30 Aralık 2009 Çarşamba

Bir Deli Saçması: Hiç Konuşmamalı Belki de İnsan

Nasreddin Hoca'nın saz çalması gibidir bazen bu dünyanın işleri. Doğrusunun düşündüğün olduğunu bilmen için diğer tüm alternatifleri görmek gerekmez. Kimi zaman önyargılar huzur verir insana.

- Hocam sen bir tuhaf saz çalıyorsun.

- Niye nesi tuhafmış ki, der Hoca.

- Ozanlar saz çalarken parmakları perdeden perdeye atlıyor, ancak sen sürekli aynı notayı çalıyorsun. Hoca gülmüş,

- Onlar benim çaldığım notayı arıyorlar, bir türlü bulamıyorlar. Benim çaldığım notayı çaldıklarında da onun aradıkları nota olduğunu fark edemiyorlar.

Bazen insan ne istediğini gerçekten bilir, ya da bildiğine inanır. İşte o zamanlar arayış anlamsızdır. Diğer sesleri de dinleyip seçim yapmanın anlamı yoktur. Zaten ne istediğini bilen ya da bildiğine inanan insan diğer sesler hakkında bir yargıya sahiptir. Bu yargı yaşanmış hayatın sonucu da olabilir, tahminlere de dayanabilir. Beylik laflar etmeyi seven adamın biri demiştir ki, yaşadıklarından ders almayan insan salak, sadece yaşadıklarından ders alan insan sıradan, başkalarının yaşadıklarından kendine ders çıkaran insan ise akıllıdır. Ya da bunun gibi bir şey işte. Bu tip beylik lafları baş tacı eden biri değilimdir açıkçası. Hatta çoğu zaman parıltılı ama içi boş laflar olduklarını düşünürüm ama savaşın kötü bir şey olduğunu anlamak için de savaşmış olmak gerekmez.

Yıllarca hiç yurtdışına çıkmadığım halde İstanbul'un dünyanın en güzel şehri olduğunu iddia ettim. Hep dediler ki, nereden biliyorsun, dünyanın tüm şehirlerini gördün mü? Onlara bir türlü İstanbul'un Nasreddin Hoca'nın sürekli çaldığı nota olduğunu anlatamadım. Beni eleştirdiler, yurtdışına çıkmadan nasıl böyle bir laf edebilirmişim. Onlara benim bilim adamı olmadığımı, bir şeyi bilmek için ya da bir şeyi bildiğime inanmak için tüm diğer alternatifleri denemiş olmam gerekmediğini ve bu sözlerin sadece beni bağladığını anlatamadım. İnsanın sürekli deneyip yanılmaya vakti olmadığını, vakti olsa bile hangi şehirde yaşamak istediğini bilmek için Evliya Çelebi gibi dünyayı gezmek gerekmediğini, bunun en nihayetinde bir inanç olduğunu anlatamadım.

Şimdi yurtdışındayım ve İstanbul'u özlüyorum. Vapurları özlüyorum, yemeklerini özlüyorum, Türkçe konuşan insanlarını özlüyorum. Bu defa diyorlar ki, yurtdışına çıktın da sadece bir ülkeye gittin, gittiğin ülke de dünyanın boktan sayılan ülkelerinden biri. Yetmiyor, bilim adamı kılıklılara tek ülke. Tüm dünyayı gezsem, bu defa da yargılarımı subjektif bulacak bu bilim adamı kılıklılar, eminim. Ya ne olacaktı dediğinde, olur mu diyecekler, benliğinden ayrılacaksın, yukarılardan bakacaksın meseleye. Ölçülebilir kriterler koyup, mukayese yapmam gerektiğini anlatacaklar. Sonunda belki de DTŞGE diye bir sayı uydurtacaklar bana. O ne lan diye sorduğumda, Dünyanın Tüm Şehirleri Güzellik Endeksi cevabını verecekler. Katsayılar koyduracaklar, çarptıracaklar, böldürecekler, 10 üzerinden notlar verdirecekler.

Yine benim olayı bu şekilde ele alışıma bazı bilim adamı kılıklılar diyecekler ki, hayat siyahlar ve beyazlardan ibaret değil, griler de var, sen yine meseleyi abartmışsın. Neymiş lan bu griler diye sorduğunda, onlar gri tonlarının sonsuz olduğunu, hangi birini sayacaklarını şaşıracaklarını falan söyleyecekler. Lan siyah önyargılarımsa, beyaz da DTŞGE endeksi, bana bir tane gri söyle dediğimde, dünyanın hiç değilse her kıtasından birer şehir gezip yargılarımı endekssiz bir şekilde söylememin grilerden sadece bir tanesi olduğunu söyleyecekler. İyi de diyeceksin, Akdeniz ikliminin geçerli olduğu yerlerde her şey birbirine benzer. İşte bak diyecekler, bir gri daha buldun, iklimlere göre gez o zaman şehirleri sonra yargını bildir. Sonra itirazları artırdıkça DTŞGE'ye gideceksin. Lanet olsun lan o zaman DTŞGE çıkar diyecekler.

Tüm bunların suçlusu bir anda sen olacaksın. Sana sinirlenecekler, takıntılı olmakla suçlayacaklar seni. Seninle hiçbir şeyin konuşulamayacağına hükmedecekler, her şeyi çok ciddiye aldığını söyleyecekler. Sanki senin tüm derdin İstanbul'un dünyanın en güzel şehri olduğunu başkalarına kabul ettirmekmiş de, onlara bunu kabul ettiremediğin için işi çirkefliğe vurmuş durumuna düşeceksin.

Bu defa kendini savunmak için güzelliğin göreceli bir kavram olduğunu falan söylemeye kalkacaksın, ama bu defa da sanki sen uydurmuşsun gibi lan o zaman neden DTŞGE diye bir şey uydurdun kıçından madem göreceliydi diyecekler.

İşte bu tip zamanlarda sabredeceksin ve bundan ders alacaksın. Bir daha karşına buna benzer bir muhabbet geldiğinde, ben böyle inanıyorum diyip detaylarına girmeyeceksin. Ama neden buna inanıyorsun diye soracaklar bu defa. Cevap veremeyeceksin, kalbimin sesini dinledim diyeceksin. Böylece konuyu çarpıtmış olacaksın, ama yağmurdan kaçarken doluya tutulacaksın. Vaaay diyecekler, çok duygusalsın bu aralar, hayırdır? Sen allahım yine başlıyoruz diye düşünerek hayır hayır diyeceksin ama onlar yanlış anlayacaklar. Senin evet bu aralar duygusalım ve bu çok hayırlı bir şey dediğini sanacaklar. Seni anlatmaya zorlayacaklar. Anlatmaktan korktuğunu, çekindiğini falan düşündüklerinden üstüne gelecekler. Seni köşeye sıkıştırdıklarını sanıp eğlenecekler.

İşte o anda cebinden çıkardığın 7.65 ile kafana sıktığında, kimse senin neden intihar ettiğini anlamayacak. Hiçbir derdi yoktu, daha dün eğleniyorduk güzelce diyecekler arkandan. Türlü türlü teoriler geliştirecekler intiharını anlamlandırmak için. Ne İstanbul'un özlemine dayanamadığın kalacak, ne Kahire'yi de hiç sevmediğin. Zaten çok duygusal çocuktu, içine kapanıktı, kimseyle doğru düzgün muhabbet edemiyordu, bir de Kahire iyice bunalttı çocuğu diyecekler. Ama hiçkimse senin için bir bunalım endeksi hesaplamayacak ve hiçkimse bunalım endeksi yapmadığı için suçlanmayacak.

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte, hiç konuşmamalı belki de insan. :)