29 Ocak 2009 Perşembe

Ayar Veremiyorsan, Ayar Et

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün 1998 yılında tiyatrolaştığını, romanı okuduğum 1999 ya da 2000 yılında öğrenmiştim ve içimde dayanılmaz bir oyunu izleme isteği oluşmuştu. Fakat ben yine geç kalmıştım. Oyun o günlerde sergilenmiyordu. Sonra unuttum o an dayanılmaz gelen isteğimi. İki hafta önce tiyatroya gideyim ben ya diye devlet tiyatrosunun sayfasına baktığımda Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün programda olduğunu görünce de hatırlamadım bu isteği. Aaa bunu tiyatrolaştırmışlar mı dedim ve hemen bilet aldım 28 Ocak akşamına. Dün de gittim izledim oyunu. Bugün ekşi sözlükte bakınırken hatırladım bu romanın daha önce de oyunlaştırıldığını bildiğimi ve benim o zaman izleyemediğim için çok üzüldüğümü. O gün bakmasaydım devlet tiyatrosu programına muhtemelen yine kaçırırdım. Bu durumda ortaya acı ihtimaller çıkıyor. Yaşlanıyorum ben gerçekten, hiçbirşeye eskisi gibi heyecanlanmıyor, ilgi duymuyorum. Çok keyifsizim çoook.

Neyse, romanı ilk okuduğum günlerde romanın oyunlaştırıldığını öğrendiğimde nasıl yapmışlardır ki bunu diye düşünmüşlüğüm vardı. Çünkü roman çok ince bir mizah içeriyordu ve esasen bohemdi, karanlıktı. Ahmet Hamdi poker suratıyla renk vermeden alttan alttan giydiriyordu üstün mizahını elbise diye hepimizin üstünde eğreti duran modernizme. Romanın diliyle bunu tiyatroya uyarlarsanız, bohem, ciddi, karamsar bir oyun çıkar diye düşünmüştüm ortaya. Yani böyle şenlikli bir oyun beklemiyordum açıkçası. Ama mevcut oyun abartılı oyunculuklarıyla neredeyse kabareye varan bir kalın mizah içeriyordu. Yer yer olacak o kadar skeçleri izliyormuşum gibi hissediyordum kendimi. Romanda geçen politik hicivlerin vurgusu çok artırılmıştı. Ahmet Hamdi’nin poker suratı gitmiş yerine Levent Kırca’nın bol mimikli yüzü gelmişti. Komik miydi, tabii ki komikti. Eğlendim mi, tabii ki eğlendim. Ama biraz özünü kaybetmiş gibi geldi bana. Ya da ben böyle hayal etmemişim, elalemin hayaline laf sokuyorum, bilemiyorum.

Bir de kitabı okuduktan sonra bir yerlerden Mehmet Kaplan’ın kitap üzerine bir incelemesini okumuştum ki o inceleme romanı hiç anlamadığım hissini uyandırmıştı bende ve o zaman kitabı yeniden okumak için de büyük bir istek dolmuştu içime. Yapmadım, okunacak çok kitap vardı. Bir yerlere yetişmem lazımdı.

Yaklaşık beş senedir paralel okumalar yapmak istiyorum. Howard Roark ile Selim Işık’ı aynı anda nasıl sevdim ben çok merak ediyorum. Günay Rodoplu ile Hayri İrdal’ı aynı anda nasıl sevdim? Holden Caulfield ile John Galt’ı, aynı anda nasıl sevdim? Bu bahsettiğim okumaları da yapmış değilim ancak bir şeyler söyleyebilirim yine de hipotez kabilinden.

Bünye iki tür karaktere bayılıyor bende. Ayar verenler ve ayar edenler.

Otoriteye ayarı verip gönderenler ki bu grupta Howard Roark, Günay Rodoplu, John Galt gibi karakterler var, herşeyin en doğrusunu bilen, acayip bilgili, becerikli süper kahramanlar bunlar. Güçlüler, dirençliler, azimliler ve idealizeler. Akıl desen bunlarda, sezgi desen bunlarda, ahlak desen bunlarda, madde desen bunlarda, mana desen bunlarda. Bunlar bir şekilde okuyan insanlara gaz veriyor, mevki sahibi dümbüklere ayar veriyorlar her seferinde. Sistemin adamlarını bilgileriyle dövüp, zekalarıyla paralıyorlar.

Otoriteyi ayar edenler, ki bu grupta da Selim Işık, Holden Caulifield, aylak adam gibi karakterler var, otoritenin dokunamadığı, sisteme katamadığı anti kahramanlar bunlar. Duyarlılar, zayıflar, ironikler ve başarısızlar. Zekidirler ama zekayı otorite sahibi olmak için kullanmazlar. Muhalftirler ama alternatif üretemezler. Bu tip karakterlerin etinden sütünden faydalanamaz hiçbir otorite sahibi. Bu karakterler romandaki otoriteyi ayar edebildikleri gibi, romanın dışındaki otoriteyi de sadece varlıklarıyla ayar edebilirler. Chance Gardener ve Hayri İrdal mesela romanın içindeki otoriteyle uyum içinde hareket ederler. Ama onların varlıkları üzerinden otoriteyle geçilen dalgalar, dışarıdaki otoriteyi ayar eder.

Aslında çok daha güzel yazılabilirdi bu yazı, ama o zaman çok çalışmak gerekirdi. İşte çok çalışıp bu yazıyı çok daha güzel yazan adam otoriteye ayar verir, benim gibi çok daha güzel yazılabilirdi bu yazı diyip bu haliyle okutan da otoriteyi ayar eder.
Bir gün bir ata olursam sözüm hazır: “Ayar veremiyorsan, ayar et”

27 Ocak 2009 Salı

Bir Deli Saçması : İlişkide Taktiksel Yaklaşımlar

On senedir arkadaş olan iki tane adam eften püften bir sebepten ciddi kavga etse, kolay kolay altı ay kimse birbirinin yüzünü görmek istemez, kimse kimseyi aramaz, aracılar girer araya, barıştırmaya çalışırlar, iki adam da nuh derler peygamber demezler. Altı ay sonra falan da tesadüfen biryerde karşılaşırlar ve çekerler biraları, o kavgadan birgün önce durumları neydiyse oradan devam ederler muhabbete.

On senedir arkadaş olan iki tane kadın eften püften bir nedenle kavga etmezler. Mesela biri diğerinin aldığı ayakkabının aynısını aldığı için ettikleri kavganın sebebi bile eften püften değildir. Kıskançtır, çekemiyordur, hasedinden çatlıyordur. İki kadın ciddi kavga ettiğinde, ertesi gün ikisi birden arayıp özür dilerler. Hemen barışırlar. Birbirlerine hediyeler filan alırlar. Soğuk savaş da hep sürer aralarında.

Bir adam, sevgilisi olan bir kadın ile eften püften bir sebeple kavga ettiğinde, adam olayın soğumasını, kadınsa hemen aranıp, telefonlara çıkmamayı, adamı süründürmeyi ister. Eğer adam hemen aramıyorsa, zaten hiç sevmemiştir kadını kadına göre. Müthiş bir hayal kırıklığına uğrayacaktır kadın. Hemen ararsa adam, kadın da özür dileyecektir, çok katı davrandım filan diyecektir.

Yukarıda anlattıklarım ve aşağıda anlatacaklarım, kitaplarda, filmlerde anlatılan genel kadın ve erkek davranışlarıdır. İstisnaları olabilir.

Kadın davranışlarını iyi etüd etmiş bir adam, kısa vadede kadından istediğini almaya müktedirdir. Kadının birşeyi etüd etmesine çoğunlukla gerek yoktur, kısa vadede kadın adamdan istediğini her türlü alır. Orta ve uzun vadede ise ilişki, tamamen iktidar mücadelesine döner.

Bu defa bir adam sevgilisi olan kadınla eften püften bir sebeple kavga ettiğinde adam kadının hemen aramasını beklediğini bilecek ve ya aramayarak onu hayal kırıklığına uğratacak, ya da hemen arayıp barışacaktır. Kadın da bu defa adam aramazsa hayal kırıklığına uğramayacak, adamın kendisini sevmediğine de hükmetmeyecektir. Adam aramazsa, kadın da aramayacaktır. İkisi de esasen birinden birinin arayacağına emin olduklarından ilk arayan olmamaya çalışacaklardır. Eğer adam ararsa bu defa kadın adamın arama sebebinin kendisi olmadan yapamayacağı oluduğuna inandığı için dizginleri ele alıp adama hükmedecektir.

Bu süreçten sonra bu bilgiler de kümülatif tecrübe kütüphanesine eklenecek, yeni durum için yeni planlar hazırlanacak yeni akıl yürütmeler yapılacaktır.

Bu açıdan bakıldığında huzur arayan adama da, kadına da, eşcinsellik çok mantıklı gözükecektir.

Cevap veriyorum, hayır eşcinsel değilim, ben yalnız adamım hahahahaha.

23 Ocak 2009 Cuma

Apolitik Olmayı Erdem Sayan Bir Adam Hrant Dink’in Anıldığı Etkinliklere Neden Katılır?

Bir hafta önce “Eylemsizlik bazen yapılacak en iyi eylemdir” diyen bu bünye, bir akşamını tamamen bilinçsizce Hrant Dink’i anmaya harcadı. Ben de beklemiyordum açıkçası :)

Benim acayip enternasyonel, çalışkan, politik bir kuzenim var. Kız mütercim tercümanlıkta okurken AEGEE diye bir Avrupa öğrenci kuruluşuna girdi. Mezun olduğunda, Brüksel’e çağırdılar, altı ay sonra mı ne Avrupa genelinde AEGEE başkanı seçildi. Öğrenci haliyle yaklaşık 300,000 USD fon bulup, onu Türk Yunan dostluğu adına sosyal bir projede kullanıp, harcadığı her kuruşun hesabını da Avrupa Parlamentosuna mı bir yere verdi. 2007’de yılın genç Avrupalısı seçildi bir Alman Vakfı tarafından. Doğal olarak da Türkiye’nin dış politikasındaki pek çok olayla ilgileniyor. İşte Türk Yunan dostluğu, Türk Ermeni barışı, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, her konunun içinde. Aslında istemese de içinde kalıyor bu saatten sonra, çünkü atıyorum Dünya Bankası Başkanı Türkiye’ye geliyor, bir yerlerde konuşuyor, bunun konuşmalarını kabinden simultane çeviren de benim politik kuzen oluveriyor. Zırt pırt Avrupa’da bir yerlere gidiyor, arkadaşlarının yarısı gavur, sürekli bir eylem, bir hareket, koşturup duruyor. Boş oturduğunda kendisini işe yaramaz ve tembel hissediyor. Şimdi ailede de bunun yaptıklarını en çok anlayabilecek kişi gerek yaş itibarıyla, gerek sanatsal zevkler itibarıyla maalesef benim ve benim de tavrım belli. Aman karışma, aman bulaşma. Sanırım çevresinde benim gibi biri de olmadığından arada bir benimle konuşmak hoşuna gidiyor. Neyse geçen hafta mı ondan önceki hafta mı aradı bu beni, Şevval Sam konseri varmış 22 Ocak’ta gelir miymişim onu soruyor. Benim gözlerim parladı, Süper Baba’daki Deniz öğretmenin, o mavi gözlü güzel kızın konserine nasıl gitmem. Bir de biliyorum ki, Türk Sanat Müziği albümü falan çıkardı, dinledim, fena da söylemiyor. Benim hayalimdeki sahne şu: masaya oturuyoruz, rakı balık var, mezeler tam, mavi gözlü güzel bir kız güzel güzel Türk Sanat Müziği söylüyor, ben içiyorum, kuzen içiyor, muhabbet ediyoruz falan. Şevval Sam mı, gelirim tabii dedim. Ama dedi, senin için bir sakıncası var mı bilmiyorum ama konser Hrant Dink anısına dedi.

İşte bu ne yazık ki benim kaderimdir. Tüm gençliğim zerre kadar komunist olmadığım halde en komunist ortamlarda komunist müziği dinleyerek geçti. Evet abarttım biliyorum, çünkü benim tüm gençliğim esasen evde geçti, ama dışarı çıktığım dönemlerde de komunist müziği dinlemek için çıkmışımdır yani. Kardeşim seviyorum, adamlar güzel müzik yapıyorlar. Yaşım 18 bilemedin 20, aşırı duygusal şeyler, koyu bir inanç, gereksiz bir iyimserlik, saçma bir umut, güzel müzik, cezbediyor işte. Şarkı aralarında konuşmadıkları zaman çok daha fazla severdim ben onları.

Tutuklamazlar di mi dedim kuzene, yok sana gelene kadar çok tutuklanacak adam vardır dedi. Baştan da tamam demişim, sözümü de yiyemiyorum, mecburen tamam dedim gelirim. Perşembe günü ne yapacağımızı konuşuruz o halde dedi, telefonu kapattı.

Öldürüldüğü güne kadar Hrant Dink’in adını bile duymamış, ne işler yaptığını bilmeyen, öldürüldükten sonra da öldürenler ile öldürülenlerin kamplaştığını görmüş, önüne bu konu geldiğinde sıradan ve vicdanlı bir insanın, tanımadığı bir adamın öldürülmesi karşısında uğruna öldüğü davayı önemsemeksizin öldürülenin tarafında yer alacağını da bilen bir insan olarak Hrant Dink’in tarafında kendimce konumlandım ama mümkünse de hiç konuşmayayım bu konuda istiyorum yani.

Ama işte kamuoyu, trajedi ile, kan ile, acı ile oluşturulabiliyor. Dünyanın bir yerinde imzalanan barış anlaşması her zaman küçük haberdir, atılan bombalarsa büyük. Türk ile Ermeninin, Kürt ile Türkün omuza omuza dayanışma içinde yaşamaları küçük haberdir, birbirlerini öldürmeleri büyük. Sonuçta mutluluklar acılardan daha kolay unutulur. Kin, vefadan daha güçlü bir duygudur. Kısaca bu suikastta amacına ulaşmış bir manipulasyon, bir toplum mühendisliği kokusu alıyorum. Özür dileme kampanyaları filan hep Hrant Dink suikastının ardından çıktı. Yani vicdanen katledilmiş Hrant Dink’in tarafındayım tabii ki, ama ölü bir adamın üzerinden siyaset yapılmasını da hoş karşıladığım söylenemez. Bu arada bütün bunları da Hrant Dink’in peygamber gibi bir adam olduğunu varsayarak söylüyorum, çünkü hali hazırda kendisi hakkında hiçbirşey bilmiyorum.

Kuzen dün öğlen bir mail atmış, Fransız Kültür’de Hrant Dink için anma konuşması yapılacak saat yedide, ben de dinlemek istiyordum aslında, Fransız Kültür’de buluşalım, sıkılırsak başka bir yerlere takılırız diyor. Tamam dedim, bugün de entel, dantel ve de politik oluruz nolacak. Yemek yerken bir damlacık salça damlatırsan da, çamura yuvarlanırsan da gömleği yıkamak gerekir çünkü. Mailde ilgili etkinliğin tanıtım yazısı da vardı ve aşağıdaki gibiydi.

“Ortadoğulu ve Yalnız Bir Entelektüel Olarak Hrant Dink
Agos
Moderatör: Yeliz Kızılarslan
Konuşmacılar:
Etyen Mahçupyan
Pakrat Estukyan

Fransızca simultane çeviri olacaktır.

Tarih: 22 Ocak 2009, Perşembe

Saat: 19.00 - 20.30
Yer: Fransız Kültür Merkezi - istiklal Cad. 4 Taksim İstanbul”

Ben sadece Etyen Mahçupyan’ı gördüm, iyi dedim en azından zekice bir konuşma dinlerim. Gerisini de okumadım. İşten çıktım Fransız Kültür’ün önünde kuzenle buluştuk ve içeri girdik. İşte ne var ne yok falan derken sonradan Fransız konsolosu olduğunu öğrendiğimiz ve sanki gidecekmişim gibi gidip tanışalım ya, vize alırken işimize yarar diye düşünürken kadın, Fransızca bir metin okumaya başladı. Tabii ikimiz de tek kelime anlamadık. Fransızcamıza çok güvendiğimiz için kulaklık almamakla iyi etmişiz dedim kuzene o da konuşmacılar Türkçe konuşacak boşver bunu dedi.

Sonra konuşmalar başladı, ben de dinliyorum neler diyecekler diye. “Ortadoğulu ve Yalnız bir Entelektüel olarak Hrant Dink” başlığını neden seçtiklerine dair ilk hamlelerini yaptılar, Hrant Dink ile Edward Said’i benzeştirip, Edward Said hakkında bilgi vermeye başladılar. Tabii ben Alev Alatlı takibim neticesinde Edward Said hakkında az çok bilgi sahibiydim ve http://www.alevalatli.com/menu.asp?sayfa=detay&makale=221&v=F%C3%84%C2%B0L%C3%84%C2%B0ST%C3%84%C2%B0N&kat=16 adresindeki yazıyı okumuştum.

Sonra düşünmeye başladım, neden Ortadoğu, neden Edward Said diye. Ermeniler asıl güçlerini Avrupa ve Amerika’dan almıyorlar mıydı, Ortadoğu nereden çıkmıştı? Madem Ortadoğuluydu, o zaman bu anma etkinliği niye Fransız Kültür’de yapılıyordu da, Mısır Konsolosluğu’nda yapılmıyordu? Filistin’de yaşananların kamuoyunda yarattığı hassasiyeti kullanmak istediklerini düşündüm. Hrant Dink de olsa Filistin’e yapılanlara tepki duyardı varsayımı üzerinden Filistin Sorunu ile Ermeni Sorununu benzeştiriyorlardı aslında. Zira Edward Said Filistin sorununu, Hrant Dink de Ermeni sorununu temsil eden saygıdeğer kişilikler olarak sunuluyordu kamuoyuna. Filistin’de İsraillilerin yaptığını, Türkler de Ermenilere yaptı diyemeyeceklerinden Edward Said = Hrant Dink, yani Ermeni Sorunu = Filistin Sorunu, yani İsrail = Türkiye, yani Ermeniler = Filistinliler denklemlerini kullanarak bilinçaltlarına sesleniyorlardı. Etyen Mahçupyan, konuşmasında ilginç bir biçimde, Hrant Dink ile Edward Said’in zihniyetlerinin benzediğini, pek çok olaya benzer tepkiler verebileceklerini ama konunun özünde bu iki adamı ayrıştıran özellikler olduğuna vurgu yapıyordu. O zaman niye benzeştirdiniz kardeşim bu iki adamı, kimsenin aklında yoktu bu diye düşünürken Etyen Mahçupyan ile toplantının moderatörünün bir tür iyi polis kötü polis oynadıklarını düşünmeye başladım. Hamasi konuşmaları moderatör yapıyor, Etyen Mahçupyan da bu konuşmaları hamasetten kurtarıp özünü vermeye çalışıyordu. Böylece dinleyenlerin moderatöre yapacakları olası muhalefeti meselenin özünü koruyarak kontrollü bir biçimde kendisi yapıyordu. Etyen Mahçupyan’a muhalefet edecek haliniz kalmıyordu. Zaten moderatör tüm konuşmasını bir kağıttan okudu. O konuşmayı kim yazdı ki acaba, yoksa Etyen Mahçupyan mı; bu anma etkinliğinin konseptini “Ortadoğulu ve yalnız bir entelektüel” diye belirleyen kimdi, Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Etyen Mahçupyan olmasın sakın diye içime şüphe düşünce; konuşmaların samimiyeti kayboldu benim için. Ölünün üzerinden siyaset yapılıyordu. Diğer konuşmacı da zaten iyice çileden çıkardı beni. Adam Ortadoğu’yu anlatırken, insan aklının ürettiği üç büyük din de buradan çıkmıştır dedi.

Şimdi burada düşünmek lazım yine. Hrant Dink neden öldürüldü? Kabaca Ermeni ve Hıristiyan olduğu için. Şimdi sen etnik kimliğin bir önemi yok diyerek solcu, dinleri insan aklı üretmiştir diyerek ateist, Hrant Dink’i Ortadoğu’ya hapsetmek doğru olmaz diyerek evrensel olacaksın, sonra da Hrant Dink Ermeni ve Hıristiyan olduğu için öldürülmüştür, azınlıklara daha çok demokrasi götürmek lazım, etnik ve dinsel farklılıklar zenginliğimizdir diyeceksin. Lan hani bunların bir önemi yoktu, niye sen gündeme getiriyorsun o zaman. İnsan öldürmenin yanlışlığı üzerinden neden anmıyorsun Hrant Dink’i. Sana ne etnik ve dinsel farklılıkların yarattığı zenginlikten, sen ikisine de saygı duymuyorsun ki.

Yine politika iğrenç bir şeydir yargım kuvvetlenmişti çıkarken. Kuzen sordu, çok sıkılmadın di mi diye. Aksine çok zihin açıcıydı benim için dedim. Allah allah dedi, biraz anlattım, hak verdi. Hiçbirşey yapmadan bunu kabul etmeyi kendime yediremiyorum dedi. Kibir en büyük günahtır dedim. Nasıl bu kadar net olabiliyorsun dedi. Bilmem dedim ve Şevval Sam konserine gittik.

Mekanın önünde dışarıda Mor ve Ötesi’nin davulcusu Kerem’i gördüm. Yanındaki organizatör kılıklı ablayla içerinin çok kalabalık olduğunu falan konuşuyorlardı. Harbiden çok kalabalıktı içerisi, koltuksuz yerlerde mekan kapasitesi hesabının çok göreceli yapıldığını hemen anladım.

- Burası 300 kişi alır abi
- Ne 300’ü, 500 rahat alır.
- O zaman 500 tane bilet satalım abi.
- Tabi canım insanda akıl olduktan sonra.

Girdiğimizde Şevval Sam sahnede Hrant Dink’in masumiyetini temsil ettiğini zannettiğim bembeyaz bir kıyafetle Hrant Dink mezarında rahat uyusun diye ona Ermenice bir ninni söylüyordu. Yarım saat mekanda yerleşecek bir yer aradıktan sonra, bir yere yerleşip konseri dinlemeye başladık.

Rum, Ermeni, Laz, Pontus, Gürcü, Azeri, Roman, Suryani, Kürt ve Türk halk ezgilerinden oluşan 25-30 şarkılık güzel bir repertuar vardı. Ses düzeyi hiç rahatsız etmiyordu kulakları, ve şarkıların düzenlemeleri de çok güzeldi. Keşke adam gibi bir yerde oturarak sakin sakin dinleyebilseydik ve bu kadar yorulmasaydık, ama olsun uzun zamandır bu kadar içerikli müzik dinlememiştim.

Çıkarken Allah Şevval kuluna çok cömert davranmış canııııım diyordum. Uzun havaları, türküleri falan bu kadar farklı dillerde söylemek kolayına olacak bir şey değildi. Ya çok çalışmıştı, ya da acayip yetenekliydi. Muhtemelen ikisi birdendi ve üstüne üstlük bir de çok güzeldi kadın ya. Gecenin sonunda kırmızı elbisesiyle yine çok güzel bir abla geçti önümden. Bir baktım Banu Güven. Yoruldum ama yorulduğuma değdi yani.

22 Ocak 2009 Perşembe

Tuhaf Bir Arkadaşlık

Benim manyak bir arkadaşım var, üç senede bir falan görüştüğümüz, kafasına estikçe beni arayan ve hep kaldığımız yerden devam ettiğimiz bir arkadaşlığı sürdürdüğümüz bir arkadaş. En son bundan iki ay önce falan ben uyurken aramıştı. Uyandım ve uyku sersemliğiyle he he dedim uyanayım bakarız sonra da bir daha aramadım. Bir hafta sonra Kadıköy’de dolaşırken aklıma düştü, aradım telefona cevap vermedi, bir daha da aramadı.

1995’te ben yurtta kalırken bu da benim oda arkadaşımdı. Oda 6 kişilikti ve diğer dört kişi fecaat tiplerdi. Onlarla kaynaşmak hatta kaynaşmaya teşebbüs etmek bile tarifi imkansız acılar içine sokuyordu beni. Ben bir süre gurbette akşam çok zor modundaki arabesk tavır hoşuma gittiğinden odadaki herkesle iyi geçinen uyumlu tipi oynadım. Bu yukarıda bahsi geçen lavuk arkadaşımsa bunları hiç sallamadı. Bir tür kendi içlerinde yuva sıcaklığı yaratan diğer dört kişiye hiç karışmadı. Dört kişi çok tertemiz ve düzenliydi, bu dağınık ve pis, dört kişi akşam tavuk gibi erkenden yatardı bu geç, dört kişi erkenden kalkar kahvaltı yaparlar ve bunu çekiştirirlerdi, bu ise o sırada horul horul uyuyor olurdu. Dört kişi ders kaçırmaz, her derse girerler, bu okula bile gitmezdi. Rahatça hazırlık sınıfını atlayacak kadar İngilizce bilmesine rağmen, bir sene daha üniversite sınavlarında şansını denemek için hazırlık okuyordu. Tabii üniversite sınavına çalışmak yalan oldu, bir sene boyunca tembel tembel takıldı. Bir süre sonra odadaki dört kişiyle tüm bağlarımı ben de kopardım, dayanılmazlardı.

Bir sonraki sene o yurttaki başka odalardan birileriyle eve çıktı ben de başka bir yurda geçtim. Ne bende ne onda cep telefonu yoktu. Uzun bir süre görüşmedik. Sonra beni buldu bu ve evine çağırdı. Tamam dedim gittik. Ev bayağı iyi durumdaydı, herşeyleri vardı. Vaaay dedim siz bu kadar zengin miydiniz? Hee ne sandın dedi. Evde oturdum birkaç saat ve sonra gittim.

Altı ay sonra falan bir daha buldu beni yine aynı eve gittik. Evin para edecek neredeyse tüm eşyaları satılmıştı. Naptın lan bu eve, buzdolabı satılır mı manyak dedim, abi kullanmıyorduk dedi. Lan nasıl kullanmıyordunuz dedim, abi içinde bir tane limon vardı satmaya karar verdiğim gün dedi. Benzeri öğrenci evlerini o kadar çok görmüştüm ki, hak verdim ama yine de sen hastasın olm dedim, peki annen baban eve gelse de buzdolabını sattığını görse ne diyecek? Babam annemden boşandı, Kanada’ya gidiyor dedi, dolayısıyla göremez. Annem de zaten gelemez buralara dedi, gelse de ne diyebilir ki. Haklıydı, sustum.

Bir sonraki yıl kitap pazarlamaya çalışıyordu. Potansiyel müşteri olarak beni de aradı, artık eve çıkmıştım ve ev telefonum vardı. Gel anlat dedim ille anlatacaksan ama bizden iş çıkmaz. Biliyorum abi dedi maksat görüşmek. Geldi, iki dakika ne sattığını anlattı, ben bunları alamam dedim ve konu kapandı. Okulun nasıl gittiğini sordum, Metalurji ile mühendislikle aranı düzeltin mi? Yok dedi, atılmak üzereyim. Bundan sonra iki saat boyunca müzikten konuştuk. O ara türkülere sarmıştı o, bense Bülent Ortaçgil’e falan. Türküler dedi çok güzel, ben de dedim ki evet çok güzeller ama beni yansıtmıyorlar, artık şehir müziği dinlemek istiyorum. Bende aradığını bulamamıştı, beni yabancılaşmakla suçladı, gitti.

Bir sonraki sene telefonla aradı. İstanbul’a döndüğünü ve İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümüne girdiğini söyledi. Nasıl olsa onu da bırakırsın sen dedim, yok abi psikolojiden de yandal yapacağım dedi. İnanmadım. Bir sene sonra hala aynı okulda olduğunu ve notlarının acayip yüksek olduğunu söyledi. İnanmadım. Bir sene sonra film tretmanları yazdığını söyledi, gönder de okuyayım dedim, yok sen çalarsın dedi, ama hala okuldaydı ve gelecek sene okulu bitiriyordu. Peki dedim nasıl geçiniyorsun sen? Özel ders veriyorum, anketörlük yapıyorum falan dedi. Bu şekilde geçinilebileceğine pek aklım kesmemişti ama ses etmedim.

Sonraki iki yıl konuşmadık, okulu bitirip evime dönmüştüm ve işsizdim. Aradı. Dedi abi walkmenin var mı? Var dedim, sen bana walkmen gönder ben sana karşılığında kenwood marka 80’lerden kalma müziksetinin radyo ve kaset çalar kısımlarını göndereceğim dedi. Tamam dedim. Eve aletler geldiğinde bir müzik seti sahibi olmuştum. Üç dört ay sonra tekrar aradı. Param yok dedi, annemle bozuştum, Eskişehir’de bir arkadaşımın yanında kalıyorum, size gelsem iki üç ay kalabilir miyim dedi. Anneme sormam lazım ama ayarlarız dedim. Anneme sordum, annem kimdir oğlum bu, neyin nesidir kimin fesidir, anası babası yok mu şeklinde bir tepki gösterdi. Ama ben ağırlığımı koydum ve annem tamam gelsin bakalım görelim bi dedi. Fakat beni bir daha aramadı, eve de gelmedi.

İki yıl falan yine hiç görüşmedik. Bir gün aradı Ankara’da yüksek lisans yapacağım ben dedi. Oğlum bırak bu işleri de çalış, para kazan dedim. Yok ya, burada kardeşim de var zaten, idare ederiz bir şekilde dedi.

Yine bir iki yıl filan görüşmedik. Ben İstanbul’da yaşamaya başlamıştım. O da İstanbul’daydı, annesini görmeye gelmişti. Moda Parkının kayalıklarına oturduk. Şarapçı olmayı hayal ettik. O benim hayat tercihlerimi, ben de onunkileri tasvip etmiyorduk ama anlıyorduk birbirimizi ve bu konularda hiç konuşmuyorduk.

Bir ara taa yurttan benim de tanıdıığım eski ev arkadaşıyla beraber üçümüz galata köprüsünde rakı içtik. Güzeldi. Bir yıl filan sonra facebook’ta bana mesaj gönderdi. Ben hemen kendisini ekledim arkadaşlar listeme ama kabul etmemiş bir mesaj daha göndermiş, benimle arkadaş olmak o kadar kolay değil diye. Dedim öyle oılsun. İki gün sonra bir mesaj daha gönderdi, hala arkadaşım olmak istiyorsan, sana belki bu şansı verebilirim. Ben de kalsın dedim, hala arkadaş listemde değildir kendisi.

Bir ara aradı ben evlendim dedi. Allah allah dedim. Harbi evlendim abi dedi. İyi hayırlı olsun dedim. Akşam bize gel, yemek yer, film seyrederiz dedi. Asosyalliğim tuttu, karısıyla tanışmak istemedim, salladım. Bu hafta yoğunum haftaya görüşelim dedim. Ne o aradı ne ben aradım.

Dün kendisi tekrar aradı. Direkt sorumu mu sorayım yoksa hal hatır muhabbetine mi gireyim dedi. Direkt sorunu sor dedim. Birinde büyük ödülün olduğu 3 top var dedi. Eee dedim. Bunlardan birini seçiyorsun dedi. Eee dedim. Sonra adamın biri seçmediğin iki toptan birini boş diye açıp yarışma dışı bırakıyor dedi. Eee dedim. O anda seçtiğin topta ısrar etmek mi mantıklıdır, yoksa diğer topu seçmek mi dedi. Kumarda mantık sökmez ama ben olsam seçtiğimde ısrar ederdim dedim. Kaybettin dedi, o anda büyük ödülün ilk seçtiğin topta olma olasılığı %33, diğer topta olma olasılığı %66, o yüzden diğer topu seçmek mantıklıdır. Hadi len dedim. İlk düşündüğümde bana da mantıksız gelmişti ama sonra düşününce doğrusunun bu olduğunu anladım dedi, ayrıca bir profesör bunun böyle olduğunu ispatlamış. Dedim ki, eğer ilk seçtiğim topta büyük ödül varsa, hangi topu dışarı attığı önemli değildir, bunu birinci olay olarak adlandırırsak, iki kere de büyük ödülü bulamadığım durum olacaktır ki, o zaman büyük ödül kesinlikle diğer toptadır, o yüzden bu %33 ve %66 geyiği yapılıyor ama işin aslı öyle değil. Diğer topu seçmenin mantıklı olduğunu düşündüğün zaman beni ara da birşeyler yapalım dedi, telefonu kapattı.

Bir saat sonra ben aradım. Hayatında bir değişiklik var mı dedim. İşten ayrıldım abi dedi. Bir işte mi çalışıyordun ki dedim. Evet abi Kasımda bıraktım dedi. Ne iş yapıyordun ki dedim. Ohooo dedi bunları telefonda mı anlatacağım, yarın bize gel, yemek yer film seyrederiz. Bakarız dedim. Bakarız deme, gel işte dedi. Karınla falan tanışmak istemiyorum abi ben dedim. Lan nolacak yiyecek mi seni, altı üstü film seyredeceğiz dedi. Tamam dedim kapattım. Ama bu konuşmadan iki saat sonra yarın Şevval Sam konserine biletim olduğunu hatırladım.

O andan itibaren nasıl etsem de, kendisini eksem diye düşünüyorum. Çünkü konser varmış lan desem, iyi lan gelmezsen gelme der ve bir daha da en az altı ay aramaz.

Bu şaka gibi, film gibi adamla da hep daha çok vakit geçirmek istemişimdir ama ondaki rahatlık bende hiçbir zaman varolmadığından, seni uzaktan sevmek sevmelerin en güzeli tadında yaklaşmışımdır hadiseye. Yapacak bir şey yok, ben konsere gideceğim, kendisine de Cumartesi buluşmayı teklif edeceğim. Kabul ederse eder, etmezse de etmez.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Bir Klasik Coen Brothers Komedisi : Burn After Reading

Bu filmi uzun bayram tatilinde AROG’dan bir gün sonra izlemiştim. Sanırım komedinin bayağı bir çeşidi var, zira AROG ile Burn After Reading arasında acayip bariz bir tarz farkı var.

AROG’a güldüm. Hatta bazı sahnelerine çok güldüm. Örneğin kolu kırılan adama ölmüş muamelesi yapılamasına ya da Ozan Güven’in kendi kendine dövme yapmasına, ama bütününe baktığımda güzel bir film diyemedim. Tıpkı Vizontele’ye güzel film diyemediğim gibi. Bunun beklentiyle filan bir ilgisi yok. Güzel film değil AROG da, GORA da, Vizontele de. Değil. Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın eleştirilere tepkilerini anlıyorum, çünkü saçma eleştiriler yapılıyor gerçekten ama kusura bakmasınlar bunlar güzel filmler değiller. Organize İşler ise mesela benim nazarımda güzel film. Çünkü meczup birisinin ikna edilerek içine konduğu tabut, yankesiciler tarafından kahvenin önünden geçirilerek mezarlığa taşınırken, kahveden sevap kazanmak için tabut taşımaya yardım etme hevesiyle çıkan ahalinin ceplerindeki paraları yankesicilere kaptırdıkları ve bir süre sonra cenazenin sahibinin kim olduğunu sorguladıkları sırada tabutun içindeki meczubun çıkmasıyla herkesin korku içinde dört bir yana dağıldığı bir olayı çocukken bütün yönleriyle gözlemleme fırsatı bulan Asım’ın bu olaydan çıkardığı hayat dersini anlattığı replik bütün filmin temelidir: “Seç oğlum Asım, ya tabutun içinde olacaksın, ya onu taşıyanların ya da bu işleri organize edenlerin.”

Benim için güzel film ile kötü film arasında temel fark budur işte. Bir filme çok gülmem, çok ağlamam, o filmi benim için güzel yapmıyor. Ben cümlesi olan filmleri seviyorum. Bütüncül oluyor çünkü bu filmler. Tek bir cümleden doğuyor film, üstüne katmanlandıkça katmanlanıyor. Oysa AROG ya da GORA bir cümleden yola çıkmıyor, amacı bir şey anlatmak değil çünkü. Sadece güldürmek. Özünde skeç filmleri bunlar. Güldüren skeçleri içinde barındıracak bir hikaye aranıyor bu filmlere. Yani Cem Yılmaz oturuyor düşünüyor, bıçkın bir Türk uzaya gitse neler olur diye. Doğal olarak bir sürü komik skeç canlanıyor gözünde, oturuyor bunları yazıyor. Sonra da bu komik skeçleri özensiz bir konteyner hikayeye serpiştiriyor. Konteyner hikaye tamamen format gereği yani. Televizyon şartlarında kendini tüketmek istemeyen bir adamın televizyon formatına yatkın skeçlerini sinemaya uyarlama çabası, eğreti duruyor, olmuyor, sadece güldürüyor, ama güzel film olmuyor.

Vizontelede ise durum biraz daha farklı. Filmin harika bir cümlesi var, ama film o cümleye hep teğet geçiyor. Televizyonu halkın nasıl karşıladığı gayet güzel anlatılıyor ama televizyonun halka neler yaptığını sadece oğlunun şehit olduğunu televizyondan öğrenen Demet Akbağ’ın yüz ifadesiyle anlatıyor film. Muhteşemliği kılpayı kaçırıyor bir film, çünkü bir şey söylemiyor. Televizyonun bir köye gelmesinin üzerinden yirmi sene geçtikten sonra olayı anlatmak için yapılan bir filmde televizyon sonrasının hiç anlatılmaması tuhaf değil mi yani?

Öte yandan Sinan Çetin gibi bana göre yaratıcılıkta Cem Yılmaz’ın da, Yılmaz Erdoğan’ın da tırnağı olamayacak bir adam, bir cümlesi yok diyerek yarıda bıraktığı filmini yedi sene sonra cümlesini buldum diyerek bitiriyor ve vizyona sokuyor. Bana göre de Türk sinemasının gelmiş geçmiş en güzel kurgulu filmlerinden biri çıkıyor ortaya: Romantik. Aynı Sinan Çetin bir önceki Komser Şekspir filminde de Shakespeare’in o eşsiz “hayat bir sahnedir, bizler de oyuncular” sözünün üzerine yapılabilecek en sevimli Türk filmlerinden birini yapmıştır. İşte bu yüzden Sinan Çetin sinemacıdır, Yılmaz Erdoğan ya da Cem Yılmaz değildir.

Aslında ben Cem Yılmaz’ın da bu durumun farkında olduğunu sanıyorum ki, Gora’dan sonra bence bütüncül olmaya çalıştığı “Hokkabaz”ı çekti. Gora’dan devam etmedi. Ama beceremedi bana göre, Hokkabaz da olmadı. Dilerim AROG’dan sonra bir kez daha dener. Skeç filmlerle arzu ettiği yere varabileceğini de sanmıyorum.

Burn After Reading ise, bana göre orta sınıf Amerikan toplumunun soğuk savaş sonrasındaki hali üzerine şahane bir komedi filmi, pek çoğuna göre de George Clooney ile Brad Pitt oynamasa kimsenin izlemeyeceği kötü bir film.

Princeton mezunu CIA’de istifaya zorlanmış vatansever ve işsiz bir ajan Osbourne ile onun çocuklardan ve kocasından nefret ettiği için anne olmamış çocuk doktoru karısı Katie; güzel ülkemizde bankamatik memuru diye tabir edilen ne iş yaptığını kimsenin bilmediği ve anlamadığı bir devlet memuru yakışıklı çapkın Harry ile onun çocuk kitapları yazarı anne olmayan karısı Sandy; güzel olmadığı için yalnız olduğunu sanan ve bu nedenle estetik ameliyat yaptırmak isteyen ama sağlık sigortası estetik ameliyatları karşılamadığı için para bulmak isteyen bir spor eğitmeni Linda ile amaçsız, plansız sadece heyecan ve eğlence arayan kafası kasları kadar çalışmayan bir başka spor eğitmeni Chad ve papazlıktan bilinmeyen bir sebeple ayrıldıktan sonra spor salonu yöneticisi olan Linda’nın platonik aşığı Ted. Birbirleriyle alakasız, her biri kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan, kimsenin rasyonel olarak kendinden beklenenin dışında hareket etmediği yedi ciddi ve makul karakterden son derece komik bir hikaye çıkarmak herkesin harcı değil tabii. Filmin en komik adamı, ciddiyetle işini yapmakta olan bir CIA üst yöneticisi, gerisini siz düşünün artık.

Coen Brothers, The Hudsucker Proxy ve Big Lebowski’den sonra yine ciddi bir komedi filmiyle karşımızdalar. Sulandırılmamış, sek komedi bu işte. Güldürmek için lafı gediğine koyan adamlar, hunharca mimiklerini sergileyen adamlar, saçma sapan bel altı espriler, zevzek gençlik şakaları yok bu filmde. Ciddiyetle zekaya seslenen, parçalarının değil, bütününün komik olduğu bir film bu. Benim için kaliteli komedi filminin sözcüksüz karşılığı. Budur, kaliteli bir komedi filmi budur. Türk sinemasında bu tarzın benim bildiğim tek örneği olan Fasulye’yi de bu yazıda anmamak ayıp olurdu. İzlemediyseniz muhakkak izleyin Fasulye'yi.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Bir Mülakat Hikayesi: Toygar Plazada

Toygar Coca Cola ile yaptığı acayip mülakattan beş yıl sonra bir başka acayip iş görüşmesine daha girdi. Bir önceki işinden ayrılıp İstanbul’da şansını denemek istemişti Toygar ve gördüğü her ilana başvuruyordu. İstanbul’da kalabilmesi için acilen iş bulması gerekiyordu zira. İşte bu dönemde, o saçma ilana da başvurmuştu.

İlan, askerlik hizmetini tamamlamış, üniversitelerin Mühendislik, İşletme, İktisat, Matematik vb. bölümlerinden mezun, uzmanlık alanında çok az deneyim sahibi ya da tercihen hiç deneyimi olmayan, öğrenmeye ve kendini geliştirmeye açık kişilerin üç aylık kısa bir eğitim yatırımıyla iş bulma olanağını %90’ın üzerine çıkarılabileceğini iddia ediyordu. Uyduruk bir Türk yazılım firmasının, çakma ERP (kurumsal kaynak planlaması) yazılımını satarken, Çemişkezek’e eğitmen gönderip, şirket içi eğitimle uğraşacağıma İstanbul’da adam eğitir, Çemişkezek’e gönderirim tercihi gereği verdiği bir eğitim programıydı. Programı tamamlayanlara da çakma yazılımlarının çakma sertifikalarını vereceklerdi.

Sonuçta şirketin taş atıp da kolu yorulmayacaktı ve müşterilerin şirketin pazarlamacılarını başından savmak için yaptıkları ben bu yazılımı satın alsam, bunu kullanacak adamı bulamam defansını boşa çıkaracaktı: “Ben size programı kullanan adam bulurum, zaten bunun için düzenli eğitim veriyor ve sertifikalandırıyorum. Bilmekaçyüztane sertifikalı adamım var.”

Toygar çaresiz bir durumda bulunduğundan bu işten bir cacık olmayacağını bile bile bu ilana da başvurdu. Coca Cola tecrübesinden sonra mülakat oyununda samimiyetin sökmediğini anlaması zor olmamıştı. Ne kadar çok mülakata girerse, her ne kadar üstüne eğreti duracağını bilse de rol yeteneğinin o kadar artabileceğini hesaplamıştı. Biraz da ne olup ne bittiğini görmek istiyordu Toygar. Her önlerine geelni alıyorlar mıydı bu eğitimlere, nasıl seçiyorlardı merak etmişti.

Toygar’ı firmadan aradılar ve iş görüşmesine davet ettiler. Saat ve gün konusunda randevulaşıldı, şirketin yerinin detaylı bir tarifi alındı, iyi günler dilendi ve telefonlar kapandı. Şirket 4. Levent’teki plazaların birindeydi. Günü ve saati geldiğinde Toygar, takım elbisesini, kravatını çekip, saçlarına da jöle sürerek business bir biçimde evden çıktı. Coca Cola mülakatı Toygar’a öğretmişti birşeyler.

Plazaya girdiğinde sağ tarafta bir banko ve kalan kısımda da turnikeler vardı. Gelenler bir kart tutuyorlardı turnikeye dıııt sesini müteakip geçiyorlardı turnikelerden. Toygar, bildiğin işhanına Merkez Bankası Darphane bölümü süsü vermekten ne zevk alıyorlar ki diye düşünmeden edemedi. Bankoya yöneldi, kimliğini uzattı ve bilmemne yazılıma iş görüşmesine gelmiştim dedi. Bankodaki hatun telefonla aradı firmayı, Toygar Lodosoğlu size iş görüşmesine gelmiş şekerim göndereyim mi yukarı dedi. Artık ne duyduysa şekerinden bankodaki hatun, ehh fena değil cevabını verdi. Sonra da gülerek tamam dedi, telefonu kapattı ve kimliği karşılığı Toygar’a bir kart verdi. 13. kat 141 numara diye ekledi Toygar’ın arkasından.

Toygar üçer üçer karşılıklı duran altı asansörün arasında 13. kata çıkacağı asansörün hangisi olduğunu çözmeye çalışmak yerine bütün düğmelere bastı. İlk kapısı açılan asansöre bindi. Asansördeki görevliyi görünce bu hareketine hemen pişman oldu. Çünkü yeterince şanslı değilse, asansör görevlisinden fırça yemesi kaçınılmazdı. Kaçıncı kat diye sordu asansör görevlisi. 13 dedi Toygar ve asansördeki beş kişiden gelen senkronize cık cık seslerinin üzerine bir assolist edasıyla gürleyen asansör görevlisinin kardeşim okumanız yazmanız yok mu sizin, niye yanlış asansörleri çağırıyorsunuz, bu asansör bir basamaklı asal olmayan sayılardaki katlara gider, sen sadece asal sayılardaki katlara giden 3B kodlu asansöre bineceksin sözlerini duymasıyla asansörün kapısının suratına kapanması bir oldu. Vay bee dedi Toygar kendi kendine, matematik bilmeyene asansör yasak lan. 3B kodlu asansöre yöneldi bu defa Toygar ve başladı beklemeye. Diğer beş asansörün kapıları sürekli açılıp kapanırken, 3B kodlu asansörün kapısı bir türlü açılmıyordu.

Toygar, bu işte bir acayiplik var düşüncesiyle duvardaki asansör kullanma talimatnamesi adlı 25 maddelik dev eseri okumaya başladı. İçindeki George Stobbart, bilemedin Guybrush Threepwood, en olmadı Grim Fandango uyanmıştı artık. Asansör kullanma talimatnamesinin 22. maddesi açıkça 3B kodlu asansörün kullanılacağı halleri düzenlemekteydi: 3B kodlu asansör yalnızca en üst kata gider. Toygar talimatnamenin plazayı tanımlayan 1. maddesini tekrar okuma ihtiyacı duydu ve plazanın 42 katlı olduğunu hatırladı. Artık kendisini bu plazaya layık görmeye başlamıştı. Talimatnameyi anlayacak kadar hukuk, asal sayıları bilecek kadar matematik ve işletildiğini anlayacak kadar zekaya sahipti. Hiç de az şey değil dedi kendi kendine, hiç de az değil. Kendisini asal sayılı katlara götürecek asansörün 3D kodlu asansör olduğunu talimatnamenin 13. maddesinden öğrenmiş olmanın verdiği kıvançla 3D kodlu asansörün önünde beklemeye başladı. Aklına takılan ise 1D kodlu asansörün görevlisi tarafından mı işletilmişti, yoksa görevli 3D demişti de kendisi mi 3B anlamıştı. Belki de plazanın beklediği zekaya ve duyarlılığa sahip değildi, hüzünlendi Toygar. Bu sırada 3D kodlu asansörün kapıları açıldı, Toygar içeri girdi ve güvenle görevliye 13. kat lütfen dedi. Birinci leveli geçmişti. 13. kattaki 141 numarayı elimle koymuşum gibi buldur bana yarabbi diye dua etti. Asansörden indi. Allah yardım etmemişti, kapılarda numara yazmıyordu. Her kapının üstünde tuhaf semboller vardı. Bu semboller bir şekilde kapı numaraları olmalı diye içinden geçirdi Toygar. 13. katın koridorlarında dolaşırken kenardaki bir çöp tenekesinin içinden bir broşür buldu. Broşürde her sembolün ne anlama geldiği anlatılmaktaydı. Toygar kalemini çıkardı ve 141 yazmak için gerekli sembooler kombinasyonun broşürün üstüne çizdi. Hemen kapıları tek tek dolaştı ve 141’e tekabül eden sembollerin bulunduğu cam kapıyı buldu.

Kapıyı itti kapı açılmadı, kapıyı çekti kapı açılmadı. Inventory’e bakıp, bankodan aldığı kartı kapıyla kullanmaya çalıştı. Nope dedi kendi kendine bunu kullanabileceğim başka bir cihaz olmalı diye düşündü. Kapının çevresini gözleriyle iyice tarayınca kapının sağ tarafında yanıp sönen küçük yeşil bir ışık gördü. Oraya doğru yaklaştı ve yeşil ışığın bir kart okuyucusunun ışığı olduğunu farketti. Bankodan aldığı kartı kart okuyucusuyla kullanınca cam kapı açıldı. Toygar artık plazada yaşamaya iyice alışmıştı. Kapıdan içeri girince sekreter,

- Ehh fena değil, dereceniz 4.41.13 dedi.
- Siz bankodaki hanımefendinin şekerisiniz di mi, aynı sizin tonlamanızla o da ehh fena değil demişti telefonda ben aşağıdayken?
- Evet Gülben’i çok severim ben dedi sekreter.
- Bengü ile Gülben de ideal kanka ikilisi zaten dedi Toygar, masada emailleriin dosyalandığı klasör açıktı ve tüm kağıtların köşesinde Bengü yazıyordu.
- İsmimi nereden bildiniz ?
- Dediniz ya, ehh fena değilim ben de.
- Ben derecenizi kastetmiştim.
- Ben de.
- ?
- Neyse, Bengü Hanım ben iş görüşmesine gelmiştim.
- Tabii buyrun şu formları doldurun lütfen.
- Oldu sağolun.

Toygar bir köşede cvsinde yazdığı bilgileri firmanın formuna yazmakla uğraşırken, saçmalık bu diye düşünüyordu. Formları doldurmayı bitirdikten sonra, Bengü’nün yanına gitti Toygar ve formları doldurdum dedi. Bengü o anda eee madalya mı bekliyorsunuz dese ne diyeceğini düşünürken Bengü formları aldı köşelerine 4.41.13 yazdı ve Toygar’ı bir odaya götürdü. Odada 40 yaşlarında şişman bir adam vardı. Formları alıp, eliyle kaşısındaki koltuğu işaret ederek, buyrun Toygar Bey oturun dedi. Toygar koltuğa oturdu ve sessizce adamın formları incelemesini bekledi. Bitirdiğinde şişman adam kafasını kaldırdı, Toygar’a baktı ve ERP yazılımlarının tarihçesini, ne işe yaradıklarını, hızla yaygınlaşmasının nedenlerini anlatmaya başladı. Toygar araya girip ben bilmemne ERP yazılımını kullandım dedi, bir önceki çalıştığım şirkette bölümün ERP anahtar kullanıcısıydım. Şişman adam o halde neden bu eğitimi almak istiyorsunuz diye sordu. Toygar,

- Çünkü bu eğitim sonucunda iş olanaklarımın %90 oranına yükseleceğini iddia ediyorsunuz dedi.
- Hımm anladım dedi şişman adam, biraz sizi tanıyalım, bana sizi tanımlayacak beş kelime söyler misiniz?
- Beş kelime mi, beş kelime ile kendimi nasıl tanımlayabilirim ki?
- Bir deneyin bakalım.
- Ben üniversite mezunu işsiz biriyim.
- Ama bu tanımda benim bilmediğim bir şey yok. Ben zaten hergün bu özellikteki insanlarla mülakat yapıyorum. Sizi tanıtacak beş sıfatı kastetmiştim.
- Analitik, ahlaklı, sorumlu, mükemmeliyetçi ve makul.
- Saydığınız özelliklerin hepsi olumlu özellikler, hiç kötü özelliğiniz yok mu?

Toygar söylediği sıfatları düşünürken zaten bu manasız mülakatta ne işim var diye düşünüyordu ve bu son soru üzerine sigortaları attı. Aptal bir kurs için bu kadar beyinsizce bir mülakatı haketmediğini düşündü. Para kazanması gerekirken üç ay boyunca zaten para kazanmadan salak bir kursa gidip gelmeyi zaten salakça buluyordu, bir de şişman adamın saldırılarını efendice cevaplamaya çalışmak biraz fazla oluyordu. Saldırıları efendice püskürtmekten hemen vazgeçti, artık alttan almayacaktı. Kızgınlığını belli etmemeye çalışarak,

- Yok dedi.
- Nasıl yani diye cevapladı şişman adam, hiç kötü bir özelliğiniz yok mu?
- Yok.
- ?
- Siz ürünlerinizi pazarlarken, yazılımınızdaki eksiklikleri, bugları, yetersizlikleri söylüyor musunuz?
- Ben eğitimciyim, ben söylerim.
- Pazarlamacılarınız söylüyor mu?
- Doğrusu bilmiyorum.
- Emin olun söylemiyorlardır.
- Muhtemelen söylemiyorlardır.
- Ben de şu an kendimi pazarlıyorum, kötü bir özelliğim varsa bile neden bunu size söyleyeyim.
- Yani mükemmelsiniz öyle mi?
- En az sizin yazılımınız kadar mükemmelim.
- Peki, biz görüşmelerimizi sürdürüyoruz. Size de iki hafta içerisinde olumlu ya da olumsuz döneriz.
- Sağolun.
- Siz sağolun.

Toygar görüşmeden aldığı gazla kapıdan çıktı, Bengü’nün yanına gitti. Bir kağıda telefon numarasını yazdı, benimle bir akşam yemeği yemek istersen telefonum burada yazıyor, ara beni dedi, çıktı ve gitti.

16 Ocak 2009 Cuma

Bir Mülakat Hikayesi : Toygar ilk defa İş Görüşmesinde

Toygar üniversitedeki beşinci yılında 2-4 denen baraja ikinci kez takılmanın önüne koyduğu fasit daireye bakıyordu. Okuldan nefret ettiği için derslere ilgisiz, derslere ilgisiz olduğu için de fazladan bir senesini daha okulda harcamak durmundaydı. Çünkü 2-4 denen baraj, okulda kaçıncı senesi olduğuna bakmaksızın 2. sınıftan dersi kalmış bir Toygar’a 4. sınıftan ders vermemekte kararlıydı. Barajın bir önceki 1-3 versiyonundan ise ucuz atlatmıştı Toygar. Mantıklı düşünebilen her Toygar derslerine asılıp bir an önce okulu bitirmeye çalışacakken, burada bahis konusu Toygar başka bir çözüm düşündü. Geçinecek kadar para kazanabilirsem, hem bu salak okulda vakit geçireceğime sahaya çıkar biraz top oynarım, bakarım öğretmeye kalktıkları gibi mi dünya, hem de okulu istediğim kadar uzatır kendimi aptal, suçlu, beceriksiz falan hissetmem diye aklına gelen çözümü masaya koydu ve başladı incelemeye. Çözüm işte buydu ve TCIAOS (Tabii Canım İnsanda Akıl Olduktan Sonra) pastenesinin “beni ye” diyen muzlu rulo pastasıydı. Toygar yanılıyordu, çözüm okulda kalıp derslere asılmaktı. Toygar okuldaki minare gibi başarısızlığını çalmıştı da kılıfını hazırlıyordu. Ama muzlu rulo pasta da çok cazip görünüyordu gözüne.

Bu haleti ruhiyedeki bir Toygar’ın geleceğinin selahiyeti açısından görmemesi gereken tek şey ise okuldaki part time çalışacak 3. ve 4. sınıflardan stajyer öğrenci aranıyor ilanıydı. Toygar kaderinin bir gereği olan bu ilanı ne yazık ki gördü. Üstelik de ilanı Coca Cola vermişti, yani uyduruk bir garson ilanı filan değildi. Koskoca Coca Cola bayağı muhasebe ve iç denetim gibi işlerle uğraşacak eleman arıyordu. O an Toygar hayallere daldı. Okulu bitirdikten sonra da tam zamanlı olarak dolgun bir maaşla Coca Cola’da çalıştığını müdür filan olduğunu, yönetim kuruluna şirketin yıllık iç denetim raporunun sunumunu falan yaparken gördü kendisini. Titiz çalışmasından ve zekice çözüm önerilerinden dolayı teşekkür ediyordu tüm yönetim kurulu. Başvurular için bir faks numarası vardı ilanda. Faks çekmeyi beceremeyenleri elemeye çalışıyorlardı herhalde. Oysa Toygar bilgisayarının faks modemiyle faks çekmeyi becerebilen ideal bir stajyer öğrenci olduğundan hemen içi eve gidip faks çekme isteğiyle doldu. Yol boyunca yazacağı cümleleri aklında kuruyor. Sonra da bu cümle olmadı diye düzeltmeye kalkarken kendi kendine boşver diyordu nasıl olsa klavyenin başına gelince herşeyi yazacaksın.

Toygar personel yönetimi dersindeki asistan hatunun büyük bir iştahla söylediği “biliyorum hepiniz nasıl cv yazılacağını, mülakatta nasıl giyinmeniz, ne konuşmanıuz gerektiğini öğrenmek için sabırsızlanıyorsunuz, fakat dersimizin müfredatı bu konuda sizlere birebir destek vermemize imkan tanımıyor, ama mülakat teknikleri ve cv yazma gibi konular için haftasonları ek derslerle sizlere yardımcı olmak isterim” sözlerini “siz bir harikasınız hocam” bakışlarıyla dinleyen insanların aksine “mülakatın ne tekniği olacak lan, sorarlar söylersin, tiyatrocu muyuz biz” bakışlarıyla dinlediğinden o ek derslere de gitmemişti. Şimdi evdeki bilgisayarının başında bembeyaz Word sayfasına bakıyordu.

Bir süre yazıp, yazdıklarını okuyup, sildikten sonra, ek derslere gitmeme gerekçesini de düşünerek, “samimiyet gibisi yok ki usta” diye ağzına geleni yazdı. Özgeçmişinden, okuduğu okullardan söz eden, yeteneklerinden ve bu ilana başvurma gerekçelerinden bahseden bir sayfa yazı yazıp, çekti faksını Coca Cola’ya.

İki gün sonra aradılar Toygar’ı Coca Cola’dan ve görüşmeye çağırdılar. Muhtemelen Toygar ilk faks çekenlerden biriydi. Toygar okuldaki başarısızlığını açıklamaya yönelik güzel bir açıklamanın peşindeydi o sıra ama sonra Coca Cola’nın nerede olduğu ve oraya nasıl ulaşacağı konusu daha önemli hale geldi. Toygar Coca Cola’nın dağıtım deposunun bulunduğu yer hakkında hiçbirşey bilmiyordu ve göründüğü kadarıyla şehre acayip uzak bir yerdeydi. Sordu soruşturdu, Sıhhiye’den kalkan Etimesgut dolmuşlarının Coca Cola’nın yakınlarında bir yerden geçtiğini öğrendi.

Kot pantalonu ve kırmızı gömleğini giydi, uzun saçlarını arkaya doğru taradı, ayaklarına da botlarını geçirip görüşmeden iki saat önce evden çıktı, Sıhhiye’den dolmuşa bindi. Dolmuş şöförüne bir defa nerede inmesi gerektiği sorusunu, dört defa da “daha çok var mı” sorusunu sordu. Şöför ilk üç “daha çok var mı” sorusunu nerede inecektin sen sorusuyla cevapladığından gideceği yeri dört kere anlattı dolmuş şöförüne. Şöförün sen burada ineceksin dediği noktanın tek şeritli, basbayağı tarlaların olduğu ve ineklerin dolaştığı bir yol kenarı olduğunu anladığında Coca Cola nerde peki abi sorusunu sormaktan çekindi. Macera başlamıştı ve hatta bu dolmuş şöförü bile Coca Cola’nın adamı olabilirdi. Kendi başının çaresine bakabildiğini dosta düşmana göstermeliydi.

Dolmuştan indi ve fabrika mimarisi arayan gözlerle ufuk çizgilerini taradı. Fabrika mimarisi, orman kulubesinin yatay olarak uzatıldığı ve yüksekliğinin de iki katına çıkarıldığı gri renkteki betonarme versiyonuydu. Saat ikibuçuk yönünde bir fabrika mimarisi gördü fakat oraya da yol yoktu. Yılmadı Toygar, çamurlu tarlanın içinden yürüyerek ulaştı fabrika deposuna. Nizamiye kapısını bulduğunda görüşmeye on beş dakika kalmıştı. Nizamiye kapısından içeri girmeden önce ayağındaki çamuru yol kenarındaki bir taşa sıvadı.

Merhaba, ben iş görüşmesine gelmiştim dedi ve kimliğini uzattı nizamiyedeki görevliye. Görevli dahili telefondan Toygar Lodosoğlu iş görüşmesine gelmiş dedi ve 2 saniye dinledikten sonra cevap vermeden telefonu kapattı. Toygar’a dönerek buyrun dedi. Toygar adamı sadece bir masa ve iki sandalyenin karşılıklı durduğu küçük odaya kadar takip etti. Gülay Hanım birazdan kendisiyle görüşmek için bu odaya gelecekti. Toygar kabanını çıkardı sandalyenin arkasına astı ve çamurlu botlarının odanın halısında yarattığı taban izlerini izlemeye koyuldu. Bir süre sonra Gülay Hanım merhaba hoş geldiniz diyerek odaya geldi, ve Toygar’ın karşısına oturdu. Toygar’ın çektiği faksı da yanında getirmişti.

- Toygar Bey dilerseniz ben önce size pozisyonun nitelikleri hakkında bilgi vereyim, sonra sizin bu pozisyon ile ilgili düşüncelerinizi alır ve sizin pozisyona uygun olup olmadığınızı konuşuruz dedi sıcak bir gülümseme ve güzel bir ses tonu ile.
- Tabii buyrun dedi Toygar.
- Muhasebe departmanımızda yoğun paperwork işleri var, fatura kesiliyor, irsaliye kesiliyor, hesaplara kaydediliyor, bir kopyası bir yerlere dosyalanıyor, raporlar hazırlanıyor, analizler yapılıyor, denetim süreçlerinden geçiliyor, toplam kalite yönetimi ilkeleri çerçevesinde iyileştirmeler yapılıyor. Bu paperwork işlerinde kim yoğunsa onu asiste edecek düzenli tertipli birini arıyoruz.
- Peki çalışma zamanları belli mi?
- Hayır. İki üniversite öğrencisi istihdam edip, tam zamanlı bir personel elde etmek istiyoruz. Yani diğer arkadaşla zamanları siz belirleyeceksiniz.
- Anladım.
- Şimdi bu aşamada sizin özgeçmişinize bakalım biraz. İngilizce biliyor musunuz?
- Yazılı İngilizcem iyidir, okuduğumu anlarım, dilediğimi yazarım ama sözlü İngilizce için biraz daha pratiğe ihtiyacım var.
- Nerede öğrendiniz İngilizce’yi?
- Anadolu Lisesi mezunuyum ben.
- Hımm güzel, genelde Anadolu Liseleri’nin İngilizce Eğitimi kolejlerden daha iyi.
- Anadolu Lisesi’ne ve kolejine göre değişir. Şimdi Çemişkezek Anadolu Lisesi’nin Robert Kolejinden daha iyi İngilizce eğitimi verdiğini iddia etmek saçma olacaktır. Toygar kendi kalesine ilk golünü çakmıştı. Ona mı kalmıştı mülakatçıyı düzeltmek? Hem de düzeltilmemiş hali lehineyken.
- Doğru haklısınız ama zaten genelde demiştim. Neyse, kariyer hedefiniz nedir Toygar Bey?
- Bir hedefim yok. Nasıl yani Toygar, uydursana birşeyler, bak kendi kalene ikinci golünü de attın.
- Ama üç senedir üniversite eğitimi görüyorsunuz, artık bir hedef belirlemeli ve o hedefe ulaşacak planlar belirlemelisiniz.
- Üç değil beş.
- Anlamadım.
- Üç senedir değil beş senedir üniversite eğitimi görüyorum. Hedef koymayı sevmiyorum. Çünkü hedefleriniz tutmuyor. Lisede hedefim işletme değil, gazetecilikti. Ama ben işletmedeyim. Bu yaşta hedeflerinizi gerçekleştirmek çoğu zaman sizin elinizde olan bir şey değil. Kısmet. Yok artık Toygar, bu senin kendi kalene attığın golü Recep Çetin malmü maçında kendi kalesine atmadı. Üç değil beşmiş. Düzeltmesene olm mülakatçıyı doğrusu aleyhine olan konularda. Hem hedef koymayı sevmiyorum da ne demek, çalışmayı seviyor musun da buraya başvurdun? Kısmet ne Toygar, hayatında kaç defa kullandın bu kelimeyi?
- Evet aslında haklısınız, ne yazık ki eğitim sistemimiz böyle sonuçlar doğurabiliyor. Ama işletme ile ilgili diğerlerinden daha fazla ilgi duyduğunuz bir alan yok mu?
- Finans ve muhasebe diyelim. Hem teknik, hem uygulamacı. Nihayet be Toygar, en azından kendi kalene gol atmadın.
- Hımm anlıyorum.
- Sizin sormak istediğiniz bir soru var mı?
- Yok. E be Toygar, e be Toygar, kadın sana al da at dercesine pas veriyor, sen o pası da gole çevirmiyorsun.
- Toygar Bey görüşmelere yeni başladık. Bir iki hafta içinde olumlu ya da olumsuız size döneriz. Geldiğiniz için teşekkür ederiz.
- Ben teşekkür ederim.

Toygar binayı terkederken, içi rahattı. Ohh beee dedi kendi kendine samimiyet gibisi yok.

15 Ocak 2009 Perşembe

Bir Deli Saçması: Kalbim

İğneyle kuyu kazıyor, çay kaşığıyla hafriyat yapıyor, bisikletle uzaya gidiyor, yürüyerek yolları aşındırıyoruz. Çünkü saniyeler geçmeden yıllar geçmiyor ve bizdeki kibir kimsede yok. Kendimize layık gördüğümüz hayat öylesine yüksek standartlı ki, ne ahlakından vazgeçeriz, ne konforundan. Hayat tasavvurumuzda ahlak ile konfor, mana ile madde, ruh ile beden aynı anda yer alabilmekte. Tutturmuşuz bir denge konuşup duruyoruz. “Öyle bir yerdeyiz ki, yaprak döker bir yanımız, bi yanımız bahar bahçe” ve “bu ne çıldırtan denge”. Peki çıldırıyor muyuz?

Hayır tam tersine daha ince hesaplar, daha hassas ölçümler ile gittikçe kalmanın daha zor olduğu dengeyi daha iyi anlamaya çalışıyoruz. Sanıyoruz ki anladığımız müddetçe kalırız dengede. Çıldırtan dengeye aklımızla, ahlakımızla tutunuyor, duygularımızla, kibirimizle kayganlaştırıyoruz onu. Rasyonel görünümlü duygusal yaratıklar olarak cool tavırlarımızda şıpır şıpır eriyor, buna da terlemek diyoruz. Peki neden terliyoruz?

Çünkü sürekli vücuda kan pompalayan bir kalbimiz var. O kalp irademiz dışında çalışıyor. Laftan anlamıyor, dur diyorsun durmuyor. Yavaş diyorsun dinlemiyor. Bak hararet yapıyorsun, su kaynatacağım diyorsun, bana ne diyor. Sonuçta o sana uymayınca sen ona uyuyorsun, sıcak suyu boşaltıp, soğuk su içiyorsun. Üstüne de bir sigara yakıp cezalandırıyorsun salağı. Ona patronun kim olduğunu gösterdim sanıyorsun ama o da seni öksürterek karşılık veriyor bu iktidar savaşında. Bu sefer kafan karışıyor, suyuna mı gitseydim bak olan gene bana oldu, herif hala tıkır tıkır atıyor diyorsun.

Anlaşma yapmaya kalkıyorsun, iki gün sonra bir oyuncak görüyor, biri rakı içmeye çağırıyor, güzel bir kız görüyor, şartlar değişti diyip yine kafasına göre takılıyor. Atsan atılmıyor, satsan satılmıyor. Biz böyle mi anlaştıydık diyorsun, gönül işi bu sen karışma diyor. Lan nasıl karışma ya, manyak mısın sen diyorsun, iyi elinden geleni ardına koyma diyor. Bak diyorsun biz bir takımız, ne ben sensiz ne sen bensiz yapabilirsin. Anlamaz gözlerle bakarken devam ediyorsun, böyle davranmaya devam edersen beni yarı yolda bırakacaksın. Amaaaaaan diyor gittiği yere kadar. Bu lafın üstüne elinden pek bir şey gelmiyor. Böyle sinir olmuş, mal mal dururken bir şarkı çalmaya başlıyor gaipten.

Kalbim, Neden hep olmazlarda
Neden hep çıkmaz sokaklarda
Dayanmak artık kolay değil
Bırakacak gibisin yarı yolda
Sevdin olmadı
Bir dünya istedin kardeşçe, olamadı
Kalbim dayanmak artık kolay değil
Bırakacak gibisin yarı yolda

14 Ocak 2009 Çarşamba

Aşkta Kadınların Maradona – Beckenbauer Sorunsalı

Franz Beckenbauer, lakabı Kaiser, yani İmparator, Almanların efsanevi defans oyuncusu, defans oyuncusu tanımını değiştiren adam, geriden oyun kurma denen heyulanın atası, golcü, lider, istikrar abidesi, fedakar (1970 Dünya Kupası 3.lük maçında Uruguay'a karşı bir kolu sargılı oynamış), sadık, güvenilir, takım kaptanı.

Beckenbauer, bütün yaşlı dünya yıldızlarının toplandığı ve şov amaçlı Cosmos organizasyonunu saymazsak, ömrü boyunca Bayern Münih’te top oynamış, oyunculuğu sırasında da, teknik direktörlüğü sırasında da, gerek Alman Milli Takımında gerek Bayern Münih’te kazanılmadık kupa bırakmamış.

Jübilesinden sonra, önce Alman Milli Takımı teknik direktörlüğüne, sonra Bayern Münih teknik direktörlüğüne, sonra Bayern Münik başkanlığına, sonra Bayern Münih onursal başkanlığına gelmiş. Alman Futbol Federasyonu başkanlarını, Alman Milli Takımı teknik direktörlerini onun belirlediğine ve Alman futbolunda bir tür elitist, soylu bir sınıf oluşturduğuna ve bu sınıfın başkanlığını yürüttüğüne dair söylentiler var. Hedefi önce UEFA sonra FIFA başkanı olmak. Bir kere bile kırmızı kart görmemiş bu defans oyuncusu belli ki çok yetenekli ve oyunu kurallarına göre oynamayı iyi bilen bir lider.

Beckenbauer tüm bu üstün özelliklerine rağmen bir sistem adamı. Takım arkadaşlarının ağzından onun hakkında hiç kötü söz çıkmamış. Ama çok samimi sözler de çıkmamış. Belli ki saygıyla karışık bir korku bırakmış üzerlerinde. Hata yapana pek hoşgörü gösterdiğini de sanmıyorum. Hatta eminim bir insan bunu yapabiliyorsa sen de yapabilirsin falan diyor olmalı hata yapan takım arkadaşlarına. O bütün yıldız özelliklerine rağmen, kaprisleri olmayan, antrenman kaçırmayan, kolay kolay sakatlanmayan, kırmızı kart görmeyen, takımını yüz üstü bırakmayan bir disiplin abidesi. Futbolu bıraktıktan sonra bile hala bu işlerin içinde olmak istediğine göre çok daha uzun vadeli planları olan, kendisinden sonra bile devam etmesini düşlediği bir sistemi etap etap kurgulayan biri.

Diego Armando Maradona, lakabı el Diego, çünkü Maradona bir başka şeye benzetilemez, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük iki futbolcusundan biri, diğeri Pele, Arjantinli, burjuva takımı River Plate’in değil, halkın takımı Boca Juniors’un taraftarı, şu sıralar Boca Juniors’un stadı La Bombonera’nın kapısında “dinim Boca, tanrım Maradona, mabedim La Bombonera” yazıyormuş.

Boca’dan ayrılıp Avrupa’ya transfer olduğunda önce Barcelona’ya gider. Ama mutlu olamaz Barcelona’da. Yine de İspanya Kral Kupası ile İspanya süper kupasını kazanır o sene. Bana göre Barcelona’da mutlu olamamasının tek bir nedeni vardır. Barcelona kendisi olmadan da iyi takımdır. Kendisi oyuna girdiğinde yarattığı marjinal fayda tatmin etmemiştir onu ve yine bence bu yüzden İtalya’nın orta sıra takımlarından Napoli’ye gider. Napoli Güney İtalya’dadır ve İtalya’yı kuzeyliler yönetmektedir. İşte seneler sonra Juventus’un küme düşmesi, Milan’ın puanlarının silinmesiyle sonuçlanan şike skandalları o günlerde muhtemelen daha da yoğundu. Bu Napoli ile bu Juventus’u, bu Milan’ı bu kuzeylileri yenerek şampiyon olmuştur Maradona, tıpkı 1986 dünya kupası çeyrek finalinde İngiltere’yi attığı iki acayip golle eleyerek, Falkland’ın rövanşını aldığı gibi. 1990’da İtalya’da düzenlenen dünya kupasında Napoli taraftarları İtalya’yı değil, Arjantin’i desteklemişlerdir bir İtalya Arjantin maçında. Yıllar sonra bir Napoli taraftarı Şampiyonlar Ligi maçında Juventus’a karşı Galatasaray’ı destekleyeceklerini açıklarken duygularını şöyle anlatır:

“Kuzeyliler bizi adam yerine koymazlar, ayrılmak isterler. Kuzey takımlarında İtalyan bile oynatmazlar. Milli Takım’a güneyden oyuncu almazlar. Üstelik onların bize karşı oynadıkları her maçın topu da yuvarlak değil, dört köşedir. Bir köşesinde para, öbüründe mafya, üçüncüde şike, dördüncü köşede de başkanlarının ismi vardır. Niye tutalım Juventus’u? Hep ezildik, ezdiler bizi. Başımızı, ilk defa bizi şampiyon yapan Maradona ile kaldırdık gururla. 80 bin Napolili 1990 Dünya Kupası’nda boşuna mı bağırdık Arjantin diye. Üstelik İtalya-Arjantin maçında.”

Maradona sahada kendisini İsa gibi gördüğünden olsa gerek, takım arkadaşlarının hatalarını falan da hoşgörüyle karşılar. Takım arkadaşı Burruchaga “ben onun portakalla mandalinayla yaptığı hareketlerin yarısını futbol topuyla yapamıyordum” derken, bir diğer takım arkadaşı Careca “"sonuçta ben ancak dünyanın en iyi üçüncü futbolcusu olabilirim. çünkü birincisi Diego'dur, ikincisi her zaman Diego'dur ve sonra diğer önemli futbolcular gelir” demiştir. El Diego ile diğer futbolcular arasında böylesine bir fark vardır ve el Diego bu farkı bilmektedir. Bu nedenle her mağlubiyetten, her hatadan kendini sorumlu tutar.

Futbolu zevk için oynar Maradona, hile yapar, mızıkçıdır. Antrenmanlar, iş disiplni, sebat falan filan umurunda değildir. Daha çok zevk alacağı herşey için futbolu terkedebilir. Bakmayın şu anda Arjantin Milli Takımı teknik direktörü olduğuna çok yakında sıkılır, onu da bırakır. Çünkü futbol onun hayatında eğlenceli etkinliklerden sadece birisidir. O nedenle kokain de kullanır, doping de alır, elle attığı gol için o tanrının eliydi de der. Maradona’nın keyfi yerindeyse, birşeyleri kazanmak isterse kazanır. Bağış Erten’in deyimiyle Maradona, “16'sında milli, 18'inde şampiyon, 22'sinde dünya yıldızı, 26'sında efsane, 31'inde kokainman, 44'ünde ağır yaralı”dır ve “futbolu sevmeyen kaldıysa yeryüzünde, onu seyretmedikleri içindir”.

Maradona şişko ve kısaboyludur, alkolden sigaraya, kokainden kumara, gece hayatından kiliseye, kapitalist karşıtı eylemlere kadar her yerde bulunabilir. Beckenbauer, zinde ve fittir, alkole, sigaraya kokaine, kumara, gece hayatına itibar etmez, aile yaşamına, sağlıklı yaşama, dengeli beslenmeye falan itibar eder. Maradona’nın nerede ne yapacağı hiç belli olmaz, sürprizlerle doludur. Beckenbauer’de sürpriz yoktur, herşey belli bir plan dahilinde ilerler. Maradona sevimlidir, komiktir, eğlencelidir. Beckenbauer, ciddi, karizmatik ve yakışıklıdır. Maradona insana yaşama sevinci verir, Beckenbauer güven duygusu. Maradona kahkahalarla güler, Beckenbauer tebessüm eder. En nihayetinde Maradona zevktir, Beckenbauer huzur.

Bir teknik direktör olsan takımına Beckenbauer’i mi almak istersin, Maradona’yı mı ey kadın?

Talep gören yüksek fiyatlı erkekler tıpkı talep gören yüksek fiyatlı futbolcular gibidir ve kadınlar da Beckenbauer’lerde Maradona’ları, Maradona’larda Beckenbauer’leri ararlar. Maradona evlilik yıldönümünde ortalarda görünmeyip, telefonları açmayıp gecenin ikisinde bir kamyon gül ile bütün apartmanı ayağa kaldırır, Beckenbauer ise evlilik yıldönümünde akşam saat tam 8’de arabasıyla evinden aldığı karısıyla şehrin en şık restoranında şampanyalar eşliğinde yenen nefis bir yemektir. Sevgilisi Beckenbauer olan rutinlikten, sürprizsizlikten şikayet eder, sevgilisi Maradona olan kötü alışkanlıklardan, belirsizlikten, sağlıksızlıktan filan. Kadın ilk aşk acısını Maradona’dan aldıysa, Beckenbauer’e sığınır, Becekenbauer’den almışsa, Maradona ile rahatlar. İkisini de görmüşse eğer bir kadın mutlaka senteze kalkışır.

13 Ocak 2009 Salı

Bir Erkek Filmi: High Fidelity

Evet Medea Cezire’nin tavsiyesine uyup High Fidelity isimli filmi izledik. Internetten film download etmeyi beceremediğim zamanlarda sürekli dvdsini alıp izlemek istediğim bu filmi sıranın bir türlü gelememesi neticesinde seyredememiştim. İçimde ukdeymiş demek ki.

Öncelikle filmin ismi manidar. Yüksek Sadakat anlamına gelen bu ifade esasen hi-fi şeklinde kısaltılarak ve hayfay diye okunarak müzik dinleme sistemlerinin genel adı olarak kullanılmaktadır. Yani müziğin canlı çalınıyorkenki orijinal haline yüksek bir sadakatla bağlı olan cihazlar manasında türetilmiş bir kavramdır bu ve kahramanımız da plak manyağıdır. Öte yandan ilgili kahramanımız müziğe gösterdiği yüksek sadakati, hanımlara gösterememektedir ne yazık ki. Gelmiş geçmiş en iz bırakan eski sevgililer Top 5’ine önceleri almadığı son sevgilisi Laura da temelde bu nedenle terketmiştir Rob Gordon’u.

Terkedilen Rob, önceleri sallamaz bu durumu ta ki Laura’nın yeni sevgilisinin beraber yataklarında kitap okurlarken sevişme seslerini duydukları üst komşusu Ian Raymond olduğunu öğrenene kadar. O an kahramanımızın “bütün bunların anlamı ne” bunalımına girdiği andır. Eski sevgililerine ulaşarak sürekli terkedilmesinin nedenlerini anlamaya çalışır.

Hep söylendiği gibi de yolun kendisi yolun gittiği yerden çok daha önemlidir. O yola çıkmak o yolda ilerlemek sonuca ulaşmaktan daha önemlidir. Hacca gitmek isteyen topal karınca hikayesinde olduğu gibi hacı olamazsan bile yolunda ölürsün.

Mantıkta yığın paradoksu (sorites paradox) denen bir durum vardır ve saçaklı mantığın (fuzzy logic) kökleri buralara kadar gelir. Plajda bir kum yığını düşünün. İncecik küçücük taneli kumlardan oluşan bir yığın. Şimdi bu yığından bir adet kum tanesi alın. Yığın aynı yığın mıdır? Hala kum yığını mıdır? Sonra bir tane daha alın, bir tane daha, bir tane daha. Kum yığını bitinceye tek tek kum tanelerini aldığımızı düşünelim. Kum yığını, kum yığını olmayana hangi kum tanesinde geçti? Hangi kum tanesi kum yığınını kum yığını olmayana dönüştürdü. Son kum tanesi mi? Mantıklı düşünen her insan her kum tanesinin aynı etkiyle kum yığınını kum yığını olamayana dönüştürdüğünü söyleyecektir. Zira aksi olsaydı, hepimiz kitapların sadece son cümlesini okurduk ve kitabı okuduk derdik. Oysa bir kitabı okunmuş yapan şey ilk cümlesinden son cümlesine kadar her cümlenin okunmuş olmasıdır.

Bu paradoksu beyninizin arka taraflarında bir yerlere yerleştirirseniz, yaşadığınız tüm olaylara daha farklı bir açıdan bakabilirsiniz. Çünkü hayattaki her şey kendisinden daha küçük şeylerden oluşur. Moleküller, atomlar, kuarklar falan filan işte. Sosyal olaylarda da bu böyledir. Sevgilinizle ayrıldığınızda son kavganız tek başına bu ayrılığı açıklamaya yetmez, mutlaka öncesi vardır. İşten kovulduğunuzda da aynı durum geçerlidir.

Rob Gordon da çıktığı yolda sürekli terkedilmesinin nedenlerini anlayamaz ama bambaşka şeyler öğrenir. Fantezilerin gerçek dünyayla örtüşmediğini öğrenir. Kurgusal fantezilerini terkedip gerçek dünyanın yaşamıyla çakışan güzelliklerine yönelir. Ve evlenme teklif ettiği kadına bir karışık kaset doldurur. Daha önce defalarca kez birilerine karışık kaset dolduran Rob filmin son cümlesinde “ilk defa bunun nasıl yapıldığını anladım” der. Aşkı ya da sevgiyi ya da herneyseyi anlamıştır. Yüksek sadakat işte budur. Fantezilere kapılmamak, onların gerçek olmadıkları için değerli de olamayacaklarını farketmektir.

Film benim erkek romantizmi dediğim bir türde aşkı anlatıyor. Tutkusuz ama sevgi dolu bir aşkı. Neden erkek romantizmi diyorum ben buna? Çünkü çok rasyonel bir romantizm bu ve geleneksel olarak akıl erkektir, duygu ise dişidir. Erkekler duygusuz, kadınlar akılsız olur demek değil bu dediğim. Genel olarak erkekte akıl baskındır, kadında duygu baskındır demek. Bunu da aslında ben söylemiyorum. Şimdi kaynak göster desen uğraşırım da Yin Yang’a kadar gider bu.

Filmde ilginç detaylar vardı benim özellikle hoşuma giden mesela plaklarını otobiyografik olarak sıralamaya karar verdi Rob. Güzeldi. Stevie Wonder ile deliler gibi dalga geçip süreklli sert takılan agresif Barry’nin Stevie Wonder tendanslı yumuşak bir şarkı yapması komikti. Asosyal Dick’in tam kendine göre bir kız bulması falan filan işte. Ha bir de John Cusack’in eski sevgililerini oynayan hatunlar başta Catherine Zeta Jones olmak üzere fazlasıyla güzellerdi ki, evlenme teklif ettiği hatun da gayet güzeldi. Daha çirkin insanlar oynatsalar daha güzel olurdu kanaatimce. Ian Raymond’u da Tim Robbins oynamış, gözüme görünüyor zannettim :)

Sonuçta bir erkek filmi işte. Herşey erkeklerin gözünden anlatılıyor, erkeklerin duyguları yansıtılıyor. Notebook ne kadar kadın filmyse, bu da o kadar erkek filmi.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Sıkıysa Gündüz Gözüyle Yapsınlar

Üç aylık bir bebekken taşındığımız ve ben üniveristeyi kazanıp gidene kadar oturduğumuz evin önceleri oturma odası olarak kullanılan bir karanlık odası vardı. Oturma odasıydı ve güzeldi, hiçbir zaman televizyonun ekranına güneş gelmezdi. Commodore 64’ün ve bir yığın ıvır zıvırının hep ortalarda bulunduğu küçük ve karanlık bir oturma odası. Oniki yaşımdayken evin ileri gelenlerinden annem ile babam, abimle benim çok fazla kavga etmemizi bahane göstererek radikal bir önlem paketiyle bizim odalarımızın ayrılmasına, oturma odasının lağvedilmesine ve salonda oturulmasına karar verdiler. Annem o karanlık odanın yeni sahibi için üzülüyor, misafir odasının hepimizin odası oluşu içinse kara kara düşünüyordu. Uzun yıllar kulaklarımızda çınlayacaktı annemin oğlum nolur biraz toplasanız şu odayı dağıtmasanız, misafirim geliyor, buyur edebileceğim doğru dürüst bir tane oda yok sesleri. Karanlık oda ise anneme göre sağlıksızdı, güneş girmeyen eve doktor girerdi. Odalarımız ayrılırken, hangi odanın kimin olacağı da bir tartışma konusuydu tabii ki. Annem o sağlıksız odada ikimizin de kalmasına kıyamadığından, babamsa bu olayı pek de sallamadığından, evimizde aniden demokrasiye geçildi mutlak monarşiden. Abim ben karanlık odayı isterim diye tutturunca, bana da aydınlık oda kaldı. Annem ama aniden misafirin gelse bir tane düzgün odan olmuyor, seninki de büyük fedakarlık şekerim diyen misafirlerine çocukların bireysellikleri falan filan üzerine sempozyumlar vererek odalarımızı ayırmanın ne kadar doğru bir hamle olduğunu anlatırken, yıllar sonra öğrenecektim ki bu operasyonun meğer tek bir amacı varmış. Abimin sigara içtiğini öğrenen monarşik krallık benim de başlamamam için bu önlemi almış.

Evet gölgelerin gücünü abim alınca bana da ışığın seli kaldı. Abim karanlık odasının duvarlarını Blue Jean ve Beşiktaş posterleri ile doldururken, ben aydınlık odamda Anadolu Liselerine hazırlık testlerini çözmekle meşguldüm. Sonra abimin aklına parlak bir fikir geldi. Karanlık odasına black florasan diye mor bir lamba aldı. Madem mor, ismi niye siyah anlamadım ama o ışık yanarken beyaz bir kıyafetle odaya girersen kendini o Michael Jackson’ların Samantha Fox’ların arasında bir Tom Cruise sanabilirdin. Çünkü beyaz rengi, o ışık tarifi imkansız bir renge sokuyordu. Abimin evde olmadığı zamanlar üzerimde beyaz fanilam ile girerdim o odaya ve mal mal beyazın aldığı renge bakardım.

Ama bundan bir sahne şovu yaratmak hiç aklıma gelmedi be hacı. Her zaman olduğu gibi yapan yine yapmış yapacağını. Çek ışık tiyatrosunun önde gelen temsilcisi Image Theatre, dün Black Light Theatre tekniğiyle TİM'de yaptıkları gösteriyi izleyicilerin yani benim beğenime sundu.

Şimdi ben danstan anlamam, pek fazla ilgi de duymam. Saz ve söz adamıyım ben. Zaten buna da heveslenip gitmiş değilim. Bir arkadaşım sen de gelir misin diyince tamam gelirim dedim ve dün akşam da gittim. Gelirim diyip gittim evet, sözel olarak söz verdiğimin tersini yaptım, reel olarak verdiğim sözü tuttum. Kelimeler ve onların sihirli dünyası.

Neyse, TİM denen yere girince, gereğinden fazla miktarda güzel kızla karşılaştım. İlaçla zehir arasındaki fark dozdur misali başım döndü derken yanımdan sarışın kısa saçlı bir abla geçti ve ben içimden harbiden güzelmiş yaw dedim. Geçen Berna Laçin’di ve cidden güzel kadındı. Ama işte ben buralara ait değilim yürüyüşü ve kimseyi görmeyen, dokunma yanarsın bakışlarıyla tüm kalkanları açıktı onun da. Hemen yanına gidip güzelliğin on para etmez şu bendeki aşk olmasa demek istedim ama doğal olarak korktum ve çekindim. Ya bakışlarıