırrı üremeymiş. O yüzden kefenleri içerisinde cinsel organları örten bir başka kefen daha varmış ve buna edep kefeni değil sır kefeni deniyormuş. Kırklar Cemi çocuğun doğumunu sembolize eden bir dans ve semah gösterisiymiş. Bir Alevi Piri insanın doğuşunu “Baba mayayı ana sütüne katar, ana rahminde vücut tutar. Mayalanan maya 40 gün mayada kalır. 41. gün vücut hasıl olur.” şeklinde açıklamışmış. Buradaki 40 gün ve 41. gün kırklar cemi inanışında da varmış. Kırklar cemi inanışının kaynağı bu hikaye ile anlatılırmış.

Bu hikayeye göre, Hz. Muhammed, atı Burak ile bir gece Mirac'a çıkar. Cenab-I Hak ile 90 bin kelam konuşur. Bunun 30 bini sırrı hakikat olup Hz. Ali'de kalır. Miraç'ta Hz. Muhammed'e; süt, bal ve elma verildiği rivayet edilir. Bal aşka, süt sevgiye elma ise dostluğa işaret eder. Muhammed, Mirac'a çıkarken yoluna bir kükremiş aslan çıkar. Aslan yolunu keser. Gaipten bir ses (nida) gelir. "Parmağındaki yüzüğü aslanın ağzına atması" istenir. Muhammed böyle yapar aslan sakinleşir, yoluna devam eder. Muhammed, Cenab-I Hak ile görüştükten sonra şehre döner. Yolda bir dergâha rastlar. Merak edip gidip kapısını çalar. İçerdeki ses; "Kimsiniz?" der. Muhammed ise; "Ben peygamberim içeriye girmek istiyorum" der. Kapı açılmadan içerden gelen ses; "Peygamberliğini git ümmetine yap. Bizim aramıza peygamber sığmaz" der. Hz. Muhammed kapıdan ayrılıp yürümeye başlayınca gaipten gelen ses ayrılmamasını kapıyı yeniden çalmasını ama yanıtı farklı vermesini söyler. Muhammed yine kapıyı çalar: İçerden yine; "Kimsiniz" diye sorulur. Bu kez Hz. Muhammed; "Bende sizden biriyim. Bir insanım. Sizi görmek istedim" der. Bu yanıttan sonra kapı açılır. Muhammed içeri alınır. İçerden "Hoşgeldin sefa getirdin, uğur getirdin" diyerek karşılarlar. Hz. Muhammed içerde oluşmuş bir meclis görür. Hatta sayımını da içinden yapar. Tam 39 kişi vardır. Muhammed'e yer gösterilir. O'da gösterilen yere oturur. Hz. Ali'de meclistedir. Muhammed tesadüfen Ali'nin yanına oturur. Hz. Muhammed sorar. "Size kimler denir?" der. "Bize Kırklar denir" diye yanıt alır. "Ama burada 39 kişi saydım" der. "Selman-ı Pak Can Parstadır"denir. "Peki sizin ulunuz, büyüğünüz, küçüğünüz kim" diye sorar Hz. Muhammed. Gelen yanıt şöyle olur: "Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de uludur. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir" denir. Bunun üstüne Muhammed meclisten bunu kendilerine kanıtlamalarını söyler. O sırada Ali kolunu uzatır ve gömleğini sıyırır. İçlerinden biri "destur" diyerek bıçağın ucu ile kolunu hafif kanatır. Kolundan bir damla kan akar. Onu, her can'ın kolundan birer damla kanın gelmesi izler. 40. canın bir damla kanı da pencereden içeri gelir. Bu ise Selman-ı Pak'ın kanıdır. Sonra Hz. Ali kolunu bağlar, hepsinin kanaması durur. Selman-ı Pak, Parstan dönüşte bir üzüm tanesi getirir. O'nu Hz. Muhammed'e verir ve bölüştürmesini ister. Muhammed verilen kapta üzüm tanesini ezer, çıkan dem meclisteki kadın-erkek canlara dağıtılır. Kırklar üzüm suyunu içerler. Hep birlikte mest olurlar. "Ya Allah" deyip semah dönerler. Hz. Muhammed'de onlara katılır. Büyük bir coşku ile vecd halinde semah dönülürken Hz. Muhammed'in başından sarığı (imamesi) düşer. Kırk parçaya bölünür. Kırklar parçaları bellerine bağlarlar, kemerbest olurlar. Hz. Muhammed, Kırklar Meclisi'ne pirlerini sorar. "Pirimiz Ali'dir" derler. Böylece, Hz. Muhammed, Ali'nin de orada olduğunu öğrenmiş olur. Ali, Hz. Muhammed'in yanına gelir. Hz. Muhammed Ali'nin parmağında, Mirac'a giderken "aslana" verdiği yüzüğü (hatemi) görür. Ali'ye sarılır, O'nu bağrına basar.”

