16 Şubat 2009 Pazartesi

Toygar’ın Düşsel Tobleronu

Evinde bulduğu o kocaman Toblerone çikolatasını düşünüyordu Toygar. Dişlerine yapışan nugat denen o abuk kısmı yüzünden hiç sevmezdi bu çikolataları. Bok var gibi abur cubur niyetine bunu buldu evde işte, aslanlar gibi fıstıklı Alpella Rio varken ne tür bir salak eve bunu alırdı ki! Toygar bunu alanın kendisi olmadığına emindi ve eve giren çıkanlardan hangisinin bunu almış olabileceğini kendi kendine soruşturmaya başladı. Bir kere gösterişi seven biri olmalıydı, çünkü toblerone cetvel ebatlarındaki manyak üçgen prizması kutusuyla ev ahalisine “hey dostlarım ben burdayım” mesajını verme kapasitesi bakımından piyasanın en kendini beğenmiş abur cuburuydu. Ayrıca 80’li yıllarda piyasada olmayan bir ürün olduğundan, Toygar’a o yılların köhneliğinden ziyade 90’ların lüksünü hatırlatıyordu. İnsanlar 90’lı yıllarda Commodore 64’leri çöpe atıp pc aldıkları gibi, Nestle Damak’lardan da vazgeçip Toblerone’lara sarılmışlardı. Dişlerine yapışıp durmasaydı, belki Toygar da Commodore 64’ten kolayca vazgeçip pclerle oynadığı gibi Nestle Damak’tan da vazgeçip Toblerone tüketmeye başlayabilirdi. Ama Toblerone Toygar için sadece aptal bir özentinin çağrışımı olmaktan öteye gidemiyordu. Yurtdışından gelenler de iyi bir bokmuş gibi Toblerone getirirlerdi hediye niyetine Toygar’a.

2000’li yıllarsa, Türkiye’de Ülker fırtınasının hissedildiği yıllardı. Çikolatada Nestle’yi de, pazara sonradan girmiş Milka’yı da perişan etmişti Ülker. Alpella Rio fıstıklı ise Toygar için artık bir zirveydi. Tüm bu düşüncelerine rağmen Toygar on dakikadır kendi kendine bok attığı Toblerone’un üçgen prizmalarından bir tanesini daha ağzına attı. Çaresizlik içindeydi, evde başka abur cubur kalmamıştı. Dışarıya çıkıp Alpella Rio fıstıklı almak ise Toygar için anayasanın ilk dört maddesini değiştirmeye kalkmaktan bile daha kabul edilemezdi.

Tam o sırada bulutların arasından müthiş çalımlarla Messi gibi çıkan güneşin sert şutu perdenin uzanamadığı köşeden içeriye giriyor ve Toblerone kutusunda son buluyordu. Toygar işte tam o sırada Toblerone kutusunun saydam bir cam olduğunu hayal etti. Eğer uyduruk fizik bilgisi kendisini yanıltmıyorsa, o toblerone saydam olsa ışığı kıracak ve oda gökkuşağının renkleriyle dolacaktı.

O an Toygar dışsal olaylara karşı camdan bir prizma gibi reaksiyon gösterdiğini düşündü. Bir dış hadise tüm tekdüzeliği ve sıkıcılığıyla Toygar’ın düşsel tobleronuna çarpıp rengarenk bir hal alıp beyninin bilumum noktalarını uyarıyor ve fakat yine de Toygar’ın bu olaya ilişkin olarak dışa verdiği tepki tıpkı dışsal olayın tekdüzeliğinde ve sıkıcılığında oluyordu.

Mesela Toygar’ın UFO ile ilişkisi buna bir örnektir.

Üçyüzelli YTL gelen doğalgaz faturası Toygar’ın dargelirli bütçesinde bir gedik açınca, Toygar da o gedikten oluşan girdaba kapılmamak için kombiyi derhal kapattı. Bir süre sonra üşüdü, bir kazak giydi, bir süre sonra yine üşüdü, bir kazak daha giydi, bir süre sonra yine üşüdü, battaniyenin altına girdi. Hareket kabiliyeti kalmayınca, futbolcuları düşündü Toygar. Eksi yirmi derecede bile şort ve forma ile üşümüyorlardı ya. “Hep hareket, hep bereket” diye yeni sloganını haykırarak battaniyelerin içinden bir ok gibi fırladı Toygar. Üşümesinin sebebi de sonucu da hareketsizliktiyse eğer o da hareket ederdi yani. Hem böylece yorulunca, üşümesinin sebebi ve sonucu olan hareketsizliğe Toygar kolayca razı olabilirdi.

Teoride zehir gibi, pratikte ise sallanmakta olan bu plan yürümedi. Toygar’ın canı sıkılıyordu, hem de yorgundu. Habitatına yani bilgisayar masasına oturup film filan izlemek istiyordu. Fakat buzul çağında nesli tükenen dinozorlar korkutuyordu onu. Habitat’ın hava sıcaklığını da içerdiğini kabul etmesi uzun sürmedi. Habitatını yeniden sağlaması için hava sıcaklığını da makul hale getirmesi gerekiyordu.

İşyerindekilere acıklı durumunu anlatınca, UFO tavsiye edildi Toygar’a. Çok az elektrik yakıyor ve bayağı iyi ısıtıyor dediler, en fazla elli YTL farkettirdi bizim elektrik faturasını dediler, sabah evde kimse de yok UFO senin için en ideal şey dediler. Toygar birkaç gün düşündü. Fakat yürüdüğü yollar, gezdiği yerler hep UFO taşıyan adamlarla doluydu. Bu kadar insan yanılıyor olamaz diyerek Toygar söz dinledi, gitti aldı bir UFO infrared technology: “Güneş gibi, havayı değil içinizi ısıtır.”

Bu reklamı duyduğuda da bir şey anlamamıştı Toygar, “ne yani havayı güneş ısıtmıyorsa, kim ısıtıyor” sorusunu sormuştu kendi kendine. Kızıl ötesi ışınların teknolojisinden de Toygar anlamasa da olurdu. O an için zaten Toygar’ın daha öncelikli bir sorunu vardı: o salak ayağa bu UFO nasıl monte edilecekti? Toygar parçalara baktı, alete baktı, broşüre baktı, sonuç çıkaramadı. Ufo’nun telleri hassasmış, düşürmemek lazımmış uyarısını falan da düşününce, meseleyi becerikli bir arkadaşına havale etmeyi uygun buldu.

Ertesi gün UFO’nun montajı bu becerikli arkadaş sayesinde tamamlanmıştı. UFO devreye girince, oda cidden iyi ısınmıştı. Toygar bilgisayar masasının hemen yanına konuşlandırdı UFO’yu. Ne de olsa evdeki zamanının önemli bir kısmı orada film, dizi, maç filan izleyerek geçiyordu. Toygar otuz yıldır yaşamadığı sobalı ev gerçeğini de böylece yaşamış oldu. UFO’nun olduğu odayla diğer odalar arasındaki ısı farkı yüzünden banyoya mutfağa daha bir soğuk bakar olmuştu Toygar. Yattığı odaya ise sadece yatarken geliyordu artık ve yorgan ısınana kadar bir on dakika, başı da yorganın altında cenin pozisyonunda kalıyordu. Verdiği sıcak nefesle ısınıyor olmanın verdiği o kendi kendine yeterlilik duygusuyla, o masturbatif tatmin duygusuyla önce kafasını dışarı çıkarıyor, sonra da yavaş yavaş ayaklarını uzatarak yorgan altının hizmet gitmemiş uç bölgelerini ısıtıyordu. Sabah uyandığında, sıcacık yatağını yorganın dışına taşmış kolu vasıtasıyla iyice bir hisseediyor ve bu şahane konumunu bozmamak için ne gerekiyorsa yapacağını düşünüyordu. Fakat her sabah bu hissi yaşadığından bu hissin de çaresini bulmuştu Toygar. Kendisini her sabah uyandıran cep telefonunu odanın mümkün mertebe yatağa en uzak noktasına koyuyor ve kendisini bir seçime zorluyordu. Ya telefonun o rezil sesini dinleyecekti, ya da kalkıp telefonu susturacaktı. Telefona tahammül süresini her geçen gün artırsa da Toygar takriben 15 dakika içerisinde kendisini telefonu sustururken buluyordu. Sonrasında koşa koşa Ufo’nun bulunduğu odaya kendini atıyor, derhal UFO’yu açıyor ve karşısında derisini yakarcasına kemiklerini ısıtıyordu. Sonra bilgisayarın başına oturuyor ve işe gideceği zamana kadar spider solitaire oynuyordu. Her defasında işe zamanında gitmek için gereken saati geçiriyor aceleyle evden çıkarken de spider solitaire oynamaktan duyduğu pişmanlıkla acele acele iskeleye yetişmeye çabalıyordu. Bazen de iskeleye yetişemeyeceğine kanaat getirip bir sonraki vapura binmek üzere Toygar biraz daha oyalanıyor, fakat diğer vapura da son dakikada yetişiyordu.

