29 Haziran 2009 Pazartesi

Tehlikeli Oyunlar'ı Tiyatroya Taşıyan Seyyar Sahne'nin Değerli Oyuncusu Erdem Şenocak'a

Erdem Bey,

Selim Işık nickiyle Günlerin Selinde Akıp Giden Bir Işık Selinin Peşindeki Özben adlı blogu yazan biriyim. Oğuz Atay 2000 yılından beri büyük bir tutkuyla sevdiğim bir yazar. Tehlikeli Oyunlar’ı sizin oyunu izlemeden 10 gün önce ikinci kez okumuştum. Tehlikeli Oyunlar’a kafa yorup alt metinleri anlamaya çalıştığım bir dönemde tesadüfen sizin romanı tehlikeli bir biçimde oyunlaştırdığınızı gördüm. Tarih 25.06.2009’du. Ertesi güne hemen kitabı okumamış bir arkadaşımla bilet aldım ve ne yapmışlar acaba diye merakla geldim. Genelde tek kişilik oyunlarda mırıl mırıl konuşmalar çok olur ve arkalardaysanız duymazsanız bazı konuşmaları. O nedenle önlerden izlemek istedim. Tesadüfen yanınıza oturmuşum. Bana döndünüz ve burası güzel bir yer ama açısı biraz ters oyun açısından dediniz. Ben de size dedim ki, açı falan çok önemli değil, söyleneleri duyayım yeter dedim. Siz de tamam o zaman dediniz, ama iki dakika sonra bizi oradan kaldırdılar. Sonra baktım sahneye siz çıktınız.

Gülmeye başladım kendi kendime. Adamlar sekiz ay romana görsellik katalım diye kafa patlatmışlar, ben açı filan önemli değil, söylenenleri duyayım yeter diyorum ki, o sırada iki tane salıncak, bir tane adamla ne açısı abi diyordum içimden.

Oyun başladı. Hikmet’in gördüğü kabus ile, tam tahmin ettiğim gibiydi. Ben asıl Nurhayat Hanım’ı Hüsamettin Albay’ımı tüm o kalabalığı nasıl canlandıracağınızı merak ediyordum. Kimi zaman parmaklarınızla, kimi zaman ayak parmaklarınızla tüm o kalabalığı gayet güzel canlandırdınız. İlk bölüm sona ererken en çok takdir ettiğim şey, yaklaşık 150 sayfalık bir bölümü neredeyse hiç eksiksiz anlatmanızdı. Merak ettim bu kadar hızlı konuşulan bir oyunu romanı bilmeyen bir izleyici takip edebilir mi? Romanı okumayan arkadaşıma sordum, gayet güzel takip edebildiğini söyledi. Oysa ben bile çok zorlanmıştım. Sizin haliniz ise inanmakta güçlük çektiğim bir enerjinin dışavurumunun ardından biraz perişandı. Hikmet ile birlikte siz de tükeniyordunuz sahnede. Nasıl devam edecektiniz ikinci perdeye merak ediyordum.

Çıktınız ve Austerlitz savaşıyla başladınız, enerjiniz düşmemişti. Şarj mı ediyorlardı acaba sizi. Fransız ihtilali, ardından Hikmet’in Sevgi’nin evine gidişi. Çok yorgundunuz artık Hikmet gibi, albayım diyordunuz ben artık daha fazla devam edemeyeceğim oyunlara. Son yemekten sonra da sahnede Hikmet gibi tükendiniz.

Elbette oyunda eleştirilecek çok şey vardı. Romandan pek çok önemli metni oyun dışında tutmuştunuz ikinci bölümde. Alt metinlere çok az girebildiniz. Hikmet’in adı neden Hikmet’ti (wisdom) Bilge neden Bilge’ydi (sage), Sevgi’nin (love) fonksiyonu ne idi? Sonundaki İsa göndermeleri nereden çıkmıştı. Buna benzer alt metinler eksik kaldı ama bence yine de mükemmele yakın bir iş çıkarmıştınız.

Oyundan çıktıntan sonra arkamda bir kız ile bir oğlan oyun hakkında konuşuyordu. Oğlan ben çok birşey anlamadım bu oyundan dedi, kız ise anlamayacak ne var, sonunda esas oğlan ölüyor diye cevapladı. O kadarını ben de anladım dedi oğlan.

Sizi tebrik ediyorum, bu delice işe giriştiğiniz için. Dediğim gibi oyunda eleştirilecek çok fazla şey bulunabilir ama sizden daha iyisini yapacak başka bir deli bulunmaz diye düşünüyorum. Ezberlediğiniz tiyatro tekstinin en az 200 kitap sayfası olduğunu tahmin ediyorum ki sadece ezber kısmı bile delice. Salıncakları kullanışınız, el ve ayak parmaklarınızı kullanışınız, sesinizi kullanışınız, türkü söyleyişiniz gerçekten çok çok başarılıydı.

Saygılarımla,

Selim Işık

Hikmet Ne İster

“En büyük hatan, cevabı bulmada başarısız olman değildi. Yanlış soru sorarsan doğru cevabı bulamazsın. Doğru soru, "Woojin beni neden esir aldı?" değil "Beni neden serbest bıraktı?" olmalıydı. Bir kez daha sormak gerekirsei neden Woojin, Dae Su'yu 15 yıl sonra serbest bıraktı?” (Oldboy filminden bir replik)

Anlamaya çalıştığım şey Oğuz Atay’ın bu romanın alt metinde ne anlatmak istediğiydi. Fakat bunu böyle sorunca parçalar bir türlü yerine oturmuyordu. Oldboy imdada yetişti. Yanlış sorular soruyordum. Hikmet’in, Sevgi’nin, Bilge’nin ne istediğini anlamalıydım önce. Öyle ya Hikmet ne isterdi de, gecekonduya çekildi.

Hikmet’in kelime anlamına dönelim önce biraz. Hikmet öğrenme ve öğrendiğini uygulayabilme kapasitesi demiştik iki yazı önce. Biraz etimolojik araştırma yaptığımızda ise ilginç sonuçlar çıkıyor karşımıza. HKM kelime köküne sahip kelimeler gerçekten enteresan: “Ahkam, hakem, hakim, hüküm, hükümdar, hükümet, hükümran, istihkam, mahkeme, mahkum, muhakeme, müstahkem, tahakküm, tahkim, hekim”

Hikmet çevresindeki hayata ve dünyaya hükmetmek ister, hakim olmak ister, ahkam kesmek, hüküm vermek ister. Heşeyi kontrolünün altına almak ister. İstediği kadını almak ister, istediği hayatı yaşamak ister. Sürpriz olmasın ister. Kendisine ilgi gösterilsin ister. Sevilmek ister. Kendisine muhtaç olsun insanlar ister. Başrol ister, Hamlet olmak ister, kurtarıcı olmak ister, İsa olmak ister, değiştirmek ister, Fransız İhtilali yapmak ister.

Hikmet başrolü iki türlü elde edebilir. “Tozlu ülkemizin yollarında Sevgi ile iki kişilik bir ülke kurarak” o ülkenin kralı olabilir ya da dışa açılarak, çok çalışarak, yaşamın yasalarını iyice anlayarak, kısaca bilgeleşerek, dünyanın kralı olabilir.

Hikmet önce Sevgi’yi dener. İçe dönmek ister. Ülkemizin sorunlarından kurtulmak ister, kitapları okumayı bırakır. Sürekli üşüyen Sevgi’nin, beceriksiz Sevgi’nin ihtiyaç duyduğu Hikmet’i yeterli bulmaya çalışır. İhtiraslarından arınmaya, izole bir yaşam sürmeye çalışır. Sonunda ne yazık ki, çok sıkılır. Sevgi’yi idare etmek yetmez Hikmet’e. Beklediği ilgiyi ne Sevgi’den, ne dış dünyadan bulabilir Hikmet. Bu iki kişilik ülkeyi kimse tanımaz, kimse bu iki kişilik ülkeye büyük elçi atamaz.

Yavaş yavaş Hikmet dış dünyaya açılır, önce arkadaşların gelmeye başlar eve. Sevgi içeride uyuyordur. Hikmet arkadaşlarıyla dünyayı kurtarıyordur. Herkese kendisinin ne kadar zeki, ne kadar donanımlı, ne kadar ilgi çekici biri olduğunu kanıtlamaya çalışırken, iki kişilik ülkenin yegane tebası o sırada içeride uyuyordur. Hikmet Bilge’den Sevgi’nin bilmediği bir dili, İngilizce’yi öğrenirken, Sevgi bir köşede üşümektedir. Hikmet, “hangi renklerin güzel olduğunu, hangi şarkılara duygulandığını, güzel kadının tanımını, tabloları duvara nasıl asmak gerektiğini, hangi yazarların büyük olduğunu, hangi renklerin yanyana gelebileceğini, ikinci sınıf bestecilerin kimler olduğunu, misafire pijama ile çıkılıp çıkılamayacağını, ne biçim bir evde yaşayacaklarını, duvarları nasıl boyayacaklarını, hangi gömlekle hangi kravatı takacağını, hangi devlet düzeninde yaşanabileceğini, hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü, insan insanın kurdu muduru, aşkın ölümsüz olup olmadığını, dünyanın en büyük oyun yazarının kim olduğunu, Hikmet’in yatağın neresinde yatacağını, Sevgi’nin yatağın neresinde yatacağını” anlatırken de Sevgi, Hikmet’in yargılarına katılmadı. Hikmet artık iki kişilik ülkeye bile hükmedemiyordu.

Bilge ise, kolej çocuğu Fikret ile takılıyordu. Fikirlere, hükümlerden daha çok değer veriyordu Bilge. Fikirler geleceği şekillendirirken, hükümlerin kısa vadeli sonuçları oluyordu. Bilge soyutu, somuta tercih ediyordu. Matematik, somut yaşamdan daha değerliydi. Matematiği hayata uydurmaktansa, hayatı matematiğe uyduruyorlardı çoğu zaman. Hikmet o zaman hayata değil, matematiğe hükmedebiliyordu.

Sonunda Hikmet yıktı dünyasını, gecekonduya çekildi. Aklında bir dünya kurdu, o dünyaya ilişkin oyunlar yazdı. Rolleri istediği gibi dağıtıyor, gerçekleri dilediği gibi çarpıtabiliyordu. Kimin başına ne gelecek, hangi savaşı kim kazanacak, hangi deliler ihtilal yapacak hep o karar veriyordu. Bilge gel diyordu, Bilge geliyordu, Bilge otur diyordu, Bilge oturuyordu. Bilge seviş benimle diyordu, Bilge sevişiyordu. Herşey kontrolü altındaydı aklının dünyasında. Hükümet gibi adamdı Hikmet. Hüsamettin Albay soruyordu, “senin gerçekçiliğin nerede kaldı Hikmet?” Cevap açıktı, “çok gerilerde kalmıştı” Hikmet’in gerçekçiliği.

Hikmet, ansiklopedi yazıyor, Hikmet, Fransız İhtilali yapıyor, Hikmet kral Mesih oluyor, dünyayı kurtarıyoırdu aklında. Oysa tıpkı İsa gibi onun da krallığı bu dünyada değildi. Aklının dünyasındaydı Hikmet’in krallığı. Son yemeği tertipleyip, kendini çarmıha germesi bundandı. Tıpkı İsa gibi o da kaçabilirdi, kendini kurtarabilirdi. Havarilerden birinin kendisine ianet edeceğini bildiği halde önlem almayan İsa gibi, Hikmet de sonunu bile bile bu yola girmişti. İsa’nın gerçeği kendisini çarmıha geren Yahudiler’in gerçeğinden ne kadar farklıydıysa, Hikmet’in gerçeği de Sevgi’ninkinden, Bilge’ninkinden o kadar farklıydı. Hikmet’in hayatla görülecek hesabı vardı, hayatın karşısında ölümü oynatmak isterdi. Ölümle oynamak isterdi Hikmet, ama kadınlar bırakmıyordu.

Sonunda Hikmet, hayatı da, kadınları da, aklını da bıraktı. Tehlikeli oyunlardı oynadığı, sonunda ölüm vardı.

19 Haziran 2009 Cuma

Hikmet’in Sevgi’si

Öncelikle Tehlikeli Oyunlar’ı dün gece bitirdiğimi söyleyeyim. İlk okumamın ne kadar dandik bir okuma olduğunu da görme fırsatım oldu. İlk bölümü okuduktan sonra yazdığım yazıyı da şimdi hiç beğenmiyorum. Oysa yazarken iyi gibi gelmişti. İkinci bölümde Sevgi’nin hayatı detaylıca anlatılıyormuş. Erken ötmüşüm, kesin başımı. Aşağıda Sevgi’nin hayatını özetledim. Yorumsuz alıntı yazmayı sevmem aslında, ama Oğuz Atay’ın cümleleri o kadar şahane ki, yoruma yer bırakmıyor. İnşallah kitabın bütünü hakkında yazmayı hayal ettiğim kadar iyi bir yazı yazabilirim. Bu arada kitabın muhteşem olduğunu, okumayanların mutlaka okuması gerektiğini de bir kez daha ifadeetmek isterim. Şimdi buyrun size Oğuz Atay’ın Sevgi’si (Love).

Sevgi “ufak tefek solgun yüzlü Leyla Nezihi Hanım ile daha genç yaşta saçları iyice dökülmüş olan esmer ve iriyarı Süleyman Turgut Bey gibi Fransızca-Almanca, romantik-realist, taşralı-büyük şehirli, hastalıklı-sağlam, çekingen-atılgan, muğlak-kat’i gibi bir çok bakımdan zıt kutupları temsil eden” (1) bir anne babanın kızıydı. Kısa sürede izdivaçlarının ilk büyüsü sona ermiş ve Süleyman Turgut Bey, becerikszliği ve büyük şehirli tavırları yüzünden karızına tarizlere başlamıştı ama, Leyla Nezihi Hanım, almış olduğu terbiye sebebiyle bu vaziyeti kimselere anlatmıyordu. Sevgi bir yaşındaydı.” (2) Oturdukları tek katlı evin “daha henüz temelleri, atılırken getirilen mermerlerin Bergama tipi sütunlarda işe yaramayacağı anlaşılınca, bütün ev, salonlar ve odalar dahil, beyaz mermerle kaplanmıştı. Evin muhtelif yerlerinde büyük kömür sobaları yakılmakla birlikte, bu mermerler yüzünden taşranın kışı evde bütün soğukluğuyla hissediliyordu. Leyla Nezihi hanım daima üşüyordu.” (3) “Karakterinde zamanla müsbet bir inkişaf kaydedemeyen bütün evli erkekler gibi Süleyman Turgut Bey’in de şahsiyetinin tek renkli tarafı cimriliği olmaya başlayınca sobaların sayısı azaldı. Leyla hanım da bu yüksek tavanlı ve beyaz mermerli evde, omuzlarına daha çok sayıda şallar örterek, babasının evinden getirmiş olduğu Avrupa malı battaniyeyi bütün kış müddetince sarınarak, elinden düşürmediği Fransızca romanlar arasında gittikçe küçüldü. Sevgi beş yaşına basmıştı.” (4) “Sevgi babasından ciddiyeti annesinden de üşümesini aldı.” (5) “Sevgi soğuk mermer denizinin ortasındaki koltuğunda annesinden Fransızca öğrendi ve babası onu, ilk mektebi bitirince, İngilizce’yi iyi öğrettiği söylenen yabancı bir okula yazdırdı. Sevgi itiraz etmedi. Yalnız, mektebe başlamadan iki gün önce, gece yatağına yatarken, annesinin babasından daha çok yaşaması için yarısı Fransızca bir dua okudu. Piyano dersinden de fazla masraf olduğu esbabı mucibesiyle vazgeçildiği gün gene sesini çıkarmadı. Piyanonun üzerindeki ellerine bakarak bir süre düşündü. Ellerini ve ayaklarını çirkin buldu; erkeklerini onu beğenmeyeceğini, hiçbir zaman evlenemeyeceğini düşündü. Odasına gitti ve yatağının altında sakladığı ruju, renkszi dudaklarına ilk defa sürdü. Oniki yaşındaydı. Babasından ilk tokadı, aynada kıravatını bağlayan bir Süleyman Turgut Bey’i seyrederken yedi. Süleyman Turgut Bey, gece dolaşmalarından birine, sokak dişilerinden biriyle buluşmak için çıkmak üzereydi; kızının gözlerinde, babasının nereye gittiğini bilen, mahzun ve küçümsemeye kararlı bir ifade gördü aynadan. Süslenişiyle, kokular sürünüp ipek gömlekler giymesiyle alay edildiğini, durgun ve donuk bir istihza ile karşılandığını sezdi. Üşüyen yaratıkların soğuk istihzası. Annesinin gözleri. Sobaları kaldırtarak bizi üşüten bir cimrinin, sokak kadınlarına para yedireceğine inanmıyorum gözleri. Sen ciddi görünüşlü, gülünç bir çapkınsın gözleri. Aynadan kızına baktı: Dizkapaklarını örten kalın, çirkin çoraplar giymiş; kalın ayakkabılar. Erkeğe benziyor. Annesinin elbisesinden bozma, bol ebtari. Sizin şıklığınızla alay ediyorum baba kılığı. Birden elini kaldırdı Süleyman Turgut Bey. Boşuna atılmış bir tokat. Gözler, aynı gözler. Sevgi ağlamadı. Süleyman Bey, bir türlü yapılamayan şöminesinin, saçsız başının, Almanca’yı üç senede unutmasının ve daha bir sürü gülünçlüğünün şuurunu yaşadı bu gözlerde.” (6) Sevgi, “Çok üşüdüğü için ve güzel olmadığı için ve daima o sırada söylenecek sözü hemen bulup söyleyemediği için kendinden de zaman zaman nefret etti.” (7) “Sevgi, sobanın yanına oturur ve anlamakta güçlük çektiği matematik ya da fizik kitabına dalgın gözlerle bakardı.” (8) Babasına göre, “matematik öğretilemezdi, bu bir kabiliyet meselesiydi.” (9) “Sevgi, hemen cevap veremezdi; düşünürdü. Kendisinden ne istendiğini anlamak için, karşısındakinin gözlerine bakardı. Acele kararların uğursuzluğuna inanışı; ıstırap, acı, sefalet gibi uzakta belirsiz duran ve insan acele etmedikçe orada sadece birer kelime olarak bekleyen kavramlara karşı ürkekliği; üşümek gibi vücudunu kaçınamadığı felaketlerin belki de düşünceyle ilgili bir taklihsizlik olduğunu hissetmesi onu tutuk, bekleyici ve her dinlediği sözün üzerinde sanki uzun uzun düşünen bir insan yapmıştı. Oysa, pek düşünemezdi. Derinliklerinde bir yerde, beklemesini bilirse bütün tuzakların ortaya çıkacağını ve kötü insanların konuşarak sonunda kendilerini ele vereceklerini hissederdi.” (10) “Kendilerine yazık edenler, zamanın herşeyi nasıl halledeceğini bilemeyenlerdi.” (11)

Anlatımı ne kadar değişti Oğuz Atay’ın iş Sevgi’ye gelince, kitabın bütün bir ikinci bölümü boyunca klasik bir roman üslubuna geçiverdi. Sevgi mutsuz bir çocukluk geçirmişti. Yaşadıkları sonunda maddiyatçılığı geri planda tutup maneviyata yönelmişti. Başına gelenleri değiştirmekten çok katlanmayı seçiyordu. Pasifti. Onaltı yaşında Sevgi’nin annesiyle babası ayrıldı. yıllarca önce bir yolculuk sırasında adresini almış olduğu babasının mektepten arkadaşı, şişman, gür beyaz saçlı, Selim Bey evlerini ziyaret etti. Süleyman Turgut Bey evde yoktu. Leyla Nezihi Hanım boşandıktan sonra ziyaretlerine gelen ilk ve tek kişiydi Selim Bey. O da yalnızdı. “Neden yaşıyoruz sanki biz diye soruyordu Selim Bey. Kısa zamanda samimi olmuşlardı.” (12) “Ne iyi oldu da şu ihtiyar günlerimde birlikte sıkılacak dostlara rastladım”(13) diyen 50 yaşındaki Selim Bey’in karısı beş yıl önce ölmüştü. Selim Bey’in karısı bir zamanlar başka bir erkekle kaçmış, bir sene sonra eve dönmüş ve herşey ama herşey eskisi gibi olmuştu. Selim Bey karısına kendisinden ayrı geçirdiği yıl hakkında hiçbirşey sormamıştı. O yaz Sevgi ile Leyla Nezihi Hanım mermer döşeli soğuk evden Selim Bey’in karısı için titizlikle döşediği büyük şehirdeki deniz kenarındaki evine gittiler. Selim Bey’in evinde “her biri kendi kafasındaki dünyayı yaşadığı halde, hep birlikte oldukları için, aynı nedenle duygulandıklarını, aynı şeylere güldüklerini sanıyorlardı.” (14) “Sevgi, belirsiz fakat güzel şeyler beklediğini sanıyordu; durgun yaşantısını düzenli ve aklı başında bir hayat olarak yorumluyordu. Aslında meseleler basitti. Onları karıştıran insan ihtirasıydı. İhtiras kelimesini düşündü Sevgi bir süre. Hayır düşünmedi: Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim Bey gibi bir insanın bile onu yüzüstü bırakan bir kadın için gece yarılarına kadar kan ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları, kanapeleri, dolapları masaları eve taşımasıydı; bir gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı; sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras, Sevgi’den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Bey’in yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar yazılabilirdi, birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. Olağanüstü gibi bir kelimenin hırpalamayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa, ihtiras, insanın başkalarında koltuğunda oturuken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı.” (15) “Yaz ortasında annesi birden hastalandığı için dönmek zorunda kaldılar. Doktorlar hastalığı pek anlayamadılar.” (16) Annesinin hastalığı sırasında hastane koridolarındaki “koşuşmalar sırasında Sevgi’nin bilime karşı duyduğu düşmanca korku, yerini inançsızlığa bıraktı.” (17) “Fakat hiçbir zaman beylik bir hastayakını olmadı: Peşinden koştuğu beyazgömleklilere ne körü körüne bağlandı; ne de onları amansızca eleştirdi. Elbette öğle vakti yemek yiyecekler, elbette sabah sekizde benim gibi gelemezler, elbette bana farklı davranmayacaklar; onlar da insan. Onlar da insan. (Sevgi’nin gözünde onlar hiçbir zaman dalailama olamadılar)” (18) “Leyla Hanım muayene olurken, bir yerindeki sıkıntısından söz edince, bilim böyle bir rahatsızlığın olamayacağını bildirerek hasta kadını susturursa Selim Bey de hemen bilime katılıyordu: Sıkıntılarını sen bilimden daha mı iyi bileceksin diye paylıyordu Leyla Nezihi Hanım’ı. Bir çok dert de, ne yazık, bilimin istediği tanımların içine sığmıyordu. İnsanın bilimdışı ne kadar çok hastalığı vardı.” (19) “Sevgi günün birinde, bilimle alışverişini bütünüyle kesti: İlaçlardan büyük bir kısmını ortadan kaldırdı, koridorlarda koşuşmaktan vazgeçti. Bu ilaçlar daha kötü etkiliyordu annesini; karşı konulması imkansız bir kadere boşuna isyan ediliyordu. Selim Bey’in itirazlarına da aldırmadı: Bir zamanlar Nazım bey’in bile korktuğu Sevgi olmuştu artık. Evin mutlak hakimiydi; Selim Bey de çekiniyordu ondan. Leyla hanım da esikisi kadar şikayet edemiyordu. Hastalık, sözü edilmesi yasak bşir günah olmuştu. Bazı şeyleri bizden iyi bilen yüksek kuvvetler vardı. Istırap, hastalık, ölüm gibi, insan kaderine hükmeden büyük kavramları, günlük yaşantı içinde olur olmaz kullanmanın cezası çekiliyordu: İşte ölüm, işte hastalık, işte ıstırap deniyordu insana. Bu onsekiz yaşında, bu küçük, bu güçsüz kız, gizli bir kuvvetin yeryüzü temsilcisi gibi titretiyordu çevresini: Yakın akrabalar, onun korkusundan ziyaretlerini kısa kesiyorlardı. Leyla hanım bileyatağının ucuna ilişenlerle alçak sesle konuşuyor, Sevgi’nin kızma ihtimali olan olan sözleri, kız odadan çıktıktan sonra söyleyebiliyordu. Herkes, Sevgi’nin gözlerine baktıkça, Leyla Hanım’ın eriyip gitmesinden kendini sorumlu tutyordu. Bir iki yıldır görmedikleri yakınları, kapıyı çaldıkları zaman Sevgi’nin acı gülümsemesi ile karşılaşıyorlardı: Şimdiye keadar neredeydiler? Bu dünyada anne-baba-çocuklar üçlüsünün dışında kala her topluluk, insan ilgisinin (sebebi ne olursa olsun) dışında mı kalmalıyıd? Evet, kalmalıydı, Sevgi annesinin yatağını yanına getirmiş olduğu koltuğa büzülüp şalına sarınıp sabahlarken, bütün bunları düşündü; sonunda insanları, karıncalar gibi kalabalık ve nereye koşuştuğunu bilmeden çarpışıp duran önemsiz varlıklara benzetti. Her gün onları annesinin yatağından kapının önüne süpürmekten usanmaya başlamıştı.” (20) Annesi kısa bir süre sonra öldü Sevgi’nin. “Zamanından önce öksüz kalmanın da, boşanmak ve evini terketmek ve başka birine aşık olmak gibi yersiz bir durum olduğu belliydi. Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro ile bulunmak gerekiyordu: Anne, baba, hatta kardeşler, ve hatta minimum sayıda akrabalar.” (21) Sonunda Sevgi defterine “Burada doğdum. Çok büyümedim. Bir ay önce annem öldü. Onu severdim. Bana benzerdi. Bazı haksızlıklar oldu. On sekiz yaşındayım. Daha liseyi bitirmedim. İyi bir öğrenci değilim. Annemi burada bırakıyoruz. Yalnız kaldım. Uzun yazmayı sevmiyorum. Kadınca bazı dertlerim var. Utanıyorum. Annem gibi ölmüş olmayı isterdim. Fakat, annem gibi genç yaşta ölmekten de korkuyorum. Beni anlayacak biri çıkar mı acaba?” (22) yazacaktı.

Sevgi annesi için iyi dileklerde bulunarak “türbeleri kiliseleri mum yakarak dolaşırken” (23) Nursel Hanım ile karşılaştı. Nursel Hanım, ressam kocasını yitirince, “günlerce bir sandalyenin üzerinde oturmuş ve karanlık düşüncelere dalmıştı. Ölmek istiyordu; yani bir kolaylık peşindeydi, her şeyden birdenbire kurtulmak istiyordu. Oysa Nursel Hanım’ın ölümü, budünyadan kocasının varlığının bütünüyle silinmesi demekti. Sonra Nursel Hanım’ı bu durumda-sandalyenin üstünde karanlık bir durumda- gören bazı arkadaşları- kocasının arkadaşları- ona bu dünyaada daha işinin bitmediğini anlatmışlardı. Bunlardan biri piyano dersi vermeye başlamıştı Nursel Hanım’a. Acısını unutturmak için düşünmemek için, piyanodan başını kaldırmıyordu. Ne kadar ilerlemiş olmalıydı ki, kısa bir süre sonra tanınmış bir baritonla biraz müzik yaptıkları zaman bu meşhur şarkıcı hayran kalmıştı Nursel Hanım’a. Dul kadının ayrıca iyi sesi olduğuna da karar verilmişti. Sonra iyi resim yaptığına da karar verdiler. Hep başklaraının yargılarıydı bunlar. Seramik yapabileceğine de, başkaları karar vermişti. Yabancı dilini biraz daha ilerletirse, çok güzel tercümeler yapabileceğine de karar verilmişti. (Hatta buna Nursel Hanım bile inanamamıştı önceleri).” (24) Sonuçta “onlar karar veriyordu, Nursel Hanım çalışıyordu.” (25) “Sevgi çekinerek ben ne yapabilirim diye sordu. Liseyi çok zor bitirdim doğrusu. Ben hiçbirşey beceremem. Dul kadın heyecanla itiraz etti: Sen bilemezsin bunu. İnsan kendini anlayamaz böyle işlerde.” (26) Böylece “Sevgi de bir sanat-edebiyat-müzik-metafizik-büyü-felsefe seline kapıldı; daha doğrusu elinden geldiği kadar bu akışı kıyıdan izledi.” (27) “Sevgi bu ortamı sevmedi; dışarıya karşı sarsılmaz bir birlik gibi görünen bu topluluğun, kendi içinde yakışık almaz çekişmelere düştüğünü söyledi Nursel Hanım’a. Birçok tanınmış, başka tanınmışların eserlerini, en uygunsuz yerlerde ve en uygunsuz organlarıyla bilee yapacaklarını söyleyerek övünüyorlardı. Her birine göre bir başkası sanat hayatının sonuna gelmişti. Özel yaşantılarda da uygunsuzluklar görüyordu Sevgi. Evliliklerde biraz aşırı sayıda transferler oluyordu; sonunda yanılıp ilk karısıyla evlenen bile vardı.” (28) Sevgi Nursel Hanım’ın bir felsefe öğrencisi ile beraber olduğunu duyduğunda, Nursel hanım ile iki hafta görüşmedi. Nursel Hanım gelip felsefe öğrencisinin onu ne kadar kırdığını anlatınca bir de üstüne üstlük felsefecinin Sevgi’ye attığı iftiradan bahsedince (Güya felsefeci Sevgi ile yatmıştı.), Sevgi Nursel Hanım’a yardım etti, Nursel Hanım’ın küçük evini pek çok şeyi atarak ya da satarak düzene koydular. “Sevgi’nin her çeşit kalabalıktan başı ağrıyordu; insan kalabalığı kadar eşya kalabalığı da onu yoruyordu.” (29) “Sevgi bir süre sonra Selim Amca ile oturmanın güçlüklerini farketti. Sessiz dünyası, ihtiyar adamın canını sıkıyordu galiba. Ergun da amcasının bu yabancı kıza miras bırakmasından endişelenerek, Sevgi’ye karşı düzenler kurmaya hazırlanıyordu. Bir akşam üzeri, Selim Bey’le yaptığı küçük bir tartışmadan sonra Sevgi, bir iki parçadan ibaret olan giyim eşyasını topladı ve kimseye veda etmeden çıkıp gitti.” (30) “Sevgi dul kadının evine yerleşti. Hayatta başka hiç kimsesi kalmamıştı, hiçbirşeyi yoktu. Annesi ölmüştü, babası ölmüştü, bir iki parça eşyasını da Selim Bey’de bırakmıştı; başka bir akrabası ya da varlığı zaten yoktu. Çok kitap da okumamıştı; sadece Nursel Hanım’la birlikte yaaşdığı gürültülü hayat sırasında bazı kitaplardan bahsedildiğini duymuştu. Bahsedenler de genellikle bunları başkalarından duymuş oldukları için, kitaplar hakkında da fazal bilgi edinememişti. Ev kadınlığını da öğrenememişti; erkekleri çekecek hayat kadınlığından da uzaktı. Bazı haksızlıklara uğramıştı; başka söylenecek hiçbirşey yoktu. Solgun yüzüne bakan erkekler, orada dinlendirici bir manzara bulurlardı. Bir gece çok sarhoş bir ressam yanındakine, bu kızla evlenmeli azizim, demişti, insan senatoryuma girmiş gibi olur.” (31) “Sevgi, uzun bir kış uykusuna yatmış gibiydi; uzun boylu bir kahramanın kendisini öperek uyandırmasını bekliyordu. Bir genç kızın yaşamak isteyeceği rüyaların kötü sonlarını gördükçe ümitsizliğe düşüyordu Sevgi: Babası, masum da olsa, düznsiz yaşayışı yüzünden eriyip gitmişti; annesi, rahat bir ömür sürdürmek gibi zararsız bir hayal uğruna, sevmediği bir insana yıllarca katlanmıştı; Nursel Hanım bütün insanlığı kucaklamak isterken, neredeyse bu dünyanın altında eziliyordu. Sevgi’nin beklediği uzun boylu prensin işi oldukça zordu; ona bütün dünyanın nimetlerini, bütün insanlarından kaçırarak vermek zorundaydı. İnsanlığın bu iki sevgiliye anlayışla davranması gerekiyordu: Herkesin hediyesini onların önüne bıraktıktan sonra iki adım geri çekilmesi ve saygılı bir selam vererek kaybolup gitmesi şarttı. Onları görmeye gelen bir insan, fazla heyecanlanmadan, vazgeçilmez bir yakınlık duymadan çekilip gitmeliydi. (Hiç bir su sonuna kadar içilmeyecek, hiç bir sofrada yemeğin sonuna kadar oturulmayacaktı.) Herkesin kendi evinde, kendi dünyası kurulmalıydı. Ancak kendi dünyasını kuramayanlar, başkalarının evlerine koşarlardı. Milyonlarca krallık kurulmalıydı: Aralarında yalnız diplomatik ilişkiler bulunan milyonlarca bağımsız ülke.” (32) Sevgi tam bunları düşünürken Hikmet ile tanıştı. Çok kısa sürede evlenmeye karar verdiler. “İkisi de daha önce toplumun bir kenarına itilmişti. İkisi de küçümsenmişti. Herkesi yargılayan ve kimseyi beğenmeyen Sevgi’ye, şimdiye kadar sahip çıkan olmamıştı. Herkese akıl öğreten Hikmet, bir türlü üniversiteyi bitirememişti.” (33) “Hikmet belki de kendini beceriksiz ve başarısız buluduğu için, Sevgi’yi herkese beğendirmek zorunda olduğunu sanıyordu.” (34) “Bu gösteri pek başarılı olmadı: Mesela Naciye Teyze ile Asuman güzel bulmadılar Sevgi’yi. Hikmet pekala Asuman’la evlenebilirdi dendi (arkalarından). Hikmet’in arkadaşları da, şimdiye kadar bu çocuğa neden doğru dürüst birini bulamadık diye üzüldüler.” (35) Evliliklerinin ilk zamanlarında “iyileşmekte olan iki hastaya benziyorlardı. Dumrul onların bu durumunu – özellikle Hikmet’inkini – geçici bir iyileşme sayıyordu. Dumrul’a göre hastalık, Hikmet’in kafasında – belki de beyninin kıvrımları arasında – geçici ve sinsi bir uykuya yatmıştı.” (36) “Sevgi’yle Hikmet’in evi kısa bir süre sonra gördüğü ilgiyi kaybetti. İnsan bu evde, bir sahne sonra ne olacağını merak etmiyordu; sürekli olarak yeni heyecanlar beslenmiyordu, hep havada kalıyordu. Evlerindeki koltuk sayısı da bir türlü ikiye çıkmıyordu; oysa artık bir akrabalarının olması için gerekli zaman geçmişti. Böyle bir ortamda marşın basmaması, yolda giderken arabanın ses yapması, direksiyonda boşluk olması, radyatörün su kaynatması, arabanın çabuk hararet yapması, kapı kollarının bozulması, küçücük bir parçaya dünya kadar para verilmesi, park yerlerinin yetersizliği, parçacılarda ön cam satılmaması, iki lastiği birden patlaması, yeni arabaların pahalı oluşu, koltukların yeni yüz istemesi gibi son derece elle tutulur gerçekler, birer soyut kavram durumuna düşüyordu. İnsan neredeyse bunları konuşmaktan utanacak gibi oluyordu. Bu evde dedikodu da yapılamıyordu; Sevgi’nin böyle konuşmalardan başı ağrıyordu. İnsan da her zaman Sevgi’nin verdiği öğütleri dinlemekten sıkılıyordu doğrusu. Ve işte o zaman evin boşluğu ve heyecansızlığı, yani yükselip alçalmaların yokluğu göze çarpıyordu. Bu evde oturacak yer sayısı bir arabadakinden azdı. Belki bu evde bir kokteyl parti verilebilirdi; ona da bardak ve tabal yetişmezdi. Onları partilere çağırmak da yararlı olmuyordu: Kim diye takdim edeceklerdi Sevgi’yle Hikmet’i? Kimse de onlar gittikten sonra kimdi bu sevimli çift diye sormuyordu.” (37) “Sinemalara gittiler sıcak yaz günlerinde: Sevgi uyudu, Hikmet terledi. Geceleri, abajursuz ve avizesiz ve çıplak elektriklerin altında, konuşmadan uyku vakitlerini beklediler. Hikmet gittikçe artan bir isteksizlikle neyin var karıcığım diye sordu. Sevgi de gittikçe artan bir halsizlikle hiç diye karşılık verdi.” (38) “Hikmet’e babasından biraz para kalmıştı; nedense bu parayı saklamak istiyordu. Sevgi’nin sözlerine başını sallarken, bu parayla çalışmadan nasıl yaşanabileceğini kuruyordu kafasında: Bir evde en ucuz kaça oturulabilirdi? Bir günlük yiyecek kaç para tutardı? Sevgi de işyeri olarak kullanacakları binayı tarif ediyordu: O gün çok elverişli bir han görmüştü; tam istedikleri gibi. Tam kaça çıkar böyle bir yaşantı diye aklından geçiriyordu Hikmet.” (39) Bir kavga sonrası Hikmet Sevgi’nin küçük defterine yalnızlık balıklı bir yazı yazdı: “İkimiz de bu dünyanın insanı değildik. İyi kötü bir şeyler yapmaya çalıştık. Ben suçluyum: Sevgi’den farklı olduğumu gizledim. Gene de bizi yargılayanlara karşıyım. Ne yazık ki, sonunda onlar haklı çıktılar. Onlara göstermeliydim. Fakat anlatması çok zor: Benim becerebileceğim bir iş değil. Neler söyleyeceklerini duyar gibi oluyorum; duymak istemiyorum. Bir fırsat daha kaçırdık. Sevgi kendisini ve olanları hiç anlamayacak. Ben bir şeyler yapabilseydim. Başım ağrıyor, yorgunum. Boşu boşuna denecek, boşu boşuna. İşte buna dayanamıyorum.” (40)

(1) Tehlikeli Oyunlar sf. 168
(2) Tehlikeli Oyunlar sf. 168
(3) Tehlikeli Oyunlar sf. 169
(4) Tehlikeli Oyunlar sf. 169
(5) Tehlikeli Oyunlar sf. 170
(6) Tehlikeli Oyunlar sf. 170-171
(7) Tehlikeli Oyunlar sf. 171
(8) Tehlikeli Oyunlar sf. 172
(9) Tehlikeli Oyunlar sf. 172
(10) Tehlikeli Oyunlar sf. 175-176
(11) Tehlikeli Oyunlar sf. 176
(12) Tehlikeli Oyunlar sf. 186
(13) Tehlikeli Oyunlar sf. 186
(14) Tehlikeli Oyunlar sf. 196
(15) Tehlikeli Oyunlar sf. 196-197
(16) Tehlikeli Oyunlar sf. 197
(17) Tehlikeli Oyunlar sf. 200
(18) Tehlikeli Oyunlar sf. 201
(19) Tehlikeli Oyunlar sf. 201
(20) Tehlikeli Oyunlar sf. 202-203
(21) Tehlikeli Oyunlar sf. 204
(22) Tehlikeli Oyunlar sf. 211
(23) Tehlikeli Oyunlar sf. 213
(24) Tehlikeli Oyunlar sf. 222
(25) Tehlikeli Oyunlar sf. 222
(26) Tehlikeli Oyunlar sf. 223
(27) Tehlikeli Oyunlar sf. 224
(28) Tehlikeli Oyunlar sf. 227
(29) Tehlikeli Oyunlar sf. 229
(30) Tehlikeli Oyunlar sf. 230
(31) Tehlikeli Oyunlar sf. 230-231
(32) Tehlikeli Oyunlar sf. 231-232
(33) Tehlikeli Oyunlar sf. 236
(34) Tehlikeli Oyunlar sf. 237
(35) Tehlikeli Oyunlar sf. 238
(36) Tehlikeli Oyunlar sf. 240
(37) Tehlikeli Oyunlar sf. 242
(38) Tehlikeli Oyunlar sf. 248
(39) Tehlikeli Oyunlar sf. 251
(40) Tehlikeli Oyunlar sf. 252

14 Haziran 2009 Pazar

Hikmet’in Sevgi ile Bilge Arasındaki Trajik Seçimi 1. Bölüm

Tehlikeli Oyunlar’ı ilk okumam Oğuz Atay’ın günlüğünü okumamdan önceye denk gelmişti. Okuyordum, parlak sözlerin etkisi altındaydım ama kelimeler bazı anlamlara gelmiyordu bir taraftan da albayım diyordum kendime. Sonra Günlük’te Oğuz Atay’ın Hikmet, Sevgi ve Bilge karakterleri üzerinde bir metafor kurguladığını öğrendim. Hiç bu yönüyle anlamamıştım ben Tehlikeli Oyunlar’ı. Biraz da bu yüzden tekrar okuyorum bu kitabı. Üç bölümlük kitabın 1. bölümünü biraz da bu metaforlar üzerinden anlamaya çalışarak okudum. Sonra düşündüklerimi toparlamak için de bu yazıyı yazmaya karar verdim. Amacım kitabıın ikinci bölümü için de buna benzer bir yazı yazıp, bittiğinde tüm yazdıklarımı toparlamak. Oğuz Atay’a özel ilginiz yoksa bu yazılar fazlasıyla sıkıcı gelecektir şimdiden uyarıyorum.

Önce hikmetin tanımını yaparak başlamalı işe. Hikmet, TDK’ya göre bilgelik anlamına geliyor. Wikipedia’nın konu hakkındaki açıklaması daha kapsamlı: “bilgi edinme, idrak, görgü, sağduyu ve sezgisel anlayış ile birlikte bu hususiyetleri özümseyebilme ve uygulayabilme kapasitesi. Bilginin, sağgörülü ve muhakemeli mantık ile tatbiki.” Özetle öğrenme ve öğrendiğini kullanabilme kapasitesi diye basitleştirebiliriz bence Hikmet’i.

Kronolojik olarak bakarsak, Hikmet önceleri hayattaki rolünü yalnız başına artırmaya çalışıp başarılı olamamış, ancak küçük rollerle yetinmek zorunda kalmıştı. Hikmet bu küçük rollerle varoluşunu yeterince hissedemiyordu. Sonunda büyük bir adım atarak Sevgi ile evlenmeye karar verdi. Hayatını Sevgi’ye uygun olarak düzenledi, geleneksel bir hayat tarzı ile varoluşunu daha yoğun hissedeceğiine inandı. Çünkü bulunduğu coğrafyada baştacı edilmiş Yunus Emre gibi, Mevlana gibi hikmet sahibi kişiler hep sevgi ile varolmuşlardı. Tüm bir varoluşu yaradana duydukları aşkla anlamlandıran bu kişiler için matematikmiş, fizikmiş, teknikmiş hep varoluşun küçük detayları olarak kalmıştı. Bu kişilerin merakları fani dünyayı anlamaktan çok yaradanı kavramaya yönelmişti. “Yaradılanı severiz yaradandan ötürü” düsturu ile en açık şekilde ifade bulan bu anlayış bilgiden çok sevgiyi önemsiyordu hiç kuşkusuz.

Hiç bilmedikleri bir ormanda karşılarına çıkan iki patikadan az ayak izi olanı seçen insanların aksine Hikmet önce varoluşunu bildik, geleneksel bir biçimde kavramak için Sevgi’ye yöneldi. İlk başlarda fena da gitmedi yaşamı. “Üç yanı denizlerle çevrili” (1), “en çok köylü yetişen” (2) “ülkemizin tozlu yollarından kurtulmuştu” (3) Hikmet Sevgi ile. “Acele iki kişilik bir ülke kurmuştu.” (4) “İlk aylarda kolalı gömlekler, ince elbiseler, her akşam yıkanma, her sabah tıraş olma, soyunurken elbiselerini katlama gibi bir çok sorunu bir arada çözmeyi başardığı söylenebilirdi. Bunu gerçekleştirmek için Hikmet bazı alışkanlıklarından vazgeçmişti. Ülkemizin sorunları ve bununla ilgili kitaplar kaldırıldı. Zaten kitap okuyacak gücü kalmamıştı. (Oysa bu eve bütün çeyizini teşkil eden üç yüz on dört kitapla gelmişti).” (5) “Kitaplar içinde hafif bir bulantı yapıyordu” (6) artık Hikmet’in. “İşinde fazla yorulmadığı halde eve dönünce biraz okursa hangi saatte olursa olsun bulunduğu yerde uyuyup kalıyordu. Karısı Sevgi de evlenmeden önce kitaplar ve ülkemizin sorunları yüzünden fazla yorulmamış olduğu halde, kısa bir süre sonra bu uyku oturumlarına katıldı. Hikmet’in kitapları gibi Sevgi’nin bulaşıkları da mutfakta, masaların üstünde, sehpalarda yatağın yanında birikmeye başladı. Sonra elbiseler, çoraplar ve ayakkabılar da ev yüzeyindeki bu birikime katıldı.” (7) “Zamanla Hikmet’in gündüz uykuları kaçmaya başladı. Bir gün gene bir sevişme sonrası uykusunun orta yerinde ter içinde uyandı; karısının üstünden, onu uynadırmadan atladı ve evliliğinin ilk aylarından kalan bir alışkanlıkla ve uykulu adımlarla yıkanmaya gitti. Dönüşte oturma ve yatak odalarının çeşitli yerlerinden, kitapların ve mutfak eşyasının üstünden çamaşırlarıyla elbiselerini toplandı ve giyindi. Bir süre, uyuyan karısını seyretti. Başka bir süre, eşya denizine takıldı gözleri. Bunaldı. Bunalmasaydı; bu dağınıklığı, her zaman olduğu gibi sevgi dolu gözlerle seyretmeyi bilebilseydi herşey başka türlü olurdu.” (8) “Karısının öteki teki nerede olduğu bilinmeyen naylon çorabını eline almış, yatağın yanındaki kırık sandalyeye oturmuş düşünüyorken ortalığı toplamaya, bulaşıkları yıkamaya başladı. Acımayla sevgiyi işte böyle bir ortamın içinde karıştırdı birbirine.” (9) Hikmet Sevgi ile bir dönüşüm geçirmek, bilgeliğe erişmek için evlenmişken, evlendiklerinde Sevgi Hikmet’e doğru bir dönüşüm geçirmişti. İki yarımdan bir tam olamamışlardı. Ortaya çıkan yarım yamalak bir Hikmet ve özünü kaybetmiş bir Sevgi idi. “Hikmet herşeyi bir düzene koymak için evlenmiş ve bu yüzden de ayrılmıştı.” (10)

Eski Sevgi gibi değildi Sevgi. Çünkü hayat da eski hayat gibi değildi. Hüsamettin Albay’lar emekli olmuş, evlerinde tarih kitapları okuyorlardı. “Bu yaştan sonra, ahşap bir evde cemiyete ters düşen bir meşagaleleri vardı. Buna tarih diyorlardı ama başka cereyanlara kapılıp gidiyorlardı.” (11) Hüsamettin Albay “yaşının icabı salim düşünmeye çalışıyordu: O mu çok şaşırmıştı yoksa herkes birden garip bir cinnete doğru mu gidiyordu.” (12) Hikmet’e göre; “ülkemizdeki herkes aklını oynatmıştı; memleketin İsviçre’ye tedavi için gönderilmesi icap ediyordu. Ancak oradaki doktorlar anlar diye tutturuyordu.” (13) Hikmet İsviçre’deki doktorlara mecburen çok güveniyordu artık. Çünkü Sevgi ile olmamıştı, geleneksel ile olmamıştı. İşte o zaman Bilge’yi düşünmeye başladı Hikmet. Hikmet’in Bilge ile tanışmasının Sevgi ile evli olduğu bir döneme denk gelmesi kaderin acı bir cilvesiydi.