Bu hikayeden yola çıkarak Alevi’liğin sırrını açıkladığını iddia eden biri var röportajda. Kırklar cemi ve semah, insanın ana rahminde mayalandığı ilk 40 gün ile ilgiliymiş. 40 günden sonra da 41 yokmuş. Yani Kırklar bir’e dönüşmekteymiş. Kırklar cinsiyetsizmiş, cinsiyet henüz oluşmamışmış. Bu yüzden Sırrı Hakikat Kapısı’ndan geçip Kırklar Cemi’ne girenlerin cinsiyetinin olmadığı kabul edilirmiş. Bir başka deyişle, Adem’in Allah tarafından çamura sekil verilerek; kadının da onun kaburgasından yaratıldığı inanışına karsı, Aleviler evrimci bir mantıkla meseleye bakarlarmış. Ve insanin evriminin bir sonucu olarak doğduğuna inanırlarmış. Kırklar Cemi’yle de, erkeğin spermlerinin, kadının rahim içinde bulunan yumurtasını döllemesiyle ortaya çıkan embriyonun yolculuğunu tasvir ederlermiş. Sözle söylenemeyen bilimsel gerçeğin dans ile anlatılmasıymış. Alevi inanışı bu bilimsel düşüncenin sır edilmesiymiş. Hz. Muhammed’in düşen sarığının parçalarını bellerine saran Kırklar da bebeğin göbek bağını gizlemiş olurlarmış.

Bu ilgi çekici hikayeyi okuduktan sonra ne deniz feneri, ne İğneada kalmıştı aklımda. Ben alevileri araştırırken şiirin birinde Veysel Karani ismini gördüm. Dayımın çok muhterem bir zat olarak tanıttığı bu adam Alevi miydi ki bir Alevi’nin yazdığı şiirde pirimiz Veysel Karani diyordu. Alevi bir adamı dayım çok övmezdi herhalde diye merak edip bu sefer de Veysel Karani’nın hikayesini araştırmaya başladım.

Veysel Karani peygamber döneminde yaşadığı halde peygamberi kafa gözüyle görüp de sahabe olamamışmış. Ancak onların aralarında bambaşka bir gönül bağı varmış. Okuduğum kaynaklara göre hikayesi aşağıdaki gibiymiş.

Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî. İsmi Üveys bin Âmir el-Karnî'dir. Yemen’in Karn köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 657 (H.37) târihinde şehîd edildi. Peygamber efendimizin sağlığında müslüman oldu. Fakat görmediği için Sahâbî olamadı. Peygamber efendimiz zamânında Medîne’ye gelmedi. Tâbiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Medîne’ye geldi. Çok alâka ve hürmet gördü. Önceleri kendi memleketi Yemen’de yaşadı. Sonra Basra'ya gitti.

Veysel Karânî hazretleri, Yemen’de iken deve güder, geçimini onunla temin ederdi. Geçimi, yaşaması pek sâdeydi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse kabul ederdi. Fakir olanlardan hiç ücret almazdı. Aldığının yarısını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kalanını da kendi ihtiyaçlarına ve annesine harcardı.

Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu. Bir an bile Rabbini unutmadı. Kulluğunda o dereceye yükseldi ki, her hâli, her hareketi ve her sözü insanlara ibret ve nasîhat oldu. Kimseden incinmemiş ve kimseyi incitmemiştir. Onun en önemli vasfı; Peygamber efendimize olan aşkı, ibâdete canla başla devâmı ve annesine saygısıdır. Annesine çok hizmet edip, hayır duâsını aldı. Resûlullah efendimizi görmeği çok arzu ediyordu. Defâlarca Peygamber efendimizi görmek için annesinden izin istedi. Annesi, kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.Peygamber efendimiz; "Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu. Resûlullah efendimiz, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. “Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve Mudar kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” buyurdu. Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz; “Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.” buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu. Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin! dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye; “Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu.

