26 Ağustos 2009 Çarşamba

Arkası Yarın : Toygar’ın Oyunları – 2

Oğulcan ile Toygar pembe hayaller içinde salak salak gülerlerken, Oğulcan birden ciddileşerek yine de futbolun ilginç bir oyun olduğunu ve 10 defa üstüste kaybedebileceklerini düşündüğünü söyledi ve ekledi: “Amaaan giderse de 300 TL gitsin, o kadar heyecana, oynadığın maçı internet üzerinden bulup seyrederken duyduğun zevke değer”

O gün akşam üç kere kaybetmişler ve bahis 10 TL seviyesine çıkmıştı. İlk iki maçı tutturdular fakat diğer maç Arjantin Liginden Velez Sarsfield Rosario Central maçıydı ve maç gece 2’de başlıyordu. Oğulcan gitti yattı. Toygar ise maçı izlemeye kararlıydı.

İnternette maçı bulduğunda uzunca bir süre hangi takımın Velez hangi takımın Rosario olduğunu anlamaya çalıştı. Sahada biri sarı lacivertimsi yatay çizgili bir forma ile beyaz üstüne kollardan gelip göğüs kafesinin altında birleşen kalın bir lacivert V harfi olan bir takım vardı. Maçı Velez’in kazanması gerekiyordu ki, 35 TL kazanıp kümülatif zararı çıkarabilsinler. Beyazlılar daha iyi oynuyordu, ama Toygar’ın sarı lacivertimsi formaya sempatisi vardı. Bir süre sonra Velez’in beyaz formalı takım olduğu anlaşılınca sarı lacivertimsi takıma Toygar’ın duyduğu sempati, işi beceremeyen adamına “yıkılın lan karşımdan” diye bağıran mafya babası tepkisine dönüştü.

Bu takımlara oynamadan önce Toygar takımların Arjantin ligindeki durumlarına, son oynadıkları maçlara falan bakmıştı. Velez 6. Rosario 14. idi, ama Arjantin Kapanış ligi yeni başlamıştı. Belki de bu tablo çok değişecekti ilerleyen günlerde zira açılış ligi şampiyonu Boca Juniors 10. sırada Arjantin’in en büyük kulüplerinden River Plate 13. idi. İşin ilginç tarafı River Plate açılış ligini sonuncu olarak tamamlamıştı. Bütün bu verilere baktıktan sonra Toygar kesinlikle bilgi sahibi olmadığını ve öyle iki tane veriye bakarak bilgi sahibi de olamayacağını kabul ederek oynamıştı kumarını.

Velez ilk yarının son bölümünde bulduğu golle öne geçince Toygar Fener öne geçmiş gibi sevindi, ikinci yarıda Rosario beraberliği yakalayınca da Cimbomdan gol yemiş gibi üzüldü. Sahada Velez daha iyi görünüyordu. Oyuna hakimlerdi. Toygar sonunda iyiler kazanır romantizmi içinde izlerken maçı, bu romantizm gerçek oldu. Velez maçı 2 1 aldı.

Ertesi sabah Oğulcan Toygar’dan önce uyanıp internetten kazandıklarını görmüştü. Toygar uyanınca “işte o, iddaanın bomba tahmincisi, üçü yüzüç yapacak büyük insan Toygaaaaaaaaar” diye bağırdı. Sabah salaklığıyla neye uğradığını şaşırmış Toygar noluyor lan der gibi bakarken, Oğulcan açıkladı: “Kazanmış Velez”. “Haa onu diyorsun” dedi Toygar, “Velez iyi takım abi.” “hımm beğendin yani Velez’i, var mı Fener’e almak istediğin oyuncu?” “Yok” dedi Toygar, “takım olarak iyiler.”

Tekrar oymadılar, tekrar kaybettiler. Tekrar kazandılar, tekrar oynadılar. Kasalarındaki para 350 TL olmuştu 2 ay sonunda. Oğulcan ile Toygar hiçbir yatırım aracının bu krizde iki ayda net %15 para getirmeyeceğini söyleyerek böbürleniyorlardı. “300 TL yerine 300,000 TL ile girseymişiz bu işe şimdi 50,000 TL kazancımız vardı” bile dedi Oğulcan. O gün de oynamaya devam ettiler. Toygar’ın işi vardı, dışarıdaydı ve akşam eve geldiğinde Oğulcan üstüste 7 kez kaybetmişti. Toygar “hadi yaa” dedi önce, sonra “amaaan pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” diye ekledi. Oğulcan o sırada düşünceliydi, “bak şimdi dikkatimi çekti, sermayenin %75’ini son üç seansta yatırıyoruz, yani şimdi vazgeçsek ve başa dönsek artıda olduğumuz 50 TL’yi de düşünürsek sadece 30 TL kaybeder ve yeni bir sayfa açarız” dedi. Toygar Oğulcan’ın oynamayı planladığı maçları inceleyerek, “abi bu kupon kazanır bas 50 kağıdı” dedi. Oğulcan, “bence de kazanır, zaten iddaaya göre de kazanır, ama daha önceki 7 seferde de durum bundan farklı değildi” diye karşıladı. Toygar daha önce oynanan maçlara bakarak, “olur mu lan dedi baksana tek maça üç kere oynamışsın üçünde de kaybetmişsin, o maç da Kongo Angola maçı, sen ne bilirsin Kongo futbolunu, Angola kadrosunu.” Toygar yoprgundu, içeri yatmaya giderken, Oğulcan’a “bence sistemi bozma bas 50 TL’yi ama yine de son kararı sana bırakıyorum” dedi.

Oğulcan’ın eli gitmedi, basamadı 50 TL’yi, bastı 2 TL. Toygar ertesi gün sabah maç sonuçlarına bakarken 3 maçı da tutturduklarını gördü ve işte bu dedi. Oğulcan uyanınca, Toygar, “iddaanın kralı naber” dedi. Oğulcan;
- Kendimi olimpiyatta sıfır çeken Halil Mutlu gibi hissediyorum”
- 2 TL bastın di mi Allah’ın salağı! Sisteme inancın yoktuysa, ne diye ortaya attın lan bu sistemi?
- Ne bileyim abi güvenemedim.
- İyi bok yedin.
- Neyse bunlar hep tecrübe.
- Sikiyim senin tecrübeni, olayın büyüsünü bozdun sen.
- Lan ne büyüsü olacak yaw?
- Sana da sistemine de güvenmiştim ben. Hahaha
- Yapma yaa. Hahaha
- Şu an çalışmama hayalim tuzla buz oldu senin yüzünden. Hahaha
- Lan tutmasa da 300 TL’yi kaybetsek daha mı iyiydi!
- Daha iyiydi tabii! En azından olmuyormuş derdik.

Oğulcan hayretle sağlamcı Toygar’ın içindeki kumarbaza bakıyordu. Çünkü Toygar’ın sonuçtan çok süreçle ilgilendiği belliydi. Kazanmak ya da kaybetmekten öte birşeydi bu Toygar için, yanar dönerlikti. Kumar içine girmişti Toygar’ın, sonuna kadar gidilmeliydi. Oyun disiplininden kopulmuştu artık, dağılmak an meselesiydi.

Oğulcan oynamaya devam etti, fakat Toygar heyecanını yitirmişti. Artık kafasına göre tek kuponluk büyük bahisler oynuyordu. Nadiren kazanıyor, çoğunlukla kaybediyordu, ama sermayesi de bitmiyordu.

Sezon sona erdiğinde Toygar, mayın tarlasındaki gri kareleri tıklarken Aceto’nun blogunda, Velez Sarsfield’ın Arjantin kapanış liginin şampiyonu olduğunu öğrendi. Hırsla yeniden açtığı mayın tarlasında gri karelere sinirli sinirli tıklarken, tıklayacak akrenin kalmadığını görünce sarı adamın güneş gözlüğünü taktığını farketti. Fakat asıl önemlisi rekor kırdın adın ne penceresini görmesiydi. Yeni rekor 255 saniyeden 238 saniyeye inmişti.

25 Ağustos 2009 Salı

Futbol Özgüven İşi

"07.11.2007’de Şükrü Saraçoğlu Stadında oynanan Fenerbahçe – PSV Eindhoven maçı özellikle Fenerbahçelilerin uzun süre anılarında kalacak harika bir geceye sahne oldu.

İlk 20 dakika boyunca maçta hiçbirşey olmadı. Ama dakikalar 20’yi gösterdiğinde Fenerbahçe maçın hakimiyetini ele aldı ve ilk yarının sonuna kadar muhteşem oynadı.

İleride her topu indiren ve müthiş hücum presiyle çok fazla top kazanan Semih, eşsiz oyun zekasıyla Alex, sıkıştığında üstüste topu iki kere taca atmaktan zerre imtina etmeyen Carlos, sağ kanadı yaylaya çeviren özellikle yerden sert, orta şut karışımı vuruşlarla çok etkili olan Gökhan Gönül Colin Kazım ikilisi PSV’nin tüm pas kanallarını tıkayan Deniz Barış Aurelio ikilisi ve bu 25 dakika boyunca çok rahat oynayan üç adam stoperler Edu ve Yasin ile kaleci Volkan…

Sonuç : Colin Kazım’ın orta şut karışımı sert vuruşuna dokunmasa Semih’in ağlara göndermek için hazırda beklediği Marcellis’in kendi kalesine attığı gol ile Alex Semih ikilisinin aralarındaki 3 pas sonucu Semih’in attığı mükemmel gol. Keşke gol olsaydı diye dövündüğüm Alex’in muhteşem aşırtma vuruşu ile Roberto Carlos’un 35 metreden attığı sert şut. Roberto Carlos’un Alex’e attığı arapası niteliğindeki taç atışı.

Evet bunların hepsi 25 dakikada oldu.

İkinci yarıda ise sahaya gerçekten büyük bir takım çıktı. PSV’yi oynatmayan, kendisi de canı istediğinde pozisyonlar bulan oyunun temposunu nasıl istiyorsa öyle ayarlayan bir büyük takım. Bu benim şimdiye kadar izlediğim en iyi Türk takımı değil ama en büyük Türk Takımıydı. Fatih Terim’in Galatasaray’ı gerçekten müthiş bir takımdı ve bana kalırsa oynadığı futbol bu takımdan daha iyiydi. Ama o Galatasaray sürekli saldıran, bozan, rahatsız eden bir takımdı ve kontrollü oynamayı bilmiyordu. Mallorca gibi bir takıma deplasmanda 4 gol atabiliyordu, ama Chelsea’den kendi evinde de 5 tane yiyebiliyordu. Bu Fenerbahçe’nin bana esas gurur veren yönü ne istiyorsa onu oynayabilmesi oldu. İstediğinde bastıran 25 dakikada rakibini dümdüz eden, istediğinde rakibine hiçbirşey yaptırmayan kendisi de yine pozisyon bulan ama genele baktığınızda pek de birşey yapmayan bir takım olabildi dün Fenerbahçe. Bu oyuna sanırım en uygun sıfatı maçı televizyondan yorumlayan İlker Yasin buldu : “Olgun takım”

Peki bu takım nasıl olgunlaştı ?

Futbolun herşeyden önce bir özgüven işi olduğunu Volkan’ın aldığı yan toplarda, Deniz’in attığı ara paslarında gördüm ben dün gece. 6 ay öncesinin tedirgin, laubali Volkan’ı nerede ne yapacağını bilen rahat bir Volkan’a, pas hataları nedeniyle ıslıklanan Deniz’i topu son derece iyi kullanan Deniz’e dönüştüren bir özgüvendi bu.

“Biz iyi takımız, bize güvenin” diyerek Deivid’i sattırmayan Zico’nun rakibi umursamaz tavırlarında da, bir röportajında “maça çıkarken Inter’de Ibrahimovic varsa bizde de Roberto Carlos var diyoruz” diyen Volkan’ın sözlerinde hep bu özgüven var.

Futbolun mental yönünün ne kadar önemli olduğunu Alex’in geçen sene Samsunspor’a attığı o önceden hayal etmeden yapılamayacak müthiş rovaşata golünden sonra sözlediği sözler çok iyi anlatıyor: “Top gelirken o vuruşu yapacağımı hayal ettim. Hayal etmezseniz başaramazsınız.”

Yer yer kıyasıya eleştirdiğim “Bu adamla olmaz. Zico değil, riziko bu” dediğim Zico’dan özür diliyorum. Haddimi bilememişim. Futbolumuza getirdiği sakinliğin kıymetini anlayamamışım. Gerginliğin 2 sene önce Fenerbahçe’ye kaybettirdiği şampiyonluk ile 17 gün önce yendiği rakibinden 2 gün önce 8 yiyen gergin Beşiktaş fotoğrafı şimdi şimdi beynimde üst üste oturuyor. Pasiflik zannettiğim Zico’nun tavırları dinginlikmiş, huzurmuş, sakinlikmiş. Büyük bir takımda olması gereken özgüvenmiş. Roberto Carlos’un üstüste rahatça taca attığı toplarmış. Volkan’ın her yan topu elinden kaçırmadan alması, Deniz’in attığı arapaslarıymış."


Bu yazıyı 2007 Kasım’ında yazmıştım ki o sene de Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadı. Sonra Zico’yu gönderdiler. Fenerbahçe’nin başı da o günden sonra beladan kurtulmadı. Ne özgüven kaldı, ne futbol, ne de iyi takım. Fenerbahçe taraftarı Zico'nun gönderilmesinin ardından yaklaşık yarım sezon sonra şu duruma gelmişti:

“İçmişim kafam güzel, Fenerbahçe Rakısı
Yoksa nasıl çıkacak Josico’nun parası”

Şimdi bu yazıyı yazıp tekrar gündeme getirmemin nedeni Frank Rijkaard. Tavırlarıyla, duruşuyla oyuncularına kattıklarıyla bana fena halde Zico’yu hatırlatıyor. Zico’nun o sakin rahatlığını Rijkaard’da da görüyorum. Mustafa Sarp’ın ilerlemesinde, tamamen yerli defansının ve iki yerli önliberosunun iyi oynamasında, rahatça yapılan rotasyonlarda görüyorum bunu. Gökhan Zan bile sakatlanmıyor sanki artık. Kayseri maçından sonra Servet’in sakin ve mantıklı açıklamalarında her soruya rahatça cevap verişinde, Gökhan Zan’ın “Servet ile uyumunuz nasıl” sorusuna gülerek verdiği “bunu kamuoyunun takdirine bırakıyorum” cevabında görüyorum. Korkarım çok iyi bir Galatasaray geliyor bu sezon. Tek tesellim Fenerbahçe’nin de iyi olması.
Rijkaard ayrıca "zamana ihtiyacımız var" edebiyatını da bitirmiştir. Bence artık teknik direktörler de zamanı ihtiyacı olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılmalı ve zamana ihtiyacı olanları Türkiye'ye uğramamalı. Çünkü ne Fatih Terim'in, ne Mustafa Denizli'nin, ne Daum'un, ne Lucescu'nun, ne Zico'nun, ne Rijkaard'ın zamana ihtiyacı yoktu. Aragones'in, Del Bosque'nin, Skibbe'nin ihtiyaçları olan şey ise zaman değildi.

Galatasaray ile Fenerbahçe’nin bu sezonunu karşılaştırmak gerekirse, Fenerbahçe filleriyle atlılarıyla Timur’un ordusuysa, Galatasaray da Cengiz Han’ın sürekli akın eden ordusu. Bakalım Timur mu kazanacak, Cengiz Han mı?

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Arkası Yarın: Toygar’ın Oyunları

Toygar Lodosoğlu içindeki Usain Bolt uyanmışçasına rekordan rekora koşuyordu. Mayın Tarlası isimli oyunun uzman levelinde 279 saniye olan rekorunu 255 saniyeye çekmenin gururunu yaşamış Yeni Zelandalılar gibi haka dansı yapıyordu ki, Oğulcan geldi.

- Noluyor lan?
- Rekor kırdım da, kutluyorum.
- Bilgisayar başında oturma rekorunu mu kırdın lan? İnanmıyorum!
- Yok oğlum, Mayın Tarlası’nı 255 saniyede bitirdim.
- Sana acıyorum Toygar.
- Kedi de uzanamadığı ciğere mundar dermiş.
- Toygar sana bazı bilgiler vereyim. Bilgisayar oyunları sektörü 80’lerden bu yana acaip gelişmeler kaydetti. Artık futbol oynarken oynayan adamın yüzünü bile benzetiyorlar aslına. Mesela oyundaki Tuncay Şanlı aynı gerçek Tuncay Şanlı’ya benziyor.
- Eeee?
- Yani diyorum ki inanılmaz grafikler, aşmış hareketler var artık oyunlarda.
- Eeee?
- Ve sen hala seksenlerden kalma bu salak oyunu oynuyorsun.
- Oğulcan sen kiwi çıktı diye elma yemeyi mi bıraktın? Kuşburnu çayı çıktı diye normal çaydan vazgeçtin mi?
- Ne alakası var lan?
- Bir oyunu sadece seksenlerden kalma diye elştiren bir adamdan beklenmeyecek bir tepki! Kimbilir satranç oynasam başıma neler gelecekti.
- Peki neden bu oyunu oynuyorsun Toygar?
- Çünkü bu oyun her yerde oynanabiliyor, her bilgisayarda var. Üstelik beyin bir kastır ve kaslar antrenman yapmazlarsa, zayıflarlar.
- Üstün zekanı korumak için oynuyorsun yani bu salak oyunu.
- Hayır, sadece vakit geçsin diye oynuyorum. Bir de işte eskiden spider solitaire oynuyordum ama, belli oluyordu kocaman renkli bir ekran. Birkaç kere genel müdüre yakalandım oyun oynarken. Bu ise uzaktan scientific hesap makinesi gibi görünüyor.
- Peki evde ne diye oyunuyorsun Toygar?
- Sonradan bu oyunu sevdiğimi farkettim. Aradığım herşey var bu oyunda.
- Pardon?
- Gerilimli bir oyun, beynini çalıştırıyor, bir tane hareket yapmak için 9 tane düğmeye uygun sırayla basacağım diye kasman gerekmiyor, içinde mükemmel dozda şans ve yüksek düzeyde zeka var.Hayat gibi Oğulcan, yaptığın her hareket bir öncekinin aynısı ama etkileri acayip değişken. Birden 32 kareyi açtırabildiğin gibi, mayına basıp gümleyebiliyorsun da. Temelde ise yaptığın hep mouse ile gri bir kareye tıklamak. Doğru kareye tıklarsan zafer, yanlış kareye tıklarsan hüsran oluyor. Ayrıca kader inancına manyak bir açılım getiriyor.
- Oha Toygar oha!
- Mayınların yeri belli abi, oyuna başladığın anda tüm mayınların yeri belli. Sen iyi oynarsan kazanıyorsun, kötü oynarsan kaybediyorsun. Pek çok mayının yerini doğru olarak tahmin edebiliyorsun, ama iyi de bir açılışa ihtiyacın oluyor. Açılışı kötü yaparsan, oyunu iyi bitirmen de çok zor oluyor. Mavi 1’lerde rahat davranıyorsun, bordo 5’ler ise ödünü koparıyor. Siyah 7’yi bulursan arkana bakmadan kaçıyorsun. Sen mayınları işaretledikçe tablo netleşiyor. Bazen de göz göre göre sağ tıklamak için imleci üzerine getirdiğin karede bir anlık dalgınlıkla sol tıklıyorsun ve bommmm.
- Sen kafayı yemişsin Toygar.
- Kafayı yemiş olmam söylediklerimi değersiz kılmaz.
- Peki oyundan sıkılmıyor musun, ya da somut ilerleme oldu mu başladığından beri.
- Oyundan tabii ki sıkılıyorum. Bazen yoruyor beni. Somut ilerleme ise, ilk başladığımda sadece mayınları bulmaktı amacım süreyle ilgilenmiyordum. Yarım saatte de açtığım oluyordu, onbeş dakikada da. Sonra baktım ki 100 oyunun 60’ını falan açıyorum, süreyle de ilgilenmeye başladım. Önce 800 saniyelere falan çektim süreyi, sonra 600’lere. Uzunca bir süre 600’ler seviyesinde kaldım. Sonra 400’lere indim. Arada bir de 300’lerde açıyordum ama 300 sanieynin, yani beş dakikanın altına inebileceğimi sanmıyordum. Geçenlerde bir 279 yaptım. Çok iyi bir açılış yaptığıma bağladım. Sonra 282 yaptım. Ama bugün içimdeki Usain Bolt haykırdı. 255.
- Peki sana daha gerilimli, daha riskli daha etine kemiğine dokunan bir oyun bulsam, vazgeçer misin?
- Neymiş bu oyun?
- İddaaaaaaaa! Hem para da kazanırsın. Hatta yeterince iyi olursan, çalışmana bile gerek kalmaz.
- Lan bırak allah aşkına yaaa.
- Oğlum hemen itiraz etme de bir dinle.
- Anlat bakalım.
- Şimdi, ben uzun zamandır iddaa ile ilgileniyorum biliyorsun. Mantıklı ve sürdürülebilir bir oyun sistemi bulmaya çalışıyorum.
- Bak bak bak, anlatışa bak. Sanırsın küresel ısınmaya çözüm üretiyor.
- Uzun sürelik iddaa tecrübemden çıkan en temel ders, mümkün olan en az maçlık kuponlarla oynamaktır. Şu sıralar pek çok maç için minimum bahis sayısı 3. Yani 3 maç seçeceğiz.
- İyi de az maç seçince de kazanç az oluyor.
- Oğlum mesela iddaa’nın da oranlarıyla favori gösterdiği yaklaşık 1.5 oranlı 3 maç seçsek, yatırdığımız her liraya yaklaşık 3.5 lira alırız. 10 TL yatırdıysak 35 TL alırız. Hem de herkesin favori gösterdiği takımların kazanması halinde üç buçuk kat para kazanılıyor. Ufak ufak kazanıp, sabırla biriktirdiğin zaman 10 TL basma da 100 TL bas, 100 TL basma da 1,000 TL bas. Mesela, Valencia – Getafe maçı. Kim kazanır.
- Tabii ki Valencia.
- Oranı kaç biliyor musun?
- 1.30 falandır herhalde
- Değil işte. 1.45.
- E iyiymiş.
- İşte bunun gibi 3 maç oynayacağız. 2 TL para yatıracağız. Kaybedersek yine bunun gibi 3 maç bulup, 5 TL yatıracağız. Kazanırsak 17 TL civarı kazanırız, yatırdığımız 7 TL’yi çıkarsak net 10 TL kazanırız. Kazandığımız anda başa döneceğiz. 5 TL yatırdığımızda da kaybedersek, 8 TL yatıracağız.
- Eeee bu böyle gider.
- Bunun bir sınırını koyacağız. Mesela 10 maç üstüste 3 favori maçtan kaybedersek sermayeyi tüketmiş olacağız. Sermaye de 300 TL civarı birşey. Yani kişibaşı 150 TL.
- Nasıl ya anlamadım.
- Bak dur sana tablosunu yapayım. Sen Excel adamısındır, ondan anlarsın.
- Yani diyorsun ki, 10 maç üstüste üç favori maçı bilemezsek, kaybedeceğimiz para 150 TL.
- Evet aynen. Şimdi soruyorum sana. Futboldan anlayan, futbol izleyen adamlarız, dahası zaten iddaa oranları belirlenirken profesyonel bir ekibin yaptığı analizin sonucunda bu oranlar belirleniyor. Yani iddanın favori gördüğü takımların zaten maçı kazanmaları lazım. Bu şartlar altında 10 kere üst üste 3 favori maçı bilemediimiz olur mu?
- Valla zor görünüyor da bu sistemde biz aylarca oynarız sonunda bir bakarız 300 TL’miz olmuş 350 TL. Yani seni zengin etmez beni batırmaz bir iş bu.
- Abi öyle olursa bu sefer 300 değil de 3000 TL yatırırız. 3000 TL değil de 30000 TL yatırırız. Hatta o zaman seni o işten alırım. Şu duvarlara 6 tane LCD takarım, Her birine açarım bir maç sen izler durursun. Raporlar çıkarırsın. İşte dersin ki, Helsingborg deplasmanlarda iyi oynuyor ama ecvinde çok zorlanıyor, kontraatak takımı bu. Buna benzer bilgiler ilk elden toplandıkça yanılma ihtimalimiz de azalır. İddaa sitesi bile kurarız şerefsizim.
- Hee hatta iddaayı batırırız bizi tutuklarlar falan.

Devam Edebilir :p

20 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Deli Saçması: Bu Kadar mı Muhtacız Abi Birbirimize

Dağların yücesinde bir ateş söner. Yanmıştır zamanında ki sönmüştür. Eylemin sürdürebilmesi sürekli bir gayreti gerektirir. Çaba biterse eylem de yapılmadan önceki haline döner. Dağların tepesinde bir ateşe yer yoktur yani, ateş ancak birilerinin iradesinin sonucudur. İrade yok olursa, ateş de yok olur.

Tembelliğin en iyi tarafı sürdürülebilir olmasıdır. Tembellik için hiçbir şarta ihtiyaç yoktur. Yaşam fiziktir ekseninden bakacaksak olaya bunun fizikteki karşılığı eylemsizliktir. Bir cismin hareket durumunu koruma eğilimi yani. Mevcut durumun devamını ister yani madde, muhafazakardır. Peki hangi maddelerin doğal hali tembelliktir ve hangi maddelerin doğal hali eylemdir. Mesela vücudumuzda tembellik yaptıramayacağımız iç organlarımız vardır. Orada irade geçmez. Kalbe dur diyemeyiz, karaciğere kasma bırak emrini veremeyiz. Onlar sürekli çalışırlar. Oysa dıştaki kaslar böyle değildir. Kola dur deriz durur, bacağa gitme deriz gitmez. Bu aslında belki de evrenin tümünde geçerlidir.

Ateşi söndüren dağın dibinde magma diye birşey vardır. Ve enteresan bir biçimde dağların yücesindeki ateş sönerken o magma hiç ısısını kaybetmez. Dahası öylece yerinde duran bir taşa yeterince yakından bakarsak, içindeki hareketi görebiliriz. Elektronlar melektronlar uçuşur atomun çevresinde. Sonuçta evrende birçok şeyin içi dışına benzemez, içler hareketli, dışlar durağandır.

Genellikle içlerin hareketli, dışların durağan olduğu bir evrende peki neden samimiyet denen bir kavram ortaya çıkmıştır ve neden benim gibi birileri bu kavrama çok değer verir? Evrende neyin içi dışı bir ki, insanın özü sözü bir olsun. Öte yandan bir de adap denen kavram vardır ki, o da içinden ne gelirse gelsin herşeyin bir yolu yordamı olduğuna işaret eder. Gülmenin de yemek yemenin de, adam öldürmenin de, kavga etmenin de, savaşa gitmenin de, para almanın da bir adabı, raconu vardır. Sınıfta ders işlenirken arkadaşınla gülüşürsen hoca, herşeyin bir adabı var der, elle yemek yersen oha derler adama, nefsi müdafaada adam öldürürsen kimse seni suçlamaz, çocukları savaşa götüremezsin mesela, vergi diye para toplarlar gıkın çıkmaz da, mafya haraca bağlayınca sinirinden delirirsin. Adap aslında o kadar çok şeyi belirler ki, çoğunun farkında bile olmayız.

Hem edepli, hem samimi insan olmak; içindeki hareketi, dışındaki durağanlıkla uyumlu hale getirmek, öyle her babayiğidin harcı değildir. Dini literatürde buna cihad-ı ekber derler. İçerde hiç durmayan isteyen hareketli bir nefs, dışarda da toplumsal ve fiziksel engellerle boğuşan bir beden vardır ve bu yeryüzündeki tüm savaşlardan daha kanlı bir savaştır.

Bu savaşa girmemek insanın elindedir. Yalnız yaşadığı anda bir insan, bu savaş ortadan kalkar. İşte bu yüzden belki de “uygarlık, insanı insandan kurtarma sürecidir.” Bu savaşta sıkışınca Hz. Muhammed bile Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmiyor muydu? Orada yaktığı ateş inince, topluma karışınca, sönmüyor muydu?

Dağların yücesindeki ateş ancak sen de dağların yücesindeysen yanar, sen topluma karışmışsan, o ateş de söner. Ateş samimiyetse, sahtekarlık da küldür. Oksijen olmazsa, ateş de kül de olmaz. Oksijen olmazsa hayat da olmaz. Bu kadar mı muhtacız abi birbirimize?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Hasan Cihat Örter vs. Erkan Oğur

Hasan Cihat Örter'i ilk dinlediğimde sanırım yıl 1995 idi. TRT'de bir televizyon programında klasik gitarı aldı eline ve fazlasıyla armonik bir şekilde Çökertme çaldı. Müzikteki kulak alışkanlığım "bir ölçü la minor çalınır ardından da mi majore geçilir, orada da bir ölçü kalınır fa major basılır, bir ölçü sonra da mi major çalınır" faslını daha biraz geçmişti. İşte Bülent Ortaçgil çok fazla akor basardı, bunu bilirdim, MFÖ şarkıları kolay çalınır, Grup Gündoğarken si7li kalıplar kullanır gibi şeyler bilirdim. Bu abim neredeyse türkünün her notası için ona uygun şahane bir akor basarak çalınca böyle bakakaldım televizyona. Adam bir yandan akor basıyor bir yandan melodiyi fazlasıyla hissettiriyordu. Herif tek gitardan piano gibi performans alıyordu. Değişik bir tipti, tuhaf şeyler anlatıyordu. Sonra Modern Folk Üçlüsünde bir dönem Doğan Canku'nun yerini aldı. Doğan Canku'nun o sıralar transandantal meditasyondan başını kaldırıp gitar çalacak hali yoktu. Sonra enstrümental albümler yayınlamaya başladı. Reformation içindeki parçalar pek çok programın jenerik müziği oldu. Sonraki albümleri çok iyi değildi, tutmadı. Zaman zaman çıktığı televizyon programları dışında sesini soluğunu duyamaz oldum.

Aynı 1995'te Erkan Oğur "Fırat'ın suyu akar serindir" türküsünü Eşkıya filmine sokmuştu. Bülent Ortaçgil dinleyenler dışında neredeyse kimsenin hakkında birşey bilmediği adam ATV Ana Haber'e çıktı. Oysa o yıllarda yapılan pop müzik albümlerinin çoğunun kaydında gitar çalmışlığı vardı. Bülent Ortaçgil'in en has adamıydı. Şehir efsanesi sandığım bir rivayete gore perdesiz klasik gitarı icat etmişti. E-bow denen bir cihazla gitardan ney sesine benzer sesler çıkartabildiği konuşuluyordu. Sonradan öğrendim ki, adam 80'li yıllardan beri bu e-bow denen aleti çalarmış. Hatta youtubeda çok eski bir TRT kaydı var ki, Bülent Ortaçgil ile birlikte e-bow çalıyorlar, ikisi de feci gençler. Bir yıl sonra Erkan Oğur Bir Ömürlük Misafir albümünü yayınladı. Ben aynı yıl kendisini Ankara Saklıkent'te bir Bülent Ortaçgil konserinde e-bow çalarken canlı izledim. Çok sakin bir adamdı, yoksa cool mu demeli. Gitarı sakız çiğner gibi çalıyordu, gitar çalarak denizde yüz desen belki de yüzerdi. Bir Ömürlük Misafir klasik tabirle bir sentez albümdü. Batı sazlarıyla Anadolu müziği çalınıyordu. Tam flamenkodan tasavvufa gösterilerinin patladığı yıllardı. Bir kaç yıl sonra Erkan Oğur sakız çiğner gibi çaldığı gitarı bir köşeye bırakıp kopuz çalmaya başladı dediler. Cengiz Aytmatov romanları okumamış olsam kopuz ne lan derdim o sıralar. Sonra Erkan Oğur'un Aşık Daimi gibi, Kul Nesimi gibi, Pir Sultan Abdal gibi, Aşık Harabi gibi, Aşık Veysel gibi, Şah Hatayi gibi Anadolu felsefesinin temsilcilerinin çok eski türkülerinin en yalın halleriyle çalındığı albümleri çıkmaya başladı. Önce Erdal Erzincan, sonra İsmail Hakkı Demircioğlu gibi derleme çalışmaları yapmış bağlama virtüözleriyle çalıştı. Halen de İsmail Hakkı Demircioğlu ile çalışmaktadır.

Hasan Cihat gösterişlidir, kibirlidir, komplekslidir. Erkan Oğur ise duygulu, bilge, sakin adamdır. Erkan oğur'un 30 sene önce deneyip şimdilerde nadiren lazım olduğunda kullandığı e-bow ile Hasan Cihat hala şov peşindedir. Erkan Oğur'un derdi aşık geleneğini sürdürmek ve köklerine gitmekken, (kendisinin çocukluğu Elazığ'da geçmiştir ve en çok o yörenin türküleriyle ilgilenmektedir.) Hasan Cihat'ın derdi Türk müziğini kullanarak dünyaca ünlü bir gitar virtüözü olmaktır. Erkan Oğur, Hasan Cihat'ın ulaşmak istediği mertebeye 15 sene önce ulaşıp, işin sırrının şov olmadığını anlamış adamdır.

Bu hafta içinde Hasan Cihat'ı Soner Olgun'un, Erkan Oğur'u ise Volkan Konak'ın programında izledim. Tavırları o kadar farklıydı ki. Erkan Oğur denizdeki su damlası olduğunun bilincindeydi sanki de, Hasan Cihat hala bak bende hem tuz var, hem su var, ne kadar acaip değil mi havalarındaydı.

18 Ağustos 2009 Salı

Hayat Ne Garip Vapurlar Falan

Dün akşam eve giderken yanımdaki iki adam yaklaşık on dakika boyunca vapurlardan söz ettiler.

Beyaz sakallı 50 yaşlarında gösteren adam: Vapur da güzelmiş haa...
Siyah saçlı 40 yaşlarında gösteren adam: Sabah bindiğim vapur şahaneydi abi esas. Dedim ki hep bunu versinler bu hatta. Hem büyük, hem yepyeni hem de dayalı döşeli. Şahaneydi.
BS50YGA: Bu da yeni, bu da yeni ama biraz küçük, sallanıyor.
SS40YGA: O vapur bunun yanında Mercedes abi. Bu Palio falan. Hep bunu versinler dedim de vermemişler.
BS50YGA: Belki de bu vapur eskidir de yeniden döşemiş olabilirler.
SS50YGA: Abi eskilik yenilikten de değil de o vapur çok konforluydu.
BS50YGA: Bu vapur da güzel ama.
SS50YGA: Ya tabii bu da güzel.
BS50YGA: Yıllardır vapurlar yenilenmiyordu.
SS50YGA: Abi bundan iki yıl falan önce İstanbullu kendi vapurunu kendi seçsin diye bir duyuru vardı. Internet üzerinden oylama yaptıırıyorlardı.
BS50YGA: Vay bee. İki yıl mı sürüyormuş bir vapurun yapılması.
SS50YGA: E tabii abi kocaman bir makine.
BS50YGA: Lan 2 yılda gökdelen dikiyorlar. Ne kocaman makine...
SS50YGA: Abi ona bakarsan Bolu Tünelini de 15 senede açamadılar.
.
.
.
.
BS50YGA:Ama vapur güzel haaa.
SS50YGA: Harbiden güzel be abi.


Tüm bu konuşmalar olurken ben de cep telefonumdaki son derece beyinsiz bir oyun olan Johny Crash Texas adlı oyunu oynuyordum. Özetle toptan fırlatılan, tatile gelmiş bir Johny’nin sadece tek bir düğmeyle yükselebildiği fakat alçalma işinde yerçekimini etkileyemediği bir biçimde kendisiyle alay eden Texaslı halkın saygısını kazanmaya çalışmasını anlatan sonunda da başarılı olursanız çiftçilere, kovboylara, petrol baronlarına gününü gösterdiği bir oyun bu. Kargalara çarptığında, kaktüslere çakıldığında, balondaki adamların parasını çaldığında, çamaşır ipindeki kot pantalonu aldığında tornadoya yakalanıp fırlatıldığında, yıldırımlara çarpıldığında, uçaklara değdiğinde falan puan veren bir saçmalık. Son leveli de bitirdiğinde tüm Texaslıların saygısını kazanmış biri olarak tatili bitiyor ve işine gücüne gidiyor herhalde bu Johny. Ben de elin Johny’si saçma sapan bir tatil geçirip Texaslılara madara olmasın diye ona yardım ederken bir yandan da üzerime gelen güneşe küfrediyorum. Vapurlarda yazın Eminönü’den Üsküdar’a geçerken akşam vapurun sol tarafına oturacaksın, Üsküdar’dan Eminönü’ne giderken de sabah vapurun sağ tarafına oturacaksın diye kendime daha önce yüz kere verip unuttuğum ultimatomu yüzbirinci kere veriyorum. Ve fakat beyaz sakallı 50 yaşlarında gösteren adam ile Siyah saçlı 40 yaşlarında gösteren adam hala konuşuyorlar vapurlar hakkında.

Kafamı kaldırdım, bir kendime bir onlara baktım, hangimiz daha salağız karar veremedim önce. Sonra kendime biraz da torpil yaparak onların daha salak olduklarına karar verdim. Çünkü benim en azından mazeretlerim vardı. Telefonda müzik dinlememi sağlayan hafıza kartı bozulmuş, üstüne kulaklığın kablosunu soktuğum yer paslanmıştı. Benimse yeni bir telefon almaya enerjim de param da yoktu. Mazeretim vardı yani. Tamam kitap okuyabilirdim, ki daha önce yapıyordum, o gerzek oyunu oynamaktan daha iyi başka şeyler de yapabilirdim ama yine de yaptığım işin hiçbir bilgi sahibi olmadığım vapurlar hakkında saçma sapan bir muhabbetin içerisinde hem de yaklaşık on dakika boyunca bulunmaktan daha akıllıca olduğunu kabullendim. İnsanların hiçbir bilgi sahibi olmadıkları vinç, buldozer, gemi, uçak, helikopter gibi araçlar hakkında ya da bu yıl da yağışlar az oldu, turistler az geldi, mahsul iyi bu sene gibi hiçbir istatistiki saçmalığa dayanmayan sallama muhabbettleri neden kurdukları üzerine düşünmekten ise üzerime gelen güneş ışınları yüzünden vazgeçtim.

Herşey ancak bu kadar salak, bu kadar gereksiz, bu kadar anlamsız olabilir diye düşünürken, tüm bunları anlattığım bir blog yazısının daha salak, daha gereksiz ve daha anlamsız olabileceğini keşfettim. Ben de Texaslıların saygısını kazanmak için aptalca şeyler yapan Johny Crash gibi sizlerin saygısını kazanmak için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Belki de ben Johny’i gerizekalı bulup salak bu Johny diye içimden geçirirken, o da içinden benim hakkımda ne düşünüyorsan iki katı senin olsun diye bana dua ediyordu. Bilemiyorum, hiç bilemiyorum.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

100. Yazı: Badakizm

Aslında hiç sevmem ama bu benim 100. yazım. Aslında 100. yazım değil. 103. yazım ama 3 yazıyı sildiğimden. 100. yazım oluyor. 100. yazı şahane bir konuya denk geldi. Sağolsun Medea Cezire bana sen badaksın galiba diyince, ben de daha önce hiç duymadığım bir izm ile tanıştım. Badakizm.

Otisabi diye bir ekşi sözlük yazarının 1999’da ortaya koyduğu bir kavram olan badak yine Otisabi’nin deyimiyle “karşı cins ile ilişkilerinde tutuk, çekingen, pasif ve ezik tavırlar sergileyen insan tipi, ve yavrusu” anlamına geliyor. Fakat Otisabi’nin 2001 yılında Boxer dergisinde de yayınlanan yazısıyla tutuk, çekingen, pasif ve ezik gibi sıfatların tamamen baskın erkek tipinin bakış açısından dile getirildiği anlaşılıyor:

Bir badak aslında kadın psikolojisini erkek bedeninde yaşar. Badak seçilmek ister, hatta seçtiginin seçmesini bekler. Haybeden her önüne gelene yazpp, denk getirmektense, denk gelmeyi bekler. Badak adam çizgisini kalıbını belli eder, reaksiyon gosteren hatuna meyleder, reaksiyon gostermeyene bişi etmez.

Badak, farkettirmekten çok farkedilmenin derdine düşmüs insandır. Bir ya da birden çok karşı cins belirleyip onlara sov yapmaktansa, ortaya sov yapar, ya da ortada kendini gosterir, alana minnet eder, almayana tamah etmez.

Misal belledigi bir kızın karşısına geçip, Temel fıkrası anlatan, reaksiyona göre Temel fıkralarını Namık Kemal fıkralarına değiştirip cinsellik aşılayan adam badak değildir, badağin gözunde de pis abazandir.

Badak topluma mal olmuş Temel fıkralarına tamah etmektense kendisine ait iyi kötu esprileri kullanır, gülen, ilgi gosterene meyleder. Amma güldü, ilgi gosterdi diye kaplana dönüşmez, her türlü ilk adımı karşısından bekler.

Peki neden ilk adımı atmamak? Neden girişimci olmamak? Elbette ki bunun altında refuze edilip kendini dağa tasa vermek korkusu vardır. Elbette ki refuze olmayi gözde büyütmektir işin aslı, amma badak kendine guveni yoksa bile kendine saygısı maksimumda insandir. Böyle şeyleri riske edemez.

Ayrıca yöntemi zaten, ilk adım hiyerarşisini karşısına teslim etmektedir. Yani teklifler vesaireler badağı yorar, heyecanlandırır, bayar. Bu sebeptendir ki badak eğer uzaktan tanımadigi birinden hoşlanırsa acı çekmeye mahkumdur.

Badak barda hic tanımadığı kişiyle ortak nokta arayan womanizer degil, ortak nokta da kendisini woman bulmasını bekleyen pasifisttir. Kendi ortak noktasında durur bekler. Zaten ortak noktası olmadan uzaktan sevdiği kadın, ilişki olmasi durumunda bile onu bıktıracak, "bu muymuş?" dedirtecektir. Badak böyle ilişkilerin yorgunu insandır aynı zamanda.

Sonradan badak olanlar bundan badaklaşmaktadır. Bardan kaşına gözüne tav olup girdiği muhabbetin sığlığından, tabi olduğu davranışların ilkelliğinden, veyahut taban tabana zıtlığından çekmis adamdır.

Bu sebepten dünyanın tüm badakları!

Kendinizden nefret etmeyin. Tanışamadığınız, obsesyon yarattığınız kızların hülyasıyla deli divane olmayin. Siz kendiniz gibi olun ve kendiniz gibi olduğunuzda karşınıza çıkanların değerini bilin.

Yolda gordüğü kızlara merhaba diyen erkek ilişki yamyamıdır, prensip katilidir, barda, clubda yanına gelen kızla muhabbete girememek utanılacak bir şey değil övünülecek bir şeydir.

Tanışma cümlesi kurulmak zorunda değildir. Sözler değil, düşünceler, fiiller insanları bir araya getirir.


1999-2001 yılları arasındaki bu tavır değişikliği sonucunda badaklar artık kendilerini tutuk, çekingen, pasif ya da ezik olarak tanımlamayıp, bunun doğru ve asil bir davranış olduğunu savunmaya başlamış, hatta kutsamışlardır.

Ben badağım, ve bununla övünüyorum. Ben badak diye kimsenin hor görülmesine, dışlanmasına; aktif zampara hovarda çapkın diye kimsenin yuceltilmesine inanmıyorum.
Ben badağım, ve diskodan, bardan, internetten karı/erkek kaldırmak düşüncesinden tiksiniyorum. Diskoda, barda, ya da internette uyumlu olduğun kişilerle karşılaşmak ayrıdır, alabildiğine açgözlülükle her yere saldırmak ayrıdır diye düşünüyorum. Diskoda yanımda danseden kız, yanıma daha çok yaklaşırsa itmem, uzaklaşırsa ardı sıra seğirtmem. Bütün gece dans etse de, bana yazıyor muhabbet koyayım ismimi soyleyeyim demem. Bir elektrik olursa zaten karşı karşıya dans kacinilmazdir. Duvar örseler engellenmezdir.

Ben badağım. Alkolle, şiirle, filmle, muzikle gaza gelip aşık olmayı, hoşlanmayi, tanımadığım etmediğim insanlara kaşı gözü yüzünden muhabbet koymayı reddediyorum. Ortak nokta aramak için laf cambazlığını, nabız yoklamayı, yeri geldiğinde iki yüzlülüğü, samimiyetsizliği, duygu ve fikir kaypaklığını, saçmalıkları görmezden gelmeyi reddediyorum.

Kötu sonlanmış (kaçı iyi sonlanmıştır ki?) bir iliskinin sonunda kızdığımız, nefret ettiğimiz kişi sevgili bildiğimiz kişi midir? Bu kadar nefret, obsesyon, "ben onu çok sevmiştim"lerin, pişmanlıkların ardında kazık yememiz, aldatılmamız mı, kendimizi aldatıp, aldatılmaya meyilli bir hale gelmemiz mi yatar? Kaçıimız ilişkinin sonunda karşı tarafdan yediği kazıkların, götlüklerin kendi insiyatifinde olduğunu kabul edebilir ki? Kaçımız ilişki sonrası eski sevgiliden nefret ederken kendimize edeceğimiz nefreti sakladığımızın farkındayız? Beni aldattın diyen kişinin kini aldatana mı aldatılmıs olmaya mıdır? Cumburlop ilişkilere dalıp, "yok yok o öyle şey yapmaz"larla kendimizi kandırdığımız, hissetmediklerimizi söyleyip, hissedilmeyenleri duymamız, yoktan var edilen canavarların şerrine tabi olmamız hep bu aktifliğin, ilişki içinde olmalıyım, sevgilimleşmeliyimin uzantısı değil midir?

İşte bunları düşünen bilinçli badakların ideolojisidir badakizm.

Sıcak bir kucak, bir güler yüz görmek adına yapılan cambazlık, verilen ödün, "aşka inanmak" diyerek ozetlediğimiz tevekkül, badakların içinde bulunduğu sanılan tevekkülden daha kadercidir. Elbet bir gün doğru kızı bulacağım, doğru noktada kendimle zıtlaşmadan yaşamayı bileyim demenin kaderciliği mi, "elbet aşka inanarak onu yola getireceğim, sevmiyorsa bile sevdireceğim, kaybedersem aşk icin kaybederim" demenin kaderciliği arasında mantık olarak dağlar kadar fark vardır. Aşka inanmak, güzel olabileceği ihtimaline dayandırılan bir sevgi romantik, ve şairane görünüyorsa da acılar dunyasına bir yolculuktur, çok az kişi o yolculuktan mutlu yarınlara ulaşabilmiştir. Oysa ki badak kendi noktasında dururken, hareketsiz değildir, ortak noktalar elbet bir gün birbirini bulacak netice bir kez bile olsa mükemmel olacak ikincil düşünceler, art niyetler, maymun iştahları, yalanlar, palavralar işin içine girmeyecek ebedi aşk yakalanacaktır.

Kaşa göze vurulup, bir telefonla başlayan ilişkiler, ya da iki taraftan bir diğerinin diğerine meyledip layığıyla karşılık bulamadığı halde laf cambazlığı, gizli tehdit vesaireyle oluşturduğu sevgilimleşmeler, ödünler uzerinde yaşar. Kişi ya da kişiler, karşılarındakini idare etmek, ilişkiyi idare etmek, yapıcı olmak adına olmayacak musamahalar, ödünler verirler. Oysa ki Cenab Şahabettin diyor ki "musamaha kapısı aralanmaya gelmez, ardına dek açılır". O ardına kadar açılan kapıdan çıkıp giden aşk ve sevgili sanılanın ardından ağlamak, bağırmak, çağırmak küfretmek, tehdit etmek kendimize olan saygımızı kaybettiğimizin en açık belirtisidir. Tehditler, küfürler, asabiyetler, depresyonlar sadece bu kendi düşmemize ağlamamızdır. Dirseğimizi çarptığımız koltuğun kenarına küfretmek ne kadar mantiklı ise o kadar mantıklıdır. O orada durmaktadir, ve biz ona gelip çarpmışızdır amma "hay siktiğim koltuğu" demekte sakınca görmeyiz. Oysa ki bize uyuyor mu, ergonomimizle özdeş mi değil mi diye düşünmeden her koltuğa oturan adamın başına gelecek iştir bu. Suçlu, kabahatli bellidir.
İlişkiye girmek icin, hoşlandığımız kişinin bizden hoşlanması için verdiğimiz ödünler bize misliyle geri dönecektir, bilinçli badak bunu farkedip bu hataya düşmeyen badaktır. Söylenen söz, yapılan hareket unutulmaz, karşımızdaki unutsa biz unutmayız. Bunun acısı, ezikliğiyle yaşayıp, güzel gitme ihtimali olan bir ilişkiyi de mahvedebiliriz. Badaklık samimiyettir, dürüstlüktür, ham hayale prim vermemektir.

Doğuştan bir badak olarak tüm bunların bilincindeydim tabii ki, fakat buna badaklık dendiğini bilmiyordum. Bu eşsiz sosyolojik manifesto için Otisabi’ye tabii ki teşekkürü bir borç bilirim. Ancak özellikle aktivist olmamanın temel sebebinin reddedilmekten doğan korku olduğu fikrine katılmıyorum.

Tabii ki reddedilme korkusu da vardır derinlerde ama asıl sebep yazının daha sonraki bölümlerinde detaylı bir biçimde anlatıldığı gibi yanılmaktan hazzetmemek ve kendine saygıyı yitirmemektir diye düşünüyorum.

Yanılmaktan hazzetmeyen insanların temelde deterministik bir dünya fikirleri vardır. Yani onlar ne ekersen onu biçersine inanırlar. Buğday ekip arpa alan deterministik bir çiftçi ya “demek ki arpa ekmişim” der, ya da “biçtiğim buğdaydır” der. Ama lan nasıl oluyor bu demez. Modernizmin dünyasıdır bu. Planlamaya çok inanırlar.

Bendeki durum ise farklıdır. Ben dünyanın deterministik değil kaotik olduğuna inanırım. Öte yandan duygusal düzlemde yaşadığım herşeyin sorumlusu benimdir. İyinin de kötünün de. Duygusal düzlemde hayatım benim ellerimdedir. Gitmek istersem giderim, gidemiyorsam yeterince istemiyorum demektir. Burada bir parantez açarak duygusal düzlem dediğim şeyi de açmak isterim. Kastettiğim şey iç dünyamdır. Bu kendi kendine yaşadığım paylaşılamaz bir düzlemdir. Dış etkilerin tümünü bir şekilde içselleştirdiğin durumdur. Yani mesela bir kıza aşık oldum, bu durumda hayatımın benim ellerimde olması onun da bana aşık olacağı anlamına gelmez ve mesela kız beni beğenmediyse, yapabileceğim neyi eksik yapmışım ben onu sorgularım, kızın beni neden beğenmediğini değil. Reddedilmekten korku çok derinlerde olabilir ama yukarılarda pek yoktur.

Ayrıca ben sadece kadınlarla ilişkilerimde değil tüm insanlarla ilişkilerimde pasifist tutum sergilerim. Benim yaşamımın asıl amacı kendi kendime yeterliliktir. Kimseye bağımlı olmamaktır. İstediğim hayatı yaşarım, yanımda olanlarla iyi geçinirim, uzağımda olanlarla temas etmem. Yanımda kimse yoksa yalnız yaşarım. Hoşlandığım birşey olmaz bu, ama gerekirse yaparım. Saçma sapan bir sosyalliktense, ilkeli bir asosyalliği her zaman tercih ederim. Kendi kendime yeterliliğimi tehdit eden herşeyden nefret eder, hatta korkarım. Karşılığında kendi kendime yeterliliğimi satın alabileceksem ve başka bir alternatif yoksa lağımda bok temizlemeye bile razı olabilirim. Kimse beni terketti diye yıkılmam, sadece bundan üzüntü duyarım.

Bağımsızlığa olan düşkünlüğüm nedeniyle başkalarının bağımsızlığını da tehdit etmekten kaçınırım. Pasiflik sanılan budur, belki de pasiflik budur bilemiyorum. Israr edilmesinden de, ısrarcı olmaktan da nefret ederim.

İnsan ilişkilerinde en doğru yaklaşımın bu olduğunu düşünüyorum. Bu yaklaşıma yapılan en mantıklı eleştiri, ya karşındaki de senin gibi olursa eleştirisidir ki, bu eleştiriye de cevabım demek ki ortada paylaşacak yeterince güçlü bir duygu yokmuş olur. Zira, bu pasifist bünye sevdiği iki yazarla görüşmeyi başarmıştır. Demek ki, gerçekten güçlü bir duygu olduğunda o kadar da pasifist olmuyormuşum.

Son olarak bir badağın sevgilisine yazdığı mektuptan bir alıntı yaparak konuyu kapatmak isterim.

... Sen seven birinin kendini tutabileceğine inanmıyorsun. İnanma.

Ben seni incecik seviyordum oysaki, ağırlık yapmadan. Yoğun ama tahakkümsüz. İstemediğin ya da istediğinden emin olmadığın şeylere zorlamadan. Tüm bedenini saran incecik tülden bir giysi gibi. Seni soğuktan koruyamadan ama hayatına da perde olmadan. Yakından ve sıkmadan. Oysa sen kalın, kürklü, ağır bir palto istiyordun belki. Belki çok hafif geldim sana hissetmedin.

Seni sen olduğun için sevdim ben. Dönüştürmeye çalışmadım. Sanırım senin değişmek istediğin bir döneme denk geldim ve sen seni dönüştürecek birini istiyordun. Ben senin değerini yücelttikçe, dönüşme isteğin buna karşı çıktı. Benim hafifliğim sana boşluk gibi geldi. Tutkusuz geldi, pasif geldi. Bir varmış bir yokmuş gibi geldi. Aslında ben hep ordaydım ama sen sadece terlediğinde tülden giyisiyi fark edebildin.

Saflığım sana yetmedi. İnsan her zaman su içmek istemez. Bazen daha alkollü, tatlı, meyveli, asitli şeyler ister. Ben su istemediğin bir dönemde su vermeye kalktım sana. Çünkü su gibi aziz olmayı doğru bildim. İçime yabancı madde sokmadım.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir Erkek Yazısı: Yalansız Dönmüyor Dünya

Bugün size tam bir erkek yazısı yazmaya karar verdim sevgili okur. Erkek yazısı nasıl olur diyorsanız, erkeklerin kadınlara kolay kolay söylemediği, söylediğinde başının ağrıyacağı fikirlerini anlattığı yazıya diyorum.

Çocukken mahallede aşırı sevilirdim.Oturduğumuz apartmanın adı bile benden dolayı benim adımdı. Selim Apartmanı. Apartmandaki her daire beni çok severdi. Boyumdan büyük laflar edermişim ben onlar da beklemediklerinden hoşlarına gidermiş. Erkekler kadar hatta onlardan daha fazla apartmanın kadınları da severdi beni. Hele benden 10 yaş civarı büyük bir abla beni hep zeytin gözlüm diye severdi. Ben de tüm bu gazı alarak ergenlik dönemimde kendimi acayip yakışıklı birşey sanırdım. Kimseleri beğenmedim ortaokul lisede. Ehh işte diye düşündüklerim de basket takımının kaptanlarıyla falan çıkıyorlardı. Dolayısıyla hatun kısmına fazla bulaşmadan, kesinlikle aşık filan da olmadan liseyi bitirdim ben. Tabii bu arada hiç babamın arabasını çalmadım, hiç sigara ya da içki içmedim, okulda falan hiç başımı belaya sokmadım, bütün annelerin seveceği bir çocuktum. Herşeyim kararındaydı, spor yapardım ama profesyonel olacak kadar değil. Ders çalışırdım ama inek olacak kadar değil. Org çalardım ama barlara pavyonlara çıkmaya heves edecek kadar değil. Kafam da çalışırdı ama seçilip derecelere girecek kadar değil. Bildiğin normal bir çocuktum. Gençli dizilerinde idealize edilmiş salak tipler gibi birşey. Misal bir keresinde ondört yaşında filanım, okuldan kaçıp porno film seyretmeye gitmiştik, okuldan kaçtığımız falan anlaşılmış, eve geldiğimde annem sordu nerdesin diye, seks filmi izlemeye sinemaya gittik anne dedim. Annem de az deli değil, iyi oğlum gözün gönlün açılmıştır dedi. Bir ara okuldan kaçanlar mazeret kağıdı getirecek diye bir kural koydu bizim lisenin yönetimi, ben gittim bir tomar boş mazeret kağıdını anneme imzalattım. Kaçtıkça birşeyler uydurup veriyordum kağıdı müdür yardımcısına. Kısıtlama yok, başını belaya sokmak yok, yalan söylemek yok, dolaplar çevirmek yok. Saçma sapan şeylere heveslenmek yok, aşırı para harcamak yok. Güzel güzel üniversitemi de kazandım. Tam ideal evlat. Çikolata bebesi.

Üniversiteye gittim büyük şehire. İdeal evlat oldu ot. Millet bira içer, ben takılmam. Millet kahvelerde king oynar ben anlamam, kimisi daha birinci sınıftan kariyer derdine düşmüş inekler gibi ders çalışır ben lise zanneder ciddiye almam. Komunistlik oynanır, ben yokum; milliyetçilik oynanır, ben yokum; islamcılık oynanır, ben yokum. Orta yaşlı kadınların tamamen “out” olduğu bir dünyada ben de tüm cazibemi yitirdim. Sıkıcı, kıl bir tipim. Yalnış ata oynamışım hahaha. Neyse işte sonra sonra hatunların arasına karıştım biraz. Bu arada da kendimi acayip yakışıklı sanmam falan geçti. Gayet sıradandım işte. O sıralarda arz talep meselesi gereği bana basbayağı çirkin gelen hatunlara da kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Lan tamam çirkin ama çok iyi kalpli, çok entel, çok sevgi dolu falan diye kendi kendime telkinde bulunuyorum. Çok düşünüp az iş yaptığımdan yıllar sürebiliyor bu ikna süreci :) Nihayet çirkin bulduğum hatunlardan birine yazıldım. Benim çirkin bulduğum çıkmak için kendimi ikna etmemin aylar sürdüğü bu hatunda bir özgüven var anlatamam. İstediğim adamı elde ederimler, elimi sallasam 50 tane sevgili bulurumlar uçuşuyor havada. Ben şaşkın şaşkın bakıyorum. Bildiğin basbayağı çirkinsin lan işte, nereye elde ediyorsun istediğin adamı. Sen ancak kendisini seninle olmaya ikna edebilen kişileri elde edebilirsin, o da senden çok kendini ikna eden adamın işi olur. O kadar zorlu bir süreçtir yani ikna süreci.

Sonra ben baktım çirkini güzeli tüm hatunlarda aynı nakarat. Öyle bir özgüven ki, yabancı sınırlaması yüzünden 6 milyon euro eden İsmail Köybaşı gibi kendilerini Afrodit sanıyorlar. Sen ise Herkül olmadığının gayet bilincindesin. Doğru düzgün bir ilişki kurmanın imkanı yok. O zaman ben izlemeye başladım çevremedeki ilişkileri.

Erkek milleti meseleyi çözmüş, bir ben çözememişim meğer. Tüm dertlere deva bir ilaç çıkmış ben onu bilmiyormuşum. Üstelik bu ilaç da bedava, piyasalarda da tonla. Sıkıştın mı atıyorsun bir tane herşey düzeliyor. Hatun soruyor ben mi güzelim Angelina mı? Ben olsam hangi Angelina yaw, bir sürü Angelina var derim, ilaç sayesinde adam gayet kolayca cevaplıyor: “Sen tabii ki”. Kız devam ediyor, senle ayrılsak perişan olur musun? Ben olsam ne perişan olacağım lan allallah derim, adam yine haplanmış: Tabii ki aşkım kahrolurum”. Bu ilacın adı yalan. Adamla hatun yokken konuşuyorsun, abi sana hayranım, ne kadar aşıksın hatuna. Ne aşık olacağım oğlum tarladan mahsul almak için önce çapalarsın, sonra ekersin sonra sürersin sularsın falan, sonunda da alırsın mahsulü. Yani hatunu Angelina’dan daha güzel bulduğun, ayrılsanız kahrolacağın yalan mı abi? Tabii ki yalan oğlum, elimi sallasam onun gibi elli tanesini bulurum. Abi peki haplanmış gibi davranmayı nasıl beceriyorsun hatunun yanında. Ben bu işe yıllarınmı verdim oğlum. Kitabını da yazar mısın abi? Tabii koçum, kralını yazarım.

Siberaelme takıldım bir dönem. Hala da zaman zaman girip hatun profilleri okuyorum. Tabii 3000 hatuna 9000 adamın düştüğü bir ortamda hatun profilleri genelde şöyle oluyor:

“Güzelim, sevecenim, akıllıyım, vücudumda en çok bacaklarım, göğüslerimi ve gözerimi beyenirim. 25 yaşında, 1.75 boyunda 60 kiloyum. Beni Moniva Bellucci’ye benzetirler. Sohbet edeceğim insanın herşeyden önce dürüst olmasını ve adam gibi adam olmasını isterim. Arkadaşlarım bana prenses lakabını taktılar, beyaz atlı prensimi bekliyorum. Ciddi olan yakışıklıları bekliyorum. Profilim okumadan gelenlere cevap vermiorum. Ama şimdiden söyliim. Göz kırpanlara, sadece meraba diyenlere, sex manyaklarına ve herkese aynı mesajı gönderenlere cevap vermiyorum. İngilizce biliorum. En sevdiğim actör Bruse Vils. En son zorunluluk olmadan bu formu okudum :) En iyi yaptığım yemek hünkar beğendi. 10 milyon dolarım olsa napar mıyım, bu siteyi satın alır herkesin gerçek kimliklerini açıklarım. Şaka şaka yapmam öyle bişey iş kurar 10 milyon doları iki senede 100 milyona çıkarırım. Günün her anında kitap okurum. En sevdiim kitap Marlo Morgan’dan Bir Çift Yürek. En sevdiğim yazar Mehmet Coşkundeniz ile Sunay Akın. Orhan Pamuk’un kitaplarını asla okumam.”

Böyle bir hatuna mesaj yazıyorsun, profilini inceledim, (bu çok önemli, okuduğunu belli etmen lazım, okudum da değil inceledim, analiz ettim yani öyle böyle değil) çok farklı göründü (ne kadar da farklı değil mi gerçekten). Bir de Sunay Akın’ı ben de çok severim. Ayrıca ben de hünkar sayılırım yap bakalım bana bir beğendi beğenecek miyim :). Hatun cevaben msn adresini veriyor. Ve saçma sapan yazışmalar başlıyor. Sonunda tanışmaya karar veriyorsunuz. Hatun bir geliyor 1.65 boy 75 kilo. Belli ki toplamı değiştirmeden kendine bir güzellik yapmış. Tüm ilişlinizde güzel olan tek şey de bu olmuş. Yanlış yatırım, vakit kaybı. Kendini ne mühendisler ne doktorlar istemiş de beğenmemiş onu anlatıyor. Kilit soruyu soruyorsun, aşık olduğun ama beraber olamadığın biri oldu mu hiç. Olmadı, ama aşk kısa sürüyor, erkeklere güven olmuyor diyor. Aslında vermek istediği mesaj belli. Benim kıymetimi bil, bana sahip olmak için çok çaba göstermen lazım. Tabii bir daha görüşmüyorsunuz. Bu sefer bir iki sert yapıyor, beni neden aramıyorsun falan diyor. İşim vardı diyorsun, çok çirkinsin diyemezsin ya. Sen kaybedersin diyor engelliyor seni. Kapında yalvaracağını sanıyor bu hareketten sonra. Oysa sen de basitçe onu engelliyorsun, herşey yolunda.

Sonuç olarak yazının ana fikri:

Ey Türk Kadınları,

%5 civarı bir kısmınız hariç hiçbiriniz evrensel ölçülerde güzel değilsiniz. Rus ırkı diye bir ırk var bu dünyada. %30 cıvarı bir kısmınız dışında hiçbiriniz kültürlü, akıllı falan da değilsiniz. Hem güzel hem akıllı olan %1’lik kısmınız dışında hiçbiriniz istediğiniz her erkeği elde edemezsiniz. Neredeyse hepiniz bir hayal dünyasında yaşayan kontrol manyağı insanlarsınız. Senaryosunu sizin yazdığınız bir filmde oynuyor gibisiniz. Film senaryo dışına çıktığında nevrotikleşiyorsunuz. Film de genelde senaryo dışına çıkıyor. O nedenle mutsuzsunuz. Sizi mutsuz eden adamları esasen sizler yaratıyorsunuz. Dürüst adama kesinlikle katlanamıyor, çok sıkıcı buluyorsunuz. Bu da çok normal çünkü gerçek çoğu zaman sıkıcı zaten. Normal olmayan, katlanamadığınız halde dürüst adam talep etmeniz.

ve,

Ey Türk Adamları,

Yalan pratik bir çare olabilir. Yalana sizi kadınlar mecbur bırakıyor da olabilir. Ama yalan uzun süreli mutluluk getirmez. Biz de çok yakışıklı, akıllı, kültürlü insanlar sayılmayız. Kendinizi bir bok sanmaktan vazgeçin. Erkek muhabbetlerinde farklı, hatun muhabbetlerinde farklı konuşmaktan vazgeçin. Abazanlığınızla, kadınları bu hale getiren de sizin bu aşırı talebiniz. Arzın ve talebin bu kadar şişirilmiş olduğu bir piyasada, denge fiyatı bulunmaz.

Çok bilmiş bir edayla yazdığım bu saçma salak yazıyı bir ata sözüyle bitirmek isterim: “At sahibine göre kişner.” Artık hanginiz atsınız hanginiz sahipsiniz onu da sizlere bırakıyorum ey okur.