Akşamları eve geldiğinde ise UFO’nun yanıbaşındaki bilgisayarın başına kuruluyor, ne iyi ettim de aldım şu UFO’yu diye kendisinden gururlanıyordu. Tabii abi, boru mu infrared technology diye düşüncelere dalıyor, güneş gibi abi, havayı değil içimi ısıtıyor diyordu.

Gel zaman git zaman derken Toygar yine bir gece UFO’nun güneş gibiliğini düşünürken, aklına güneş gibi olan başka bir alet daha geldi: Solaryum. O an, işte tam o an gökten karanlık geceyi yararak gelen bembeyaz bir ışık seli Toygar’ın alnındaki düşsel tobleronda rengarenk kırılarak kafasına doluştu: “Hacı şimdi ben bunun altına çırılçıplak yatsam bronzlaşır mıyım?”

Bu nadide fikirdeki renk cümbüşünü izledi Toygar, soyunup altına yatsam mı diye uzun uzun düşündü. Önce soyunmaya üşendi, sonra bronzlaşacaksın da nolacak lan dedi kendi kendine ve en nihayetinde çok yanar da her tarafıma yoğurt sürmek zorunda kalırsam nolacak diye vazgeçti. O güzelim ışık selinin alnındaki toblerondan kırılarak kafasının içine doluşturduğu gök kuşağını ziyan etmenin verdiği acıyı teselli etmek için önündeki deftere şu dizeleri yazdı:

“Infrared technolgy bu, ya yayıyorsa radyasyon,
Korunacak kıyafetim de yok ki, olsa bile imitasyon
Hele bir de çırılçıplak ölürsem, radyoaktiviteden,
UFO’nun kırmızı ışığı da çok pis dekor olur CSI New York’a”

13 Şubat 2009 Cuma

Toygar’ın Berber Sendromu

Yine berbere gitmesi gerekiyordu Toygar’ın ve saçlarının sürekli uzuyor oluşu hayatındaki rutin eziyetlerden, kaçamayacağı dünya gerçeklerinden sadece biriydi. Vücudundaki kıllar neden kıl kıl davranıyorlardı kendisine bir türlü anlayamıyordu Toygar. Sakal desen ayrı, saç desen ayrı, koltuk altı desen ayrı olmak üzere daha bir sürü yerindeki kıllar düzenli olarak ayaklanıyor ve sanki başları göğe erecekmişçesine uzadıkça uzuyorlardı. Kıllarım kadar istikararlı ve azimli olsam benim başım göğe ererdi şerefsizim diye düşündü Toygar o an. Bu kadar makas, jilet veya makine darbesine kendisi maruz kalsa, lanet olsun der faaliyetlerine son verirdi Toygar. Ama insanoğlunun dünyaya hakim olacağım, ölümsüz olacağım, tanrılarla yarışacağım diyen kibirini boşa çıkaracak şeylerin en başında kendi vücuduna hakim olamayışı geliyordu. Evet al işte yine uzamıştı saçları ve buna karşı Toygar’ın yapabileceği tek şey saçlarını kestirmekti.

Boynun üstündeki kıllara saç, kaş, bıyık, sakal gibi ayırt edici isimler takan insanlık, boynun altındakileri kast sistemindeki paryalar gibi isimsiz bırakıyordu. Saçların ağarması mesela insanın olgunlaştığına işaret ederken, kıçının kıllarının ağarması, artık köşene çekilip gençlere yol açmanın zamanının geldiğine delalet ederdi. Niye? Sırf elli cm. aşağıda diye. Sakalının olması bilgeliği çağrıştırırken, omuzunda kılların olması ayılığı çağrıştırırdı. Niye? Sırf on cm. aşağıda diye. Sonuçta kıl bile, ne olduğuna göre değil nerede durduğuna göre değerlendiriliyordu yani.

Kıl öyle birşeydir ki, olması kadar, olmaması da derttir. Sakalın çıkmaz, köse derler; çıkar, hergün traş olmak zorunda kalırsın. Saçın dökülür, kel derler; dökülmez, hergün tararsın, yıkarsın, berbere gitmek zorunda kalırsın. Bacağında kıl çoktur, ayı derler; yoktur, “kız gibi laaan” diyip erkekliğini sorgularlar. Toygar tüm bunları düşünürken birden sinirlenip bağırdı: "Nedir lan bu insanoğlunun kıl üzerinden yürüttüğü siyasetten çektiğimiz! Kılınız dönsün de, görün hanyayı konyayı!"

Fakat tüm bu isyankar düşünceler, çanların Toygar’ın saçları için çaldığı gerçeğini ne yazık ki değiştirmemekteydi. Çünkü Toygar, artık saçlarını jöle ile kafa derisine yapıştırarak bile işyerindeki “smart casual” kılığını sürdüremiyordu. Saçlarında bir iktidar boşluğu hissediliyor, artık tüm kıllar bir amaç doğrultusunda aynı yöne yatmıyorlardı. Bu başı bozukluğa ancak bir berber son verebilirdi.

Çünkü insanoğlu boyun bölgesinin üstündeki kılların en prestijlisi, tüm türdaşlarından üstün bir uberkıl sınıfı olan saçlara kendi imkanlarıyla müdahale edememekte, illa adına berber dedikleri birine gidip türlü türlü müdaheleler için para ödemektedir. Hatta bu berberler de ilginç insanlardır, kimileri kendilerine kuaför denmesinden hoşlanır mesela. Kendisine kuaför denmesini isteyen berbere berber dersen kavga bile çıkabilir, yani o derece. Kimi berberlere ise kuaför de az gelir, onlar kendilerini saç tasarımcısı diye tanıtmaktan mutlu olabilirler ancak.

Toygar’ın berbere gitmekten nefret etmesinin tek sebebi tabii ki sadece rutin aralıklarla berbere gitmek zorunda oluşu değildir. Toygar daha küçücük bir çocukken uzun süre kafasını dik ve sabit tutamamaktan ötürü kafasını mengene gibi elleriyle tutan berber çırağına uyuz olmuş, büyükler gibi o afili berber koltuğu yerine dandik bir tabureye oturtularak gördüğü farklı muameleye de içerlemişti. Büyükler gibi onun da saçları makasla güzel güzel kesilsin istemiş fakat hep o saçlarını çeken aptal makineyle saçlarını kestirmek zorunda kalmıştı. Sonra okula gitmeye başladığında hoca tarafından, yazları babası tarafından zorla berbere gönderilmek Toygar’da bir berber sendromunun oluşmasına sebep olmuştu. Ayrıca saçlarının salak berber çırakları tarafından yıkanmasına, suyun illa ki önce soğuk, sonra kaynar kıvama gelmesine, havluyla saçları kurulanırken kafasının maruz kaldığı şok etkisine tam da yapılan işe uygun bir biçimde kıl oluyordu. Özellike bu saç yıkama ve kurulama işlemi bittiğinde Toygar dayanılmaz bir biçimde salak berber çırağının gözlerinin içine bakarak “you shake my nerves and you rattle my brain, too much hate drives a man insane” diye şarkı söylemek istiyor fakat bulunduğu ortamın yaptığı ince alayı kaldıramayacağını hesaba katarak susuyordu. Toygar gittiği her berberden o kadar nefret ediyordu ki, aynı berbere bir daha gitmiyordu.