Bilge Sevgi’den çok farklı bir hayat sunuyordu Hikmet’e. Gelenekselin yerine moderni, gönlün yerine aklı, inancın yerine entelektüaliteyi ve en nihayetinde sevginin yerine bilgiyi önemsiyordu Bilge. Sevgi’nin gözüne girmek için bulaşık yıkayan Hikmet, Bilge’nin gözüne girmek için ondan İngilizce öğreniyordu. Hikmet tüm bu iki farklı varoluş biçimi arasında bocalamaya başladı. Sevgi gönlüne hitap ederken, Hikmet aklına önem veriyordu. Akıl en değerli hazinesiydi Hikmet’in. iştahlı bir vampirdi beyni ve kanlı etlerin kokusunu almıştı artık. Vampiri doyurmak için düşünmek gerekiyordu. Düşündükçe Sevgi’nin daha doğrusu Sevgi’li hayatın kusurları çıkıyordu Hikmet’in karşısına. Bilge biraz da bilnmediğinden cazip geliyordu Hikmet’in beynine. Onun da kanını emmek istiyordu. Neden emmesindi ki... Bu soruya mantıklı bir cevap bulamıyordu Hikmet. Bu düşünceler içinde Sevgi’li hayatta kendini kapana kısılmış hissediyordu Hikmet, varoluşunu anlamsız buluyordu. Hikmet “bir zamanlar Sevgi’yi sevmişti ve sevgiyi onun suretinde yaratmıştı. Kalbinin birini sevmeye ihtiyacı vardı. Ama Sevgi bunu anlamadı ve Hikmet’e eziyet etti ve eziyet ettiğini bilmedi. Ve Hikmet Sevgi’nin bigisizliğinin artmasına izin verdi, fakat hiçbirşeyi unutmadı. Hepsini aklına yazdı. Ve Sevgi’ye izin verdi ki bilmeden yaptığı eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için Hikmet kendisi de bilmeden bu oyunu oynadı ve bulaşıkları yıkadı. Ve bütün sözlerini Sevgi’nin yarıda kesmesine izin verdi. Bu konuda kimseye yetki vermemiş Hikmet istese elinin tersiyle yıkabilirdi Sevgi’yi. Kendi sonunu hazırlasın diye Sevgi’yi serbest bıraktı. Ve Sevgi’nin bütün yaptıklarını bir bir aklında tuttu Hikmet. Ve sonra Sevgi bütün hayallerini yıktı Hikmet’in. Yönetimi eline aldı. Ve sonra birlikte sokakta yürürlerken Sevgi istediği yerden karşı kaldırıma geçmeye cesaret etti. Önce kelime vardı, Sevgi önce vitrin vardı dedi, Hikmet konuşurken vitrini seyretme cüretini gösterdi. Hangi renklerin güzel olduğunu, hangi şarkılara duygulandığını, güzel kadının tanımını, tabloları duvara nasıl asmak gerektiğini, hangi yazarların büyük olduğunu, hangi renklerin yanyana gelebileceğini, ikinci sınıf bestecilerin kimler olduğunu, misafire pijama ile çıkılıp çıkılamayacağını, ne biçim bir evde yaşayacaklarını, duvarları nasıl boyayacaklarını, hangi gömlekle hangi kravatı takacağını, hangi devlet düzeninde yaşanabileceğini, hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü, insan insanın kurdu muduru, aşkın ölümsüz olup olmadığını, dünyanın en büyük oyun yazarının kim olduğunu, Hikmet’in yatağın neresinde yatacağını, Sevgi’nin yatağın neresinde yatacağını hep önce Hikmet’e söyletti Sevgi ve sonra Hikmet’in, yargılarına katılmadı. Önce Sevgi söyleseydi, Hikmet ona katılsaydı.” “Günler geçerdi ve Hikmet ile Sevgi aynı yatağın ayrı köşelerinde ayrı şeyler düşünürlerdi.” (14) Hikmet o zaman Sevgi’nin de Bilge ile zaman geçirmesini istedi. Bir tür senteze kalkıştı. Sevgi’ye göre “Bilge onu napsındı.” (15) Hikmet, Bilge ve Sevgi birlikte denize gitti. “Sevgi güneşte biraz oturacağını söyledi, denize girecek kadar ısınmamıştı. Zaten hep üşürdü. Güneş Hikmet’i yoruyordu, Bilge ile denize girdiler. Bilge Hikmet’ten hızlı yüzüyordu. Sevgi kumsalda küçüldü, küçüldü, Hikmet ile Bilge’yi izliyordu. Sonra büsbütün kayboldu. Hikmet Bilge’ye dokunmak istiyordu ama yetişemiyordu.” (16) Sentez fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Kimse halinden memnun değildi.

Bilge yüzünden Sevgi’den, Sevgi yüzünden Bilge’den olmuştu Hikmet. Yokluk içini kemiriyordu. Sevgi’nin yokluğunda, Bilge’nin yokluğunda varoluşunun ne amacı vardı ki. Sevgi’den boşanıp gecekondu senatoryumuna dinlenmeye gelmişti. Gecekonduda komşusu dul kadınla, ilkokula giden Salim ile, Hüsamettin Albay ile oyunlar oynuyordu. Arada bir Kirkor’un meyhanesine gidiyordu. Oradakilerle oyunlar oynuyordu. Beynini avutmaya yetmeyen tehlikeli oyunlar. Ama Hikmet bu değildi. Böyle Hikmet olmaz olsundu.

Hikmet gecekondudaki varoluşunu tehlikeli oyunlar oynayarak sürdürmeye çalışırken, Sevgi ile olmadı, Bilge ile neden olmasın muhasebesine çıkıyordu tüm oyunlar. Sonunda Hikmet Bilge ile de denemeye karar verdi. Büyük bir hevesle gitti Bilge’ye. Tabii Hikmet akıllı adam, önce telefon etti, telefona Bilge çıkınca ses vermeden telefonu kapattı. Tüm iyi oyuncular gibi kendisi olaya hakim olmak ve rakibi şaşırtmak istiyordu. Oyunu her zaman oynatanın kazandığını biliyordu. Yeni bir gömlek aldı kendine. Kokular süründü. Bilge’ye çiçek aldı. Niye çiçek aldığının, evde olduğumu nerden bildin de çiçek aldının provasını yaptı. “Apartmanın dış kapısı kapalıydı dünyada zili çalmazdı Hikmet. Onbeş dakika kadar bekledi. İçerde bir ışık yandı sonunda. Yeni gelmiş gibi yaptı Hikmet, kapıya yaklaştı. Şişman bir adam çıktı; paltosunu, eşarbını düzeltti, geriye baktı. (Demek karısı da gelecek). Kadın görününce, Hikmet kapıya atıldı, adama sürünerek geçti. O telaşla bir solukta çıktı merdivenleri. Oysa soluk soluğa kalmaya hiç niyeti yoktu; soğukkanlı bir Hikmet olarak görünmek istiyordu. Bilge’nin kapısı önünde biraz bekledi. Merdiven ışığı söndü. Üzerinde ışıklar çıkaran bir ampul resmi olan düğmeye bastı ve zili çaldı.” (17) Hikmet’in gecekondudaki anlamsız varoluşu Bilge’nin ilgisini çekti. Anlamaya çalıştı. Neden diye sordu, nasıl diye, dinlediğini, anladığını belli eden sözler söyledi Hikmet’e. “Durum endişe verici bir boyutta ilerliyordu. Bir arkadaşlık havası gittikçe ortalığı sarıyordu. Neredeyse dertleşilecekti.” (18) Hikmet’e “senin ayrılacağını pek düşünemiyordum” (19) dedi Bilge, “Kurallara gereğinden çok uyan bir davranışın vardı.” (20) Çünkü Hikmet “geleneksel” dünyada hangi kuralın ne kadar önemli olduğunu bilmiyordu. Kendisini bütünüyle Sevgi’ye teslim etmişti. “Herşeyi bir düzene koymak için” evlenen Hikmet’in kurallara uymasından doğal ne vardı ki... Hiçbirşeyin düzene girmediğini gören Hikmet’in “herşeyi bir düzene koymak için” ayrılmasından doğal ne vardı ki... “Bütün hayatınca nefret ettiğini düşündüğü bir düzeni, artık bütün hayatınca yaşamak istediğini sanıyordu.” (21) Bilge ise Hikmet’in “aslında neye ihtiyacı olduğunu hiç düşünmemişti.” (22) “Hikmet’in “aslında Sevgi’ye ihtiyacı vardı.” (23)

Sonra Hikmet, birden “sen oyun sever misin Bilge” (24) diye sordu. Sonra başladı gecekonduda, meyhanede, en çok da kafasında oynadığı oyunları anlatmaya. Anlattıkça Bilge “ne olur beni de alın diye yalvarmaya başladı.” (25) Hikmet itiraz etti: “Kadınlarla oynanmaz; hemen canları sıkılır. Bir kere rollerini ezberlemezler; sonra, sen gerçekten oynamak istiyor musun canım diyerek insanın aklını karıştırırlar. Her oyunu bir tartışma konusu yaparlar; akılları yatmadan rollerini katiyen oynamazlar. Biz onları kafamızdaki oyunlara uydurmaya çalışırken onlar –kafaları olmadığı için - bizi hayata uydurmaya çalışırlar. Oysa bizin hayatla görülecek hesabımız vardır. Biz HAYAT’ın karşısında dört numaralı ÖLÜM atlısını oynatmaya çalışırız. ÖLÜM’le oynamaya çalışırız; bırakmazlar. Sonsuz sorularla bunaltırlar bizi: Gerçekten ölümü isteyip istemediğimizi sorarlar durmadan. Sonunda ÖLÜM’ü bile gözümüzde gülünç duruma sokarlar. Yazdığımız oyundan bizi kuşkuya düşürürler sonunda. Tam bu sırada başka oyunlara kaptırırlar kendilerini. Her gün değişik oyunlar isteyen şımarık seyircilere benzerler.” (26)

Sonra “Dışarıda güzel bir hava var dedi Bilge, yıldızlar var, çıkıp biraz yürümek ister misin” (27) diye sordu. Hikmet, “elbisesinin üzerindeki külleri üfleyerek temizledi. Elbiseden uzaklaşan küller, tembelce, oraya buraya kondular. Bir sonuca varmadan dağılan binlerce konuşmanın acısı çöktü Hikmet’in içine. Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu. Bilge onu ne yapsın? Hikmet kendisini ne yapacağını biliyor muydu ki.” (28) Dışarı çıktılar. Karanlık bir sokağa girdiler. “Belki de Bilge gereken cesareti veremediğini düşünmüştü Hikmet’e. Ya da Hikmet birden Bilge’nin utandığını ve sokaktan çıkmak istediğini anlamıştı.” (29) “İkisi de ellerini yana sarkıtmış yürüyorlardı.” (30) “Sonra olaylar birden hızla gelişti. Bütün hepsini yıkmak istiyorum diye söylendi Hikmet, hepsini yıkabilir miyim dersin? Gerçekten yıkmak istiyorsan olur dedi Bilge, istersen yaparsın. Sen istersen her şeyi yaparsın. Hikmet boğuk bir sesle koluma girer misin lütfen dedi. Bilge hemen sokuldu, başını Hikmet’in omzuna dayadı. Hikmet hafifçe eğilerek onu saçlarından öptü. Birbirlerine sarilarak yürüdüler. Hikmet durdu; eğildi ve Bilge’yi ağzından öptü. Bilge vücudunu ona doğru bastırdı. Bir parkın önüne geldiler; kapının yanındaki ağaçların aarkasında Hikmet, Bilge’ye sarıldı.” (31) Bilge’nin evine gidip seviştiler.

Kitabın 1. Bölümü burada bitti. 2. Bölümü ben okuyup yazana kadar (yazarsam) hoşçakal sevgili okur.

Son söz: Hikmet’e göre, Sevgi de Bilge de güzel değillerdi, ona güzelleri düşmezdi zaten. (32)

Dipnotlar:
(1) Tehlikeli Oyunlar sf. 108
(2) Tehlikeli Oyunlar sf. 111
(3) Tehlikeli Oyunlar sf. 117
(4) Tehlikeli Oyunlar sf. 117
(5) Tehlikeli Oyunlar sf. 117
(6) Tehlikeli Oyunlar sf. 117
(7) Tehlikeli Oyunlar sf. 118
(8) Tehlikeli Oyunlar sf. 118
(9) Tehlikeli Oyunlar sf. 119
(10) Tehlikeli Oyunlar sf. 76
(11) Tehlikeli Oyunlar sf. 73
(12) Tehlikeli Oyunlar sf. 73
(13) Tehlikeli Oyunlar sf. 73
(14) Tehlikeli Oyunlar sf. 90-91
(15) Tehlikeli Oyunlar sf. 102
(16) Tehlikeli Oyunlar sf. 103
(17) Tehlikeli Oyunlar sf. 136-137
(18) Tehlikeli Oyunlar sf. 138
(19) Tehlikeli Oyunlar sf. 140
(20) Tehlikeli Oyunlar sf. 140
(21) Tehlikeli Oyunlar sf. 142
(22) Tehlikeli Oyunlar sf. 143
(23) Tehlikeli Oyunlar sf. 143
(24) Tehlikeli Oyunlar sf. 144
(25) Tehlikeli Oyunlar sf. 147
(26) Tehlikeli Oyunlar sf. 149-150
(27) Tehlikeli Oyunlar sf. 160
(28) Tehlikeli Oyunlar sf. 160
(29) Tehlikeli Oyunlar sf. 162
(30) Tehlikeli Oyunlar sf. 162
(31) Tehlikeli Oyunlar sf. 162-163
(32) Tehlikeli Oyunlar sf. 85

8 Haziran 2009 Pazartesi

Evet Müntehir İntihar Etmeyi Unuttu.

Sevgili T&T'nin http://travisandtylerdurden.blogspot.com/2009/06/muntehir-intihar-etmeyi-unutmus.html yazısına cevabımdır. Yorum olarak ekleyemedim, biraz uzunmuş.
Sevgili T&T,

Ben çocukken bir 2000 yılı sendromu vardı. Hatta 10 yaşında falanken 2000 yılında kaç yaşımızda ve nerede olacağımızı falan düşünürdük. Ben 23 olacaktım abim 25. O zamanki ideal evlenme yaşı olan 26’ya, zira babam da dayım da 26 yaşında evlenmişti, iyice yaklaşmış olacaktık. İşte teknoloji nasıl olacaktı, tüm sokaklar yürüyen bantlarla dolacak ve artık kimse yürümeyecekti falan filan. Belki 2000 yılında Mars’a tatile gidilecekti. Sonra 2000 yılına geldik. Bu fantezilerin hiçbiri olmadı. Ben de ideal evlenme yaşını 6 yıl geçmeme rağmen evlenmedim. O zaman da hikaye anlatmak, dedikodu dinlemek revaçtaydı. Hislere gelince, o biraz tuhaf. Devir imitasyon devri diyorsun söz devri diyorsun da İncil 2000 sene önce önce kelime vardı diyor. Film yokken de ozanlar, hikaye anlatıcıları vardı. Dede Korkut geleneğinden geliyoruz biz.

Ama sahtekarız bak o doğru. Artık bir yere ulaşmak eskisi kadar zor değil. Daha iki gün önce İspanya’daymışsın baksana. Hepimiz Amerika’da yayınlanan dizileri neredeyse orayla aynı anda izliyoruz. Arjantin’li bir çocuğun bilgisayarından Messi’nin ilkokul fotoğraflarına ulaşabiliyoruz. Bu kadar bilgi, bu kadar imkan daha önce hiçbir çağda var olmayan bir yük yüklüyor sırtımıza. Hayallerimizi gerçekleştirmek belki hiç olmadığı kadar kolay. 80 günde devrialemmiş, denizler altında 20000 fersahmış, 10000 USD paraya bakar bunlar. Peki yapanımız var mı ? Hayır yok. Sahtekarlık tam da burada işte. Bu çağ bir yandan bize maymun iştahı neymiş onu öğretirken, bir yandan da gücümüzün yetmeyeceği işler için gücümüzün yeteceği sanrısını yerleştirdi içimize. Başedemeyeceğimiz kadar yüksek potansiyellerimiz var artık. Ağzımızla kuş tutsak yaranamayız kimseye, hatta kendimize de. Adam uzaya gidiyor abi, yemişim kuşunu.

Hepimiz gri binalarda, plazalarda adına iş denen saçmalıklarla uğraşırken potansiyelimizde yaşattığımız yaratık çok çalışırsa, Erkan Oğur kadar gitar çalabileceğini, Michael Jordan kadar basket oynayabileceğini, Bill Gates kadar zengin olabileceğini sanıyor.

Sevgili T&T,

Her dönemin kahramanları vardır. Bu dönemin de var. Ama hiçbir dönemde sıradan insanın yaptıkları ile potansiyeli arasında bu kadar devasa fark olmadı. Bu fark hepimizi perişan ediyor. Kendimizi değersiz hisediyoruz. Kendimize güvenimiz azalıyor ve korkuyoruz. Çünkü potansiyelimize göre mesela bugün tüm dünyaya mutluluk getirmek üzere kanlı bir devrimin lideri olabiliriz. Oysa en sahtekar halimizle sabah erken kalkıp işimize gidiyoruz ve ödedikleri paranın karşılığında bizden satın aldıkları zamanımızda böyle yazılar yazıyoruz. Sahtekar, yalancı, dolandırıcılarız biz ama tiksinç değiliz. İmkansız diye birşey yoktur çocuklarıyız biz. Oysa imkansız diye birşey var. Yaşam fiziktir abi yasaları var. Oksijensiz yaşanmıyor mesela.

Hiçbir devirde olamadığımız kadar yalnızız da ondan nefret ediyoruz yalnızlıktan. En son ne zaman arkadaşlarınla 4 5 kişi oturup gazetelerin ilgisini çekmeyecek bir konuda muhabbet ettin. Bu çağda kimse beraber bir şey yapmıyor. Halı sahada maç bile yapılamayacak yakında. Her hafta birileri su koyveriyor. Her yerde kar değil naz var artık. Nazdan niyazdan geçilmiyor ortalık. Birşey yapmaya kalksan, ben oraya gitmemler, ben içki içilen yerde oturmamlar, ben içki içilmeyen yerde durmamlar, ben sigara içilen yerde durmamlar, ben sigara içemediğim yerde bulunmamlar uçuşuyor havada. Antartika’yı yakın eden bu çağ aynı zamanda da tuhaf bir şekilde, Kadıköy’ü Taksim’e uzak ediyor. Herkesin ajandası full. Herkesin vakti kıymetli, herkesin dinlenmeye ihtiyacı var. Ama aslında yalnızlıktan korktuğumuz için nefret ediyor ve toplanmaktan nefret ettiğimiz için yalnız kalıyoruz. Potansiyeline o kadar uzak ki herkes, derdini anlatmaktan bitap düşüyor. Yok bankadakiler hiç iyi insanlar değillermiş, yok zaten maaş da azmış, müdür köle gibi kullanıyormuş, hep kapalı yerde aynı iş yapılıyormuş, hayat bu muymuş, dünyaya bunun için mi gelmişmiş, işini değiştirmesi lazımmış, en büyük hayali home ofismiş, biraz daha kendine ayırabileceği zamana ihtiyacı varmışmış, stres çok ağır geliyormuş... Bir tane memnunum halimden diyen yok. Dert mi lan bunlar yüz sene öncesinin Amerika’lı kölesine. Hayır değil, peki bizi bu kadar sızlandıran ne o zaman? Amerikalı kölenin potansiyeli en iyi ihtimalle efendisinin kahyası olmakken, bizim potansiyelimiz sınırsız. İnsanı memnun eden elindekilerin değeri değil, potansiyelinin ne kadarını gerçekleştirdiği. E bizde potansiyel sınırsız olunca, eldekiler de pek bir şey etmiyor.

Sevgili T&T,

Internetten eve yemek getirtebildiğimiz bu çağda hissizlikten doğal ne var ki... Klimaların, kaloriferlerin her yanımızı donattığı bu çağda yaz ile kış arasındaki farkı nasıl hissedebiliriz ki... Ayda yılda bir iğne vurulmaktan başka fiziksel acı hissetmediğimiz bu çağda ne hissedeceğiz ki... Yaşamı hissediyor muyuz ki, ölümü hissedeceğiz. Bu çağda müntehirin intihar etmeyi unutmasından doğal ne var ki... Yaşam bu çağda da fiziktir va yasaları vardır fakat ne kadar fiziksel ilişkimiz var ki...

1 Haziran 2009 Pazartesi

Gözlerimi Açtım mı? Hayır, Gerçek Karanlık Bu Kadar Karanlık Olamaz

Hikmet Benol’ün bir kabustan uyanırken, yani bilinç altından bilinç düzeyine gelirken söylediği bir söz kitap okumayı, hele hele Oğuz Atay okumayı ne kadar çok sevdiğimi hatırlamamı sağladı yine ve yeniden: “Gözlerimi açtım mı? Hayır, gerçek karanlık bu kadar karanlık olamaz.”

Dört tane çerez niyetine polisiye-casusluk kitabı okuduktan sonra, evet Tehlikeli Oyunlar’ı tekrar okumaya karar verdim. Amanvermez Avni’nin serüvenleri 10 paralık öykü türüne göre hadi yine güzeldi de, ben Afgan kadar kötü casusluk romanı okumadım. Bir kere berbat bir çeviriyle hayal kırıklığına uğrattı beni Frederick Forsyth. Oysa ben sevmiştim bu herifin bazı kitaplarını mesela Odessa’yı.

Şibumi ise 18 yaşımdan beri hararetle tavsiye edilen bir romandı ve nihayet okudum. Evet 18 yaşımda okusaydım benim de en sevdiğim kitaplardan biri olabilirdi ama 32 yaşında hadi len demekten öteye geçemedim. Çıplak elle adam öldürme tekniklerini, go oynamayı bileceksin, öyle durup dururken kendi kendine transa geçmeyi becereceksin, üstüne mağara kaşifi olacaksın, üstüne boşalmadan hatunu üç kere orgazm edeceksin, üstüne anti kapitalist olacaksın, üstüne Bask bölgesinde 18. yüzyıldan kalma bir şatoyu restore ettirip orada oturacaksın, sonra da idealim dikkat çekmeyen mükemmellik anlamına gelen şibumi diyeceksin. İyi ki dikkat çekmedin Trevanian, defol git. Antişansını da dostlara vefanı da, sivri dilini de al git. Ha bu arada Baskça’yı nasıl öğrendiğini de anlatmak isterim bu Nicholai Hel denen salağın. Arkadaşı hücreye atıyorlar, eline de bir tane Baskça kitap veriyorlar. Bu da orada o kitabı okuya okuya çözüyor Baskça’yı. Telaffuzu biraz bozukmuş sadece. Adamın eline niye Kuran vermediniz lan. Okusaydı şöyle Arapça öğrenip 142 ciltlik tefsir yazsaydı. Hayır kardeşim bestseller dediğin kitap türü zaten süper kahramanlar yaratır, benim buna diyeceğim bir şey yok da, bu mu lan senin anladığın şibumi. Kaldı ki, sivri dilinle senden yardım dilenen zavallı Amerikalı kızcağızı aşağılayıp durarak mı şibumi oldun lan. Cezalandırmak için hatun ile seks yapıyorsun ve hatunu kendin orgazm olmadan dördüncü defa orgazma getirmekten hayatı boyunca bir daha kimseyle yaptığı seksten zevk alamayacak diye sırf ona acıdığın için vazgeçiyorsun lan. Merhametini de al git Trevanian. Dikkat çekmeyen mükemmelliğe bak. Oğlum senin o zümrüt yeşili gözlerine bakan şatonu gören adamın gözüne sokuyorsun lan sen mükemmelliğini. Allah belanı versin Şibumi. Bir de ulan pis herif sen mağara keşfetmeyi 60 sayfa anlatacak kadar biliyorsun, üzerine felsefe yapacak kadar go biliyorsun, sansürlemeseler çıplak elle adam öldürme tekniklerine de hakimsin, ee bu kadar anlattığına göre az biraz bu casusluk numaralarını da biliyorsun da oturup kitap mı yazıyorsun lan dingil Trevanian. Oğlum ben sana söyleyeyim, sen şöhret manyağısın. Biliyorum adresini yayıncıdan başka kimse bilmiyor, biliyorum sen gizemli takılıyorsun ama farketmez. Nasıl ki Verbal Kint bir Kaiser Soze efsanesinin ardında tıkır işleri götürdü, sen de gizemli Trevanian efsanesini mi yaratıyorsun lan. Bu mu lan şibumi? Bu mu mütevazi mükemmellik? Allah belanı versin.

İşte bu kitapların ardından elime Oğuz Atay aldığımda ve bu cümleyi okuduğumda kendimden geçmişim vapurda. “Gözlerimi açtım mı? Hayır, gerçek karanlık bu kadar karanlık olamaz.”

Şimdi gördüğü kabustan başka hakkında hiçbirşey bilmediğimiz Hikmet Benol bu kısa cümleyle neler anlatabilmektedir, bir düşünelim.

Gözlerimi açtım mı gibi bir soruyu nasıl bir insan kendi kendine sorar? Gözlerini açıp açmadığından emin olamayan biri tabii ki. Vucuduna, fizik dünyaya hükmedemeyen biri, kafası karışmış düş ile gerçeği birbirine karıştıran biri, cevabı da hesaba katarsak, algılarına değil aklına güvenen biri, gerçeğe algısıyla değil aklıyla ulaşabileceğini sanan biri. Adı da Hikmet bu adamın, şaka gibi. Bilgeliğe sadece akıl ve matematik yoluyla ulaşırız diyenler kimler peki? Aristo’yu baştacı yapan batılılar. Gerçekten şaka gibi, batılılaşma yolunda herşeyini değiştirmeye çalışan bir memleketin evladı gözlerini açıp açmadığını ancak kendi kendine sorup akıl yürüterek anlayabiliyor.

Cevap daha da şaka gibi. Gerçek karanlık bu kadar karanlık olamaz.

Aristo’nun hocası Platon’a göre, insanlar bir mağaranın içinde yaşarlar ve yüzleri mağara girişinin karşısında bulunan duvara dönük olduğu için sadece ve sadece buraya düşen gölgeleri görebilirler; duyumlarımız yoluyla varlığından haberdar olduğumuz bu görünümler, gerçek değil, gerçeğin iyiden iyiye bozulmuş gölgeleridir; gerçeği görmek isteyen bir kimsenin, akıl yoluyla duyusal zincirlerden kurtularak başını mağaranın girişine çevirmesi ve orada geçit töreni yapmakta olan ideaları, yani görüntülerin oluşumunu sağlayan gerçek biçimleri seyretmesi gerekir. Bu nedenle bu alemde duyumsadığımız varlıklar birer gölgedir ve asıl var olan şeyler, bu gölgeler ve bu yanılsamalar değil, onların ardındaki ölümsüz idealardır. Mesela bir at ne kadar olağanüstü olursa olsun, zamanla bozulur ve kaybolur; oysa at ideası ezelî ve ebedîdir, değişmez. Burada Platon’dan 2,300 yıl sonra yaşamış Einstein’in sözünü de hatırlatmak isterim. “Dünyaya dair olup da %100 doğru ya da %100 yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir veri yoktur.” Yani özetle gölgeler aleminde aslen idealar aleminin yöntemi matematik %100 doğru sonuç vermez. Çünkü dünyada birbirinin %100 aynısı iki elma yoktur ki onları, toplayıp 2 diyebilelim.

Şimdi Hikmet Benol’ün gerçek karanlıktan dünyaya dair karanlığı ve gözleri kapalıyken algıladığı karanlıktan da idealar aleminin matematiksel karanlığını kastettiğini ve tüm bunları neden karanlık metaforu üstünden anlattığını düşünelim. Aklın yarattığı karanlık, dünyaya dair olan gerçek karanlıktan daha karanlıktır, ama yine de batı medeniyeti için aslolan karanlık budur. Bu bakış açısı ise hepsinden daha karanlıktır. Çünkü bu hissedilebilen, dünyada var olan gerçek bir karanlık değildir. Doğulular ise hikmete ulaşmanın tek yolunun bilimsel yöntem olmadığını düşünürler. Örneğin Mevlana’ya göre gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşktır. Diyalektik düşüncenin karşısında da Yin Yang vardır. Diyalektiğe göre siyah ile beyaz birbirinden kesinkes ayrılırlar ve zıttı olmayan birşeyin kendisi de varolamaz. Oysa Yin Yang’a göre her siyahta beyaz, her beyazda da siyah vardır.

Batılılaşma süreci Türkiye’sinde Hikmet’in gecekonduya kaçarak kendi hayal dünyasında yaşıyor olması ve sonunda da intihar edecek olması muhteşem bir ironidir. Ve evet, göz kapağı ve karanlık bunu anlatacak en muhteşem metaforlardır.