Veysel Karânî hazretleri gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona dîvâne gözü ile bakıyordu. Sonradan onun büyüklüğünü anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine, annesinin vefâtından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.

Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. “Üveys-i Karnî'ye verin.” buyurdu. Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ömer ile hazret-i Ali Kûfe’ye geldiklerinde, Ömer (radıyallahü anh) hutbe esnasında; “Ey Necdliler, kalkınız!” buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve birkaç kişiyi ona gönderdiler. Hazret-i Ömer, onlardan Üveys’i sordu. Biliyoruz. O, sizin bildiğinizden pek aşağı bir kimsedir. Dîvânedir, akılsızdır ve insanlardan kaçar bir hâli vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu. Arne vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam yiyeceği veririz, saçı-sakalı karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neşe bilmez. İnsanlar gülünce, o ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum.” buyurdu. Sonra hazret-i Ömer’le hazret-i Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılar gördüler. Allahü teâlâ, develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti. Namazı bitirip selâm verince, hazret-i Ömer, kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, yâni Allah’ın kulu.” dedi. “Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ elini göster.” buyurdu. Gösterdi. Hazret-i Ömer; Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderip; “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin.” diye vasiyet buyurdu, dedi.

“Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına âid olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys, aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasfını belirtti.” cevâbını verdi.

Bunun üzerine, Hırka-i şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâda bulundu:

“Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben fakir, âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş.” dedi. Günahkâr olan bütün müslümanların affı için duâ etti. Bir çok günahkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi.

Veysel Karânî hazretleri, kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti. Kûfe’ye gittikten sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin Hayyan’dır. Harem bin Hayyan anlatır: "Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu bildiren hadîsi işitince, onu görmek istedim. Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihâyet Fırat Nehri kenarında abdest alırken buldum. Daha önce hakkında mâlûmâtım olduğundan onu tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfeha etmek istedim, elini vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys, nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü çok zayıftı. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin Hayyan! Nasılsın ey kardeşim! Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın? dedim. “Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü müminlerin rûhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de!” dedi."

Resûlullah efendimizden bana bir haber ver, dedim. “Ben onu görmedim, O’nun haberini başkalarından işittim. Hadîs yolunu kendime açmayı istemem. Muhaddis, müftü veya müzekkir olmayı istemem. Benim meşguliyetim vardır. Bunlarla uğraşamam.” dedi. Bana bir âyet okuyun. Sizden duyayım dedim. Elimi tuttu. Eûzü besmele okudu ve çok ağladı. Sonra; “Cinleri ve insanları beni tanımaları, ibâdet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât sûresi: 56) “Gökü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım.” (Enbiyâ sûresi: 16) meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudu. Sonra bir feryad etti. Aklının gittiğini sandım. Sonra; “Ey Hayyân’ın oğlu, sen buraya niçin geldin?” dedi. Seni tanımak, seninle sohbet etmek arzusu ile dedim. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman bir mânâ veremem.” dedi. Bana vasiyet, nasihat et dedim. “Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günahın küçüklüğüne değil, onunla âsî olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan, onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş olursun.” dedi. Nereye yerleşmemi tavsiye edersin? dedim. “Şam’a” dedi. Orada geçim nasıldır. dedim. “Şüphenin ağır bastığı şu kalbe yazıklar olsun, nasihat kabul etmez.” dedi. Bana bir tavsiyede daha bulun? dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu! Baban öldü, Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed Resûlullah öldüler. Halîfesi Ebû Bekir öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer!.. Ah Ömer!..” dedi. Allah sana rahmet eylesin, hazret-i Ömer ölmemiştir dedim. “Allahü teâlâ, onun öldüğünü bana bildirdi.” dedi. Salevât okuyup, kısa bir duâdan sonra şu vasiyeti yaptı: “Ben ve sen, ölülerdeniz. Allah’ın kitabını ve onda bildirilen sırât-ı mustakîmi, doğru yolu elden bırakma ve ölümü bir an unutma! Kavmine ve akrabâna varınca onlara nasihat et ve Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnete uymaktan bir adım ayrılma ki, dînini kayıp edersin de haberin olmaz ve Cehennem’e düşersin.” Birkaç duâ daha etti, sonra; “Git Harem bin Hayyan, bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni! Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile anarım. Sen bu taraftan git, ben de şu taraftan gideyim.” dedi. Bir zaman onunla gitmek istedim. Bırakmadı. Gitti, ağlıyordu. Ben de ağladım. Ardından baktım durdum. Gözden kayboluncaya, şehre girinceye kadar baktım. Hâlâ ondan bir haber alamadım.
Devamlı ibâdet ve tefekkür hâlindeydi. Devamlı insanlardan uzak yaşar kimseyle görüşmezdi. “Benimle en çok konuşan, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’dir.” demiştir.

Veysel Karânî hazretleri Mekke’de hac yapıp, Medîne’ye gidince, işte Resûlullah’ın türbesi burasıdır diye kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca; “Beni buradan götürün. Resûlullah efendimizin medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz.” buyurdu.

Rebî’ bin Haysem anlatır: Üveys'i görmeye gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi, tesbihlerin sonuna kadar bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı kuşluk namazı kıldı. Öğle oldu, öğleyi kıldı. Velhâsıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı çıkmadı. Yemedi, uyumadı. Dördüncü gece ona kulak verdim. Gözüne uyku gelmişti. Derhal münâcaâta başladı ve; “Yâ Rabbî, çok uyuyan gözden, çok yiyen karından sana sığınırım.” dedi. Bana bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim.

Geceleri hiç uyumazdı. Bir gece; “Bu gece kıyâm gecesidir.” dedi. Diğer gece, “Bu gece rükû gecesidir.” Öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” dedi. Bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû, bir başka geceyi de secdeyle geçirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeye nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbih sünnettir. Bunu yapamamamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir. Buna ise gücüm yetmemektedir.” dedi.

Kendisine, namazda huşû nedir? dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda duymamaktır.” dedi. Kendisine nasılsın? dediler: “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?” dedi. İş nasıldır? dediler. “Ah, yolun uzaklığından azıksızlıktan, ah!” dedi.

Birisi Veysel Karânî hazretlerini ziyârete gitti. Ona hitâben; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?" dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin?” Evet bilirim. “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri unut. Bu yetişir.” buyurdu.

Yâ Üveys, bir nasihat daha söyle! “Allahü teâlâ seni bilir mi?” Evet bilir. “Öyle ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfidir.” dedi.

Veysel Karânî hazretlerini çocuklar bâzan taşa tutardı. O ise çocuklara; “Yavrucaklar mutlaka beni taşa tutmanız gerekiyorsa, hiç olmazsa küçük taş atın da ayaklarımı kanatıp namaz kılmakta bana zorluk olmasın.” derdi.

Veysel Karânî bir defasında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü gün sabahı dışarı çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyunun kendisine doğru geldiğini gördü. Koyun, ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.

Buyurdu ki:

“Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”

“Ey insan bu fâni hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Kurtuluş çâresi O’na itâattedir.”

“Yüksekliği aradım, tevâzuda buldum. Başkanlık aradım, halka nasihatta buldum. Neseb aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Rahatlık aradım, zühdde buldum. Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.”

Veysel Karani’nin de hikayesini okuduğumda yine tuhaf bir şey olmuştu. Veysel Karani de bir çeşit deniz fenerinde yaşamıştı. Toplumdan izole, inandıklarıyla başbaşa. Aldırmaksızın çevresine, bir annesi, bir de inancı dışında herşey önemsizdi. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman bir mânâ veremem.” demiş zamanında ve kendisinden nasihat isteyen biriyle de aralarında aşağıdaki dialog geçmiş.

- Bir nasihatta bulun bana ey allahın sevgili kulu.
- Allah’ı bilir misin ?
- Evet.
- Öyleyse Allah’tan gayri herşeyi unut.
- Bir nasihatta daha bulun ey Veysel Karani
- Allah seni bilir mi ?
- Evet
- Öyleyse Allah’tan gayri kimse seni bilmesin. Bu senin için kafidir.

Deniz fenerinden başlayan bu bilinç yolculuğu yine deniz fenerinde sona ermişti. Deniz feneri olmadan kimse gideceği yönü bilemiyor, o içindeki boşuna yaşıyoruz hissini atamıyordu. Deniz feneri herkese lazımdı, çünkü insan kapkaranlık bir gecede, koskocaman bir denizde, küçücük gemisiyle yapayalnız yolunu arayan bir denizciden başkası değildi. Ve deniz feneri teknisyenleri deniz feneri gece boyunca yansın istiyorlardı. Bu da onların deniz fenerleriydi işte.