Toygar ergenlik döneminde şehrin tüm artist gençlerinin gittikleri ve şehrin en iyi berberi dedikleri, randevu ile gidilen, diğer berberlerden pahalı Zümrüt Kuaför’e bir arkadaşı vasıtasıyla götürüldü. Arkadaşı berberi Toygar’ın berberlerden ne kadar nefret ettiği konusunda önceden uyarmıştı. Berber koltuğuna oturduğunda Toygar, berbere sadece “kısalacak abi” dedi. Berber de zamanın gençlerinin tercihi Amerikan traşının dikkat çekmeyen bir versiyonunu Toygar’ın saçlarına uyguladı. Toygar ilk defa bir berberde çok fazla sıkılmadan saçlarını kestiriyordu. Berber soru sormuyor, konuşmuyor, şikayet etmiyor, düzgün durmazsan ensenin çizgisi bozulur falan gibi saçma sapan laflar etmiyordu. Toygar çevreden gelen güzel tepkileri almasaydı da hep o berbere gidecekti artık. Bir de üstüne “aaa saçların ne güzel olmuş”lar, “vaaay Toygar, sen de fena değilmişsin haaa”lar havada uçuşunca Zümrüt Kuaför Toygar’ın uzunca bir süre kırkbeş günde bir gittiği bir yer oldu.

Bir süre sonra Toygar üniversite okumak üzere büyük şehrin yolunu tuttu. Yeni bir ortama, bir serbestlik deryasına girmişti. Amerikan traşının modası geçmiş, çok daha değişik saç modelleri icat edilmişti. Toygar da daha değişik modeller denemesi konusunda yeni çevresinden bazı tavsiyeler alıyor fakat çok da bunları kafasına takmıyordu. Zümrüt Kuaför ile yaşadığı saadeti üniversite okumaya gittiği büyük şehir bile bozamamıştı. Toygar iki ayda bir memleketine geliyor, her geldiğinde de saç traşını aradan çıkarıyordu. Fakat belli bir noktadan sonra bu tavsiyeler Toygar’ın beyninin arka taraflarında biriktikleri yerden çıktılar ve saçlardan sorumlu beyin hücrelerini devirerek iktidara geçtiler. Toygar bu ihtilali fark etmedi, gerçekten artık değişik bir saç modeli istediğini sandı.

O dönemde moda, saçın neredeyse her tarafının üç numara olup, en ön bölümün uzun bırakılmasıydı. Böylece o ön bölümü jöleleyip alnı gölgeleyecek şekilde çıkma balkon inşa edebiliyorlardı delikanlılar. Saç idaresini ele geçiren ihtilal yönetimi başbeyine bu saçın çok kullanışlı olduğu yönünde brifingler veriyordu. Başbeyin tüm bu brifingleri dinledikten sonra “evet lan harbiden, hem önler dışında saçın her yeri kısa olacağından berbere gitmeden dayanabileceğim süre de kırkbeş günden yetmişbeş güne çıkar” diyerek, fizibilite etüdünü yapıp, darbecilerin önünü açtı.

Artık Toygar’ın berberlerle ilişkilerinde yeni bir dönem başlamıştı. Beş senelik sakin dönem artık yerini cuntanın maceracı glasnost ve perestroyka politikalarına bırakacaktı. Zümrüt Kuaför ise ayrıcalıklı yerini halen koruyordu. Toygar berbere bu yeni dönemi anlatıken yine kısa konuşmayı tercih etti: “Abi bu sefer biraz değişik bir saç istiyorum, böyle her taraf üç numara olsun, sadece önler biraz uzun kalsın”. “Tamam” diyen berber, saçı kesmeyi bitirdiğinde ihtilal yönetimi durumdan memnun değildi. Saçın aynı eskisi gibi kesildiğini iddia ederek, ezberlediği saç kesimini değişitremeyen berberi muhafazakarlıkla, çağı yakalayamamakla ve değişime direnmekle suçladılar. Toygar’ın başbeyni “ne olmuş yaw, adam mis gibi kesmiş işte” diyerek bu çalkantılı dönemi bastırmaya çalıştıysa da, ihtilal yönetiminin “ne yani sen de mi değişime direniyorsun” diklenmesi karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Koltuğunu korumak için Zümrüt Kuaför’ü feda etti.

Bundan sonrası ise ihtilal yönetiminin saç konusunda tüm inisiyatifi ele alarak, politikalarına muhalefet eden herkesi devrim düşmanı ilan ettiği bir istikrarsızlık dönemi oldu. Berberini değiştiren Toygar, yine gittği berberlerden memnun olmuyor, bir gittiği berbere bir daha gitmiyordu. Başbeyin berbere gitmekten çektiği eziyeti ancak berbere daha az giderek azalacağına inandığından, ihtilal yönetiminin son teklifine de evet dedi: “Saçılarmızı uzatalım, hem bu aralar rockçı takılmak iyi bişey.”

Sıcak yaz günlerini hesap etmeyen başbeyinin cezasını Toygar’ın alnı, ağzı ve burnu çekiyordu. Her sabah terli ve uzun saçları yapışarak Toygar’ın alnını tahriş ediyor, ağzına burnuna giren saçları özellikle önünü göremeyen göze ciddi rahatsızlık veriyordu. İhtilal yönetiminin “bağlayalım abi o zaman saçları” teklifi başbeyin tarafından “sürekli saçlarım çekiliyor hissiyle yaşamak istemiyorum” gerekçesiyle reddediliyordu. Saç uzatmanın tek iyi tarafı olan berbere az gitme projesinin maliyetleri getirilerini geçmeye başlamıştı.

Başbeyin vücut genelinde yaptığı bir referandumla vücudun tam desteğini de arkasına alarak ihtilal yönetimini lağvetti, Yerlerine muhafazakar bir yönetim atadı. Toygar saç yönetiminde istikrar arıyordu ve artık okulu bitirip yeniden memleketine dönmüştü. Tüm bunları titizlikle gözden geçiren Toygar’ın ilk adımı araya aracılar koyarak Zümrüt Kuaför ile ilişkilerinin ne düzeyde olduğunu tespit etmek oldu. Gelen bilgiler iç açıcı değildi. Berber Toygar için “hayırsız çıktı” ifadesini kullanmıştı.

Bunun üzerine Toygar bir gün çat kapı Zümrüt Kuaföre gitti. Berber’e;

- Abi sıra çok mu diye sordu.
- Ooo Toygar sen buralara gelir miydin?
- Abi işte okul mokul, şehir dışındaydım, nihayet mezun oldum da gelebildim.
- İyi iyi hoş geldin.
- Sağol abi.
- Valla seni akşam 5 gibi alabilirim.
- Tamam yaz abi akşam 5’te burdayım.
- Yazıyorum bak.
- Yaz abi yaz.
- Tamam akşam 5’te bekliyorum.
- Eyvallah görüşürüz.
- Güle güle.

Toygar akşam 5’te berberde oldu ve berbere yeniden “kısalacak abi” demenin özlediği saadetini yaşadı. Herşey eskisi gibiydi. Fakat bu saadet de ancak iki sene sürecek, Toygar daha uzak ve daha büyük bir şehire bu defa çalışmaya gidecekti.

Toygar yeni ikametgahında “kırkbeş günde bir” olan berbere gitme sıklığını kozmetik sektöründeki gelişmelerin de etkisiyle yavaş yavaş “yetmişbeş günde bir”e çıkardı. İlk gittiği berberden nefret etti. Yetmişbeş gün sonra gittiği diğer berberi de sevmedi. Ancak yedibuçuk ay sonra gittiği üçüncü berber yüzünü güldürdü. Bir süre sonra Toygar şehrin öte yakasına taşındığı halde bu berberi bırakmamış ve onore etmek için berbere “abi senin için taaaa şehrin öte yakasından geliyorum” der olmuştu.

Berberle araları iyiydi ama Toygar bu defa da taaa şehrin öte yakasına sadece saç kestirmek için gidecek oluşundan nefret ediyor ve en son berbere gidişinin üstünden doksan gün geçmiş olmasına rağmen bir türlü eli telefona gidip de “abi bu akşam müsaitsen sana geleceğim” diyemiyordu. Her sabah uyandığında, kıl yumağının içinden suyun da yardımıyla yüzünü bulup ortaya çıkarıyor ve kendine kızıyordu: “Herşeyi erteliyorsun olm sen yaaa, nasıl bir adam oldun sen!”

O sabah da bu dramı yaşayan Toygar’ın eli o gün yine de telefona gitmedi. Ertesi gün sabahsa imdadına Murphy’nin en sevdiği kanunlarından biri yetişti: “Tanrı işlerimizi ertelemememizi isteseydi, sonsuzluğu yaratmazdı.”

12 Şubat 2009 Perşembe

Blog Ödülleri

Yine çakma melek (fakeangel) tarafından mimlenmişim. Hem mimlenmişim, hem de Toygar karakteri ile en iyi kurgu ödülüne layık görülmüşüm. Kendisine teşekkür ediyor ve bu ödülü Toygar adına kabul ediyorum. Benim de yedi bloga ödül vermem gerekiyormuş bu durumda. Makyaj dalında falan ödül vermeyeceğime göre ben de kendi ödül kriterlerimi belirledim ve ödülleri verdim. Artık adım Hıdır elimden gelen budur. Ödül verdiklerimin çoğunun benim blogumu okuduklarını sanmıyorum yani mimin soyu korkarım devam etmeyecek :)

1. En eğlenceli blog ödülü T&T’ye gidiyor. Özellikle Lastiği Gevşek Aşörtmen ile kendimden geçiyorum. Karakter hakkında geniş bir inceleme yazısı yazdğım ve ilgili sitede yayınlandığı için tekrar uzun uzun anlatmak istemiyorum. (http://travisandtylerdurden.blogspot.com)

2. Kendini en çok anlatan blog ödülü Pucca’ya gidiyor. Kendisi hakkında fikir beyan etmeyi tehlikeli ve yersiz buluyorum. Zaten çok popüler kendisi blog aleminde. Sadece merak ve ilgiyle okuduğumu belirtmeliyim. (http://passiflora-rapunzel.blogspot.com)

3. En reaktif blog ödülü Gregor Samsa’ya gidiyor Hep şikayet, hep tepki, hep alay. Alayına isyan, inadına ironi. (http://requemforadream.blogspot.com)

4. En proaktif blog ödülü Kelime’ye gidiyor. Kendisi Sakallı Celal’in eşsiz sözü “Meşrutiyeti denedik, olmadı, cumhuriyeti denedik olmadı, biraz da ciddiyeti denesek” ile sürekli kendini geliştirmeye ve inandığı değerleri ciddiyetle anlatmaya çabalıyor. (http://kendiniver.blogspot.com)

5. En romantik blog ödülü Nick Fallin’e gidiyor. Romantik derken de adam aşktan sevgiden bahsetmiyor yanlış anlaşılmasın. Anlattıklarında duyguları çok öne çıkıyor. (http://nick-fallin.blogspot.com)

6. En konsept blog ödülü Salsa Basket’e gidiyor. Sürekli güncellenen yapısıyla Türkiye Beko Basketbol Ligini takip etmek için internette bulunabilecek en kapsamlı kaynak. Aceto Balsamico hem profesyonel hem de çok popüler olduğu yani ödüllendirilmenin fazla bir anlam ifade etmeyeceği düşüncesiyle bu ödülü alamadı. (www.salsabasket.net)

7. En tutunamayan blog ödülü de Shadowboxer’a gidiyor. Her ne kadar kendisinin düğün pastası kadar sahte olduğunu söylese de, bana feci şekilde gerçek geliyor. (http://sinemgonul.blogspot.com)

10 Şubat 2009 Salı

Oryantalist Bir Hint Filmi: Slumdog Millionaire

Nitelikli bir Batılı’ya Hindistan hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorsanız, büyük ihtimalle sefaletten, nüfus yoğunluğundan, eğitimsizlikten, kast siteminden, din savaşlarından falan bahsedecektir size. Peki muhteşem olduğu, çok cesur olduğu iddia edilen bu film ne anlatıyor? Fonda nitelikli Avrupalının gözünden bir Hindistan üzerine bilgisiyle değil de kaderiyle kim 500 milyar ister yarışmasının Hint versiyonundan en yüksek ödülü kazanan birini. Yani nitelikli batılının bildiği oryantalist gözlükten görünen Hindistan’ı niteliksiz batılıya da öğretmek amacıyla bir film çekmek isteseniz bu filmi çekerdiniz. Yaptığınız iş de “politically correct” olduğu için her tür ödülü alırdı. Filmin Hintli bir yazarın romanına dayanması ise, bir başka klasik. İran için yapılan film de “Kızım Olmadan Asla” idi ve Betty Mahmoodi diye bir İranlı’nın gerçek yaşamından bir kesit olduğu söylenmişti.

Eğer Hindistan’daki sefaletten bahseden bir filmde sömürgecilikten tek kelime söz edilmiyorsa, hatta sömürgeciliği geçtim, bir de üstüne kahramanını kurtaran Kim 500 milyar ister adındaki Amerikan formatlı yarışma oluyorsa, bilgi yarışması kaderle kazanılıyorsa, sorulardan biri cevaplanırken Hint Tanrısı kötüleniyorsa, gerçek Hindistan’ı tanımak isteyip de soyulan Amerikalılar şimdi sen de gerçek Amerika’yı tanıyacaksın diye çocuğa 100 USD veriyorlarsa, Benjamin Franklin’i bilip de Mahatma Gandhi’yi bilmiyorsa filmin Hint kahramanı, düşünmek lazım. Film ne anlatıyor?

Film bir kere 1947’de bağımsızlığını kazanan Hindistan’ın 60 yılda bir yere varamadığını anlatıyor. Milli mücadeleyle falan uğraştınız, alın işte hepiniz açsınız diyor. Hintli birine Mahatma Gandhi için tanımıyorum adını duymuştum dedirtiyor. Bağımsızlığını kazandın ama dön de bir bak ülkene, vatandaşların Gandhi’yi bilmiyor ama Benjamin Franklin’i biliyor diyor. Sen sömürgecilikten kurtuldum zannediyorsun ama aslında sömürgeciliğin yeni versiyonu olan globalizme geçtik biz diyor. Bak senin çocuklarını bok çukurundan benim yarışmam kurtarıyor diyor. Benim param olmasaydı senin çocukların aşklarını da bulamazlardı diyor. Gandhi etkisiz eleman, hiçbirşey beceremedi diyor. Bırakın bu ulusal, milliyetçi, yerli söylemleri falan da global olun. Tek dünya olalım, tek millet olalım, tek dinden olalım diyor.

Sonra da tüm ödülleri topluyor, Oscar’ın da en büyük favorisi. Danny Boyle çok cesur ve muhteşem bir film çekti diyorlar. Hindistan’ı samimi bir şekilde anlatmaya çalışıyormuş. Kesin Hindistan’ı da ikiye böler bu film. Bir kısmı Hindistan’ı Taj Mahal’ı dünyaya tanıttı diye filmin yanında olur, diğer kısımsa Hint Tanrısını kötülediği müslüman azınlığın öldürüldüğünü gösterdiği ve halkı sefil gösterdiği için lanetler.

Yine sahnede bir Karagöz Hacıvat kapışması yaşanır ve yine gösteriyi sunanlar ile gösteriyi izleyenler arasındaki asıl ilişki gözardı edilir.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Bir Deli Saçması: Hakikat Dediğin Kuru Saman, Hemen Yakmalı Onu İnan

Kendimce zihnimde tuğlaları üstüste koyup Keops’un fikir piramidini inşa edip firavunlar gibi içinde yatarım bazen. Köşeli düşünmüşümdür o zaman, içiçe yukarıya doğru gittikçe küçülen mükemmel karelerden kurmuşumdur ahlakımın ebedi istirahatgahını. İstisna kabul etmeyen toleranssız dik açılara sahiptir ilkelerim, küçüldükçe yükselir, yükseldikçe küçülür. Sonunda mükemmeliyetin en yüce ifadesine, en tepedeki noktaya ulaşır.

Bazen de yusyuvarlak plastik kırmızı hullahoplardan kurulur düşüncelerim, küçüldükçe yükselir, yükseldikçe küçülür. Her bir hullahopun çevresinin çapına oranı en hassas pi sayısıdır, ne 0.0000000000…1 fazla, ne 0.0000000000…1 eksik. Delinin kafasına taktığı hunidir, beğenmediysen parti şapkası da olur, küçüldükçe yükselen, yükseldikçe küçülen kırmızı plastik hullahopların oluşturduğu bu bütünlük.

Boş konuşmayı sevmem, boş boş düşünmeye ise bayılırım. Çok yakın çevrem olmadığı sürece az konuşmaya çalışırım. Konuşunca, idealar alemimin mükkemeliyeti, dünyanın kaotik düzeninde eciş bücüş olur. Hullahoplarımı kırar bazen tuhaf sorular, tuğlalarımı yamultur. Bunu olağan karşılarım, konuştuğum için suçlarım kendimi, mükemmeliyetin bozulmasına sebep olduğum için.

Zihnimde her ölüm tam zamanında, her aşk mutlu, her gün güneşli, her yiyecek lezzetlidir. Dünyada ise ölümlerin çoğu erken, aşkların çoğu mutsuz, günlerin çoğu kapalı, yiyeceklerin çoğu lezzetsizdir. Çünkü “zihnimde” ile başlayan cümlelerde hep, her, tüm gibi kelimeleri kullanabiliyorken, “dünyada” ile başlayan cümlelerde, bazı çoğu gibi kelimeler kullanmak zorundasındır. Konu hakikatse, her kuralın bir istisnası, her gerçeğin bir rüyası, her hayatın bir ölümü, her doğrunun bir yalanı vardır.

“Bana hakikati değil muradını söyle” demiş Cemil Meriç, “olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil! Çünkü her yalan bir yaratış.” Ben hayatımda bu hakikat kadar tatsız tuzsuz bir şey görmedim, saman gibi tadı var, dahası saman alevi gibi bir parlar, hemen yok olur. Saklamayalım hakikati, gelmez hiç onun zamanı. Yakalım gitsin, kara dumanlar yükselsin uzaya. Bir süre öksürürüz de sonra gözümüzün gönlümüzün göremeyeceği yerlere gider hakikat. Kurtuluruz.

İşte bu yüzden, günlerin selinde akıp giden ışık sellerinin peşindeki özben. Çünkü günlerin selinde akıp giden ışık sellerinin peşinde bazen öyle çok güzellik oluyor ki, hepsini yaşamaya kalbim dayanmaz da göçer gibi geliyor bana. Sadece güzellik olmuyor tabii, zaman zaman çirkinlik de oluyor, saçmalık da. Ama hakikatin peşinden gidersen, göründüğün gibi olur, ya da olduğun gibi görünürsen sıkıcılıkla karşılaşacağın kesin.

Cennette bir hakikat sorunu olduğunu sanmıyorum. Demek ki cennet muradımızdır. O halde bırak gerçeği yalanı da, bana muradını söyle.

5 Şubat 2009 Perşembe

Berbat Bir Film : The Curious Case of Benjamin Button

Yeni bir film, yine bir film sevgili okur ve ne yazık ki yine berbat bulduğum bir film. Bir kere Benjamin Button’ın hikayesi hiç “merak uyandırıcı bir vaka” değil. Notebook filmine ve çakma Notre Dame’ın kamburu hikayelerine olan düşmanlığımı daha önce de belirtmiştim, bu da öyle uzun soluklu klişe bir aşk hikayesi.

Hepinizi uyarıyorum yaşlı doğup, bebek ölmek, bu filmin ana hikayesi değil, bir meze. Fakat yediğiniz yemek o kadar berbat ki, hiçbir meze kurtarmaz onu. Ne rus salatası niyetine anlatılan “sliding doors” hadisesi, ne acılı ezme niyetine anlatılan saatçinin hikayesi ve ne de patlıcan ezmesi niyetine anlatılan yaşlı doğup, bebek ölme hadisesi. Et kötü pişmişse, inek deli dana hastalığına tutulmuşsa, o yemekten hayır gelmez. Dahası sofraya papazın iyileştime hikayesini bir sürahi su niyetine koymuşsun da sofrada bardak yok. Bir de, tüm bunların üstüne mezelerin çoğu daha önceden duyduğunuz, bildiğiniz klişelerse, hiç olmuyor.

Bu filmin ilk hikayesini duyduğumda aklıma Can Yücel’in “Hayatı Tersten Yaşamak” başlıklı aşağıdaki yazısı gelmişti ve umutlanmıştım keyifli bir film izleyeceğime dair. David Fincher ismi de iyiydi, Seven, Fight Club falan. Bu kadar keyifsiz sıkıcı bir Notr Dame’ın Kamburu hikayesi beklemiyordum yani.

“Hayatı Tersten Yaşamak

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş seklidir…
Şüphesiz ki yaşamı tersten yasamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mi ?
Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde,
Herkes karsınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor
Ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz,
yaşlı, Olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor,
aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaslara kadar herşey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün,
Size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz..
Ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan
Tecrübeli bir insan olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan...
Vücudunuzda bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade...
Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, isi bırak,
Okumaya basla, harçlığın benden olsun..."
Keyfe bakar misiniz ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.
Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken Anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor,
Araba kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar,
"Evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar,
Hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok,
Bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yasıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir olayla hayatiniz bitiyor...”

Şimdi elinizde Can Yücel’in yazısında belirttiği türden duyarlılıkları barındıracak enteresan bir hikaye var ve siz bu güzelim hikayeyi berbat bir rostonun yanına patlıcan ezmesi olarak kullanıyorsunuz. Yapsana bir hünkar beğendi, biz de yiyelim afiyetle. Ama rosto o kadar berbat ki iki saat kırk dakika çiğniyorsunuz çiğniyorsunuz bir türlü sindiremiyor vücudunuz. Bütün o mezeler de ziyan oluyor, en çok patlıcan ezmesine üzüldüm.

Esasen bir filmin senaryosunu şurası şöyle olsaydı diye eleştirmekten hiç hazzetmem, çünkü adam sen de senin dediğin gibi bir film çek o zaman derse hık diye susar kalırsın. Ama film bütünsellikten o kadar uzak, o kadar dağınık ki, kah savaşın kötü bir şey olduğunu, kah hiçbirşey için geç olmadığını, kah aşkın en engel tanımaz duygu olduğunu, kah varlıklı Amerikalının neden Hint felsefesine sığındığını, kah “carpe diem”i, kah ucubelerin de yaşam hakkı olduğunu anlatıp duruyor. Ben hayatımda bu kadar kafası karışık bir film izlemedim. Ve film o kadar uzun ve o kadar rüzgarlı bir sonbahar akşamındaki ağaçtan kopan kurumuş yaprak ki, savrulmasını izlemekten yorgun düşüyorsunuz.

Bu kadar dağınık bir filme de spoiler vermeyeyim kaygısyla bu kadar dağınık bir eleştiri yazısı layıktır.

3 Şubat 2009 Salı

Toygar'ın Temporomandibüler Eklemi

Toygar’ın sağ kulağının bittiği yerden ayak tabanlarına paralel olarak burnunun ortasına, burnunun ortasından doksan derece açıyla çenesinin ortasına, çenesinin ortasından da sağ kulağının bittiği noktaya doğru çene kemiğinin üzerinden bir çakma çeyrek daire oluşturun. Kelimeleri her ne kadar çok sevsem de bazen görselliği aramıyor değilim ama inadım inat :) Bu siteye dünyayı taşıyan Atlas dışında bir resim girmeyecek. Toygar’ın neresini kastettiğimi hala anlamayan varsa, Toygar’ın yüzünün tam ortasını ki, bu nokta çok anormal bir yüz hayal etmediyseniz ve/veya geometriniz feci zayıf değilse burnun ortasına tekabül eder, orijin kabul ederek x ve y eksenleri çizin. Bu eksende 4. bölge olarak tabir edilen x’in pozitif, y’nin negatif değerler aldığı bölgeden bahsediyorum. Ya da daha basit bir ifadeyle anlatmak gerekirse, bilmiyorum gerekir mi, Toygar’ın burnunun sağı, kulağının aşağısı işte. Toygar’ın yüzündeki bu bölgeyi ifade etmek için bundan sonra Toygar’ın yüzünün rahatsız yeri diyecek, bunu da kısaltarak TYRY diyeceğim.

Şimdi TYRY bölgesinin içinde daha spesifik bir bölge tanımlayalım. Bence de yapmayalım, ama bilim bu, boyunlarımız kıldan ince. Bıyık yöresinden Toygar’ın ayak tabanlarına paralel bir doğru daha çizelim. Çizin, çizin, söz burada çizilmişi var demeyeceğim. Şimdi Toygar’ın yüzünün çok anormal olmadığını varsayarsak, TYRY bölgesini yaklaşık olarak iki eşit parçaya ayırdınız. TYRY bölgesinin kulaktan tarafa olan parçasına Yukarı TYRY, çeneden tarafa olan kısmına da Aşağı TYRY diyelim.

Şimdi varsayımlar ve tanımlar faslını hallettiğimize göre artık rahatlıkla ana konumuza dönebiliriz :) TYRY bölgesi yaklaşık bir senedir Toygar’ın yüzünün en rahatsız yeri. Önceleri Toygar’ın dudağının Aşağı TYRY’deki kenarı sürekli olarak kuruyor ve çatlıyor, Toygar ağzını açarken de ağrıyordu. Bir süre sallamadı bunu Toygar, ne de olsa erkekti ve onu öldürmeyen güçlendirirdi. Bu sallamadığı sürenin sonunda Toygar’ın “bıktım lan bu erkeklikten kestirecem valla” hezeyanına çeyrek kala ve ölmediğinden yeterince de güçlenmişken, :) bu dudak çatlamasına bir açılım getirmek istedi Toygar ve maalesef şiire sarıldı:

Dudak Nemlendirici

Aklıma geldiğinde,
Dudağımın kenarındaki
Sensizlikten kurumuş
Çatlamış bir yaraya
Dokunur gibi oluyorum.
Canım yanıyor hemen
Çekiyorum parmağımı
Sonra tekrar dokunuyorum
Acıya alışıyor ruhum.
Ne yazık ki, hayatımın geri kalanı
Dudak nemlendirme kremi

Her ağzımı açtığımda,
Konuşmak ya da birşeyler yemek için
Dudağımın kenarındaki çatlak acıyor.
Hemen aklıma geliyorsun.
Ne yazık ki, hayatımın geri kalanı
Dudak nemlendirme kremi

Soğuk kurutuyor dudaklarımı
Aklıma geliyorsun kış güneşim
Sen olsan kurumazdı belki
Dudaklarımın kenarları bu kadar
Ne yazık ki hayatımın geri kalanı
Dudak nemlendirme kremi


Aşık olduğunu sandığı kadın Toygar’ı bırakıp gittikten sonra bu dudak çatlamalarının başladığına hükmedip, çatlamalara bambaşka anlamlar yükledi Toygar. Bir nevi hüsn-i talil yaptı yani :) Bu noktada okurun aklına şu soru gelebilir: “Toygar’ı öldürmeyip güçlendiren acı, dudağının acısı mıydı, yoksa aşkının acısı mıydı?” Ahh dostlarım bunu kim bilebilir ki, bu iki acı birbirine bağlanmıştı artık. Okurun aklına bir başka soru daha gelebilir tabii: “Toygar dudak nemlendirme kremini nereden biliyor, yoksa Toygar metroseksüel mi?” Hayır dostlarım hayır, Toygar metroseksüel değil. Dudak nemlendiricisini de yaklaşık altı saat süren talihsiz bir yirmi yaş dişi operasyonu geçirirken öğrenmek zorunda kaldı. Yaklaşık altı saat ağzını açık bırakan ve bir dişçi tarafından ağzına türlü türlü metaller sokulan her insanın dudağı da çatlar, temporomandibüler eklemi de ağrır. Dişçinin “ama uyuşturduk Toygar Bey, ağrımaması lazım” isyanı haksız, Toygar’ın içinden verdiği “lan şerefsizin evladı, dudağımla çene kemiğimi de mi uyuşturdun?” cevabı haklıdır. Toygar’ın dıştan verdiği, “dudağım ağrıyor yaa, dişim değil” cevabı ise dişçinin acıyarak Toygar’a dudak nemlendirici kremi vermesini sağlamıştır. Kozmetik sektörüyle arası pek de iyi olmayan Toygar, o kremi sürdükten sonra üretici firmanın tüm gelmiş geçmiş ruhları için iki rekat nafile namaz kılmıştır. Okurun aklına burada şu soru da gelebilir: “Toygar’ın hem temporomandibüler eklemi hem de dudağı ağrıyorsa, Toygar dişçiye neden sadece dudağındaki ağrıdan bahsetmiştir de, temporomandibüler eklemindeki ağrıdan bahsetmemiştir?” Çünkü insanın baş ağrısını geçirmesinin bir yolu da kolunu kesmesidir mesela. İnsan vücudu birden fazla acıya maruz kaldıysa, beyin sadece en şiddetli acıyı hisseder, diğer acıları hissetmez.

Toygar terkedildikten ve dişçiden aldığı dudak nemlendirici kremi bittikten sonra, aşağı TYRY’deki dudak ağrısını krem ile halledemez oldu. Kremi çok aradı ama bulamadı. Muadilleri ise hiçbir zaman dişçinin verdiği krem kadar işe yaramadı. Ayrıca Nivea firmasının ruj şeklindeki dudak nemlendirme kremi koyu kırmızı renkteydi ve Toygar onu kullandığında dudağını boyamış gibi oluyordu. Toygar kremden umduğunu bulamayınca, saksıyı çalıştırdı. Bir gün dişlerini fırçalarken, diş macununun naneli aromasının da dudağının kenarını nemlendirdiğini farketti. Traş olurken traş kreminnden bolca bir kısmını o aşağı TYRY bölgesine sürüp, orayı en son jiletlemek gibi daha nice palyatif tedbirle bu sorunun üstesinden gelemeyeceğini anlayan Toygar kendine yakışanı yaptı. Mentos naneli ile tanışması işte bu ahval ve şerait altında gerçekleşmiştir Toygar’ın.

Hergün işe giderken büfeden aldığı bir paket Mentos naneliyi gün boyunca tüketen Toygar aşağı TYRY’deki dudak acısını yenmişti. Hem sigaradan sonra ağzının kokmasının ve ağzında kalan kötü tadın da çaresini bulmuştu. Toygar kendisiyle gurur duyarak ayda 30 YTL’sini gözünü kırpmadan Mentos naneliye ayırdı.

Gel zaman, git zaman derken, bir gece Toygar yatağında uyumak üzere esnerken, yukarı TYRY’den gelen çat sesi ve şiddetli acıyla yatağından fırladı. Neye uğradığını şaşırmıştı ama acı devam etmediğinden bu olayı yaşanmamış kabul etti Toygar ve uyudu. Sonraki günler yukarı TYRY’den gelmeye devam eden bu çat sesleri ve verdiği şiddetli ağrı sonucu Toygar aşağı TYRY’deki sorunu çözdüğüm gibi yukarı TYRY’deki sorunu çözmeliyim diye düşünüp meseleyi enine boyuna internete yatırdı.

İşte temporamandibüler eklemini o zaman öğrendi Toygar. Meğer makara şeklinde hareket eden, aynı zamanda da kayma hareketi yapan bu eklemin menisküsü de varmış. Temporomandibüler eklem ağrısı, yemek yerken, konuşurken, çene açılıp kapandığında, şakaklarda, çenenin yanlarında ağrı olmasıymış ve genç insanlarda daha sık görülürmüş. Toygar “iyi lan yalnız değilim, bu kadar adamın sorunu varsa, bir çözümü de vardır herhalde” diye okumaya devam ederken dikkatini çeken bir cümle çok kaygı vericiydi: “Temporomandibüler eklem ağrısı sık karşılaşılan bir hastalıktır ve tedavisi oldukça karışıktır.”

Toygar okumaya devam etti ama içinin bir tarafı “depremle yaşamaya alışmalıyız” benzeri bir tedavi duyacağına çok emindi. Tedavideki ana prensipler başlığı altında sıralanan maddelerden bir tanesi özellikle dikkat çekiciydi Toygar için: “Çene ağrısına neden olabilecek mekanik sebepleri saptamak (diş gıcırdatmak, çiğneme kaslarında spazm vb.)” Yoksa, diye haykırdı Toygar, yoksa aşağı TYRY’deki dudak acısını azaltmak için her ay gözümü kırpmadan 30 YTL ödeyerek çiğnediğim Mentos naneliler yüzünden mi yukarı TYRY’de temporomandibüler eklem ağrısı çekiyorum lan ben.

Toygar Mentos naneliyi tüketmeyi derhal bıraktı ve bu iş için ayırdığı 30 YTL ile aloe veralı ruj şeklinde ama boyasız bir dudak nemlendirici kremi aldı. Bir sorunun daha başarıyla üstesinden gelen Toygar arkasına yaslanıp bir sigara yaktı ve kendi kendine tabi canııım insanda akıl olduktan sonra dedi.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Toygar Psikiyatristte

Toygar psikiyatriste gitmeye karar verdi. Ama Toygar’ın birşeye karar vermesi, kararı derhal uygulayacağı anlamına gelmiyordu. Sadece psikiyatriste bir gün gideceği anlamına geliyordu. Bunun ne zaman olacağına dair hiçbir şey söylenemezdi. Önce psikiyatriste gitmeye neden karar verdiğini hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde rasyonalize etmeliydi. Bu süreç genelde iki üç yıl sürdüğünden Toygar nedenleri rasyonel bir biçimde sindire sindire içşelleştireceğine, direkt sindirir, işine yarayan kısımlar kan olur, can olur, işine yaramayan kısımlar ise vücudunun boşaltım sistemine havale edilirdi. İşte bu raddeye gelmiş bir Toygar’a muhalefet etmek çok yersizdi, uğraşıldığına değmezdi. Çünkü Toygar bir şeyi kendi içinde halletmişse, o meseleyi tekrardan tartışmaya açmazdı. Toygar için sindirdiği bir meseleden vazgeçmek ile sağ kolundan vazgeçmek arasında nitelik olarak bir fark yoktu.

Toygar gidip psikiyatriste sadece karar verme ve eyleme geçiş mekanizmasının nasıl işlediğini anlatsa, yeterli malzeme sunmuş olurdu aslında ama Toygar bununla yetinemezdi. Kaldı ki, zaten psikiyatriste gitmeye karar vermesinin nedeni psikiyatriste gitmeye nasıl karar verdiği değildi. Bu kısır döngünün içine girmek Toygar’ın yapmak isteyeceği şeylerden biri değildi.

Toygar hayvanlardan, özellikle de üstüne basıp öldüremeyeceği ve kendisine doğru koşma ihtimali olan hızlı hayvanlardan çok korkuyordu. Önceleri, köpek korkusu sanıyordu Toygar bunu ama sonradan anladı ki, kediden de fareden de, hatta kendi üzerine tırmanacak olsa kertenkeleden bile çok korkuyordu. Neyse ki, kertenkele Toygar’a yaklaşmak yerine uzaklaşmayı tercih ediyordu.

Bu korkuyu “insanlar korkar” diyerek kafasına takmayan Toygar, korkusundan da utanmıyordu. Onun için bu korku çok doğaldı ve bir zararı yoktu. En azından bir psikiyatristle çocukluğuna dönmesine değecek kadar zararı yoktu.

Tüm büyük yangınlar ne yazık ki küçük kıvılcımlardan çıkar. İnsanoğlu ateşi icad ederken de bu böyleydi, içten yanmalı benzinli motorlarda da bu böyle. Toygar içini yakacak büyük yangının kıvılcımını çıkaracak mekanizmayı farkettiğinde kendi kendne bir şarkı mırıldanmaya başlamıştı: “Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş, bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş”

Önce buji ıslansın diye soğuk bir bardak su içti hemen, ıslanmadı. Lan bu buji ateşler tamam da, yakıt olmazsa bir şey yakamaz ki diye gazı bitmiş çakmakları düşündü. İçindeki büyük yangını çıkaracak yakıt ne olabilirdi ki. “Metan gazı mı lan yoksa, yoksa ayva çiçek açmış yaz mı gelecek Toygar kuru fasulyeden vaz mı geçecek, aman allahım” diyerek isyan etti Toygar, kaderine ve tekrar kıvılcımı tetikleyecek mekanizmaya odaklandı: “Focus olm Toygar, focus”

On dakika kadar mekanizmaya focus olan Toygar, mekanizmayı da halledemiyordu. Son çare “okus pokus”u da bir süre denedikten sonra pes etti. Toygar’ın hoşlandığı bütün kadınlar kedi, bilemedin köpek besliyorlardı evde. Kafasında Orhan Gencebay’ın “Bana kaderimin bir oyunu mu bu” sesi çınlarken, zulme dayanamıyordu artık Toygar, psikiyatriste gitmeye işte o an karar verdi.

O andan itibaren cevaplanması gereken iki soru kalmıştı Toygar’ın aklında: Kim ve ne.

Kim sorusunun cevaplanması için kitle iletişim araçlarına başvurdu Toygar. Uzun süre kadın programlarına çıkan psikiyatristleri mercek altına aldı.

- Arif Verimli?
- Olmaz yaw, adam Bakırköy başhekimi.
- Kerem Doksat?
- Çok şişko, olmaz.
- Özcan Köknel?
- Abi deli misin, adam kemer yerine askı takıyor.
- Yankı Yazgan?
- I ıh, çok pozitif, hiç inandırıcı değil.
- Jülide Sevim?
- Kadın olmaz, kadın olmaz, nein nicht, hele mini etek giyen kadın hiç olmaz, zaten psikiyatrist de değil lan bu, psikolog.
- Üstün Dökmen?
- Uzaktan tanıdık, hiç olmaz, hem o da psikolog.

Kim sorusunu cevaplayamayan Toygar, "sınava istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz" düstüru gereği ikinci soruya geçti. Ne anlatacaktı ki psikiyatriste? Esasen psikologları kafadan elemesinin sebebi de bu değil miydi? Toygar lafla peynir gemisi yürümez diyen atalarına olan inancı gereği tüm umutlarını draje bir hapa bağlamıştı. “Korkuyorum lan, yok mu bunun ilacı” diye bağıramayacağından Toygar’ın psikiyatriste dokunaklı bir hikaye anlatması gerekiyordu. Ağlak bir suratla “çok korkuyorum doktor, sevgilimi kaybetmekten çok korkuyorum”, dese doktor “hangimiz korkmuyoruz ki” derdi. “Hayvanlardan çok korkuyorum doktor” dese doktor “ulan kazık kadar adam olmuşsun, bunca yıldır gelmiyon doktora bu yaşta mı aklına düştü doktora gelmek” derdi. Hadi adam duyarlı bir adam çıktı, bu sefer de “uzanın Toygar Bey, çocukluğunuza dönelim o halde” diyebilirdi.

Toygar’ın psikiyatrist avı uzun bir süre devam etti. Bu arada internette araştırırken psikiyatristlerin fobileri tedavi için antidepresan verdiklerini farketti. Hemen yanyola saptı Toygar, doktora neden “depresyondayım, unutuldum, aldatıldım, sevgilimden ayrıldım, çok yalnızım” türküsü söylemiyordu ki. Hem böylece, rahat rahat önüne gelen doktora gidebilir, hatta eczaneden bizzat kendisi uygun bir antidepresan alıp kullanabilirdi. Bu dahiyane buluşunu cebine koydu ve düşünmeye başladı Toygar. Ya bu fobilerin hedefi böyle daha bir tam onikiden vuran bir tedavisi vardıysa, ya internet kandırıyorduysa Toygar’ı. Toygar hem korkuyordu, hem de şüpheciydi. Yoksa paranoyak mıydı? Toygar paranoyanın tedavisinde kullanılan antipsikotik ilaçların etkilerini ve yanetkilerini görünce, “yok artık Hanibal Lecter” diyerek, bu fikrinden hemen uzaklaştı.

İki soruluk sınavda iki soruyu da cevaplayamayan Toygar daha geleneksel yöntemlerin peşinden gitmeye karar verdi. Annesi bulsundu canım Toygar’a bir psikiyatrist. Annesini telefonla aradı Toygar,

- Anne bana bir psikiyatrist bulsana.
- Napacaksın olm psikiyatristi?
- Derdim var da onu anlatacağım.
- Olm bana anlatsana.
- Yok artık anne yaaaa, belki derdim sensin.
- Nolur anlatsan olm?
- Anne, bana psikiyatrist buluyor musun bulmuyor musun?
- Tamam olm bulurum.

İki gün sonra annesi psikiyatristten randevu almış, gideceği saati ve adresi Toygar’a bildiriyordu. Toygar randevunun zamanı ile Fenerbahçe’nin maçının çakıştığını telefonu kapattıktan hemen sonra farketti. Toygar’ın psikiyatrist ile randevusu 17.30’da, maç ise 19.00’daydı. Toygar’ın “hayvan korkusu ve hoşlandığı kadınların hepsinin korktuğu hayvanlardan beslemesi” konulu sempozyumu en az üç saat sürerdi. Randevuyu başka bir tarihe almaya tenezzül bile etmedi Toygar. Objektif bir analiz, annesinin sağlı sollu hücumlarına karşı Toygar’ın defansının, Kayserispor’un sağlı sollu hücumlarına karşı Fener’in defansından çok daha zayıf olduğunu göstermekteydi. Çünkü psikiyatrist, annesinin arkadaşı Zuhal’in amcasının oğluydu. Toygar kendini feda edeceğine, Fener’i feda etti.

Toygar psikiyatristin muayenehanesinin bekleme odasında, "Hürriyet okuduk, Milliyet de okuduk, çaresiz kadın dergilerine geldik, Cosmopolitan mı okusam, Marie Claire mi" diye kara kara düşünürken ve saat artık 18.30’a yaklaşıyor olduğu için maçı seyredebilme ümitleri yavaş yavaş tükenirken, Psikiyatrist, buyrun Toygar Bey dedi.

Toygar psikiyatristin odasından içeri girdiğinde, bir mahkeme salonunu ilk gördüğünde yaşadığı hayal kırıklığının aynısını yaşadı. Ne bir “uzanın çocukluğunuza döneceğiz” kanapesi, ne huzur verici bir ışık, ne dinginlik veren bir koku, hiçbiri yoktu odada. Yerlerine silme dosyalar ve kağıtlarla dolu bir çalışma masası üzerinde bilgisayar, arkadaki tavana kadar uzanan kütüphanede bulunan yıpranmış bir sürü kitap ile hasta, yani Toygar otursun diye bir eski koltuk vardı. Psikiyatrist eliyle Toygar’a oturmasını işaret ett, Toygar da oturdu. Psikiyatrist,

- Siz halamın kızının yakın bir arkadaşının oğlusunuz di mi Toygar Bey,
- Zuhal Teyze halanızın kızıysa, evet.
- Bu yaşta anneniz vasıtasıyla psikiyatrist bulmanız biraz garip değil mi Toygar Bey?
- Bilmem garip mi?
- Utero sendromunun değişik bir türünü mü yaşamaktasınız acaba?
- Neyi, neyi?
- Bebeğin anne karnını terkedip, bambaşka bir çevreye girmesinin yarattığı sıkıntılara genel olarak Utero sendromu diyoruz biz.
- Yani 30 yaşında Utero sendromu yaşadığımı mı iddia ediyorsunuz Doktor Bey?
- Yoo ben bir şey iddia etmiyorum, sizin bu konuda ne düşündüğünüzü anlamaya çalışıyorum.
- Başarıya ulaşıyor musunuz peki?
- Henüz hayır. Neyse çok da önemli değil, siz bana asıl sıkıntınızdan bahsedin.
- Hayvanlardan korkuyorum Doktor Bey.
- Ne zamandan beri?
- 20 senedir falan.
- 20 senedir hiç bu konuyla ilgili psikolojik destek aldınız mı?
- Hayır.
- Neden şimdi bu sorun için psikolojik destek almaya karar verdiniz?
- Hoşlandığım kadınların hepsi korktuğum hayvanlardan besliyor. Evlerinde rahat edemiyor, bu nedenle saçmalıyorum.
- Onlar da bir süre sonra sizin saçmalıklarınızdan sıkılıp sizi terkediyorlar.
- Aynen Doktor Bey, aynen.
- Daha geleneksel bir yol izleseniz Toygar Bey.
- Ne gibi?
- Bana ulaşırken kullandığınız yöntem gibi.
- Nasıl yanı?
- Diyorum ki, annenize söyleseniz de o size hayvan beslemeyen ve sizin hoşlanacağınız bir kadın bulsa.
- Ne diyorsunuz siz yaw?
- Görücü usulü diyorum tam size göre.
- Korkularımın üstüne gitmeyeyim mi yani?
- Yok gitmeyin.
- Öyle korkmaya devam edeyim yani.
- 20 senedir ediyorsunuz zaten.
- Zararın neresinden dönsek kar değil mi Doktor Bey?
- Değil.
- Allah allah.
- Size şöyle anlatayım Toygar Bey, sizin kalbinize dikenli bir ok saplanmış, oku çıkarmak için geri çekersek, kanamalarınız daha da artacak.
- Eee napacağız yani?
- Hiçbirşey
- Nasıl yaaa o benim repliğimdi Doktor Bey.
- Pardon?
- Eylemsizlik bazen yapılacak en iyi eylemdir.
- Tam ben söyleyecektim.
- Siz söylemeyin diye ben söyledim, o replik benim.
- Peki canım sizin olsun.
- O zaman ben evime döneyim, maçımı izleyeyim Doktor Bey.
- Tabi, tabi buyrun, ayrıca bana Ramiz diyebilirsiniz.
- İyi akşamlar Ramiz Bey,
- İyi akşamlar.

Toygar Doktor Ramiz’in muayenehanesinden çıkıp maça yetişmek için hızla evine doğru gitti. Yol boyunca doktor karşısında uğradığı hezimetin bir benzeri Fenerbahçe’nin başına gelmemiştir inşallah diye dua eden Toygar eve girdiğinde, maçın 75. dakikası oynanıyordu. Skor ise Doktor Ramiz ile Toygar’ın mücadelesinin skoruna paraleldi. Fenerbahçe 1 Kayserispor 4. Toygar televizyondaki üzgün Fener’li futbolculara bakarak ulan dedi, ben en azıdnan deplasmanda fark yedim, sizin gibi evimde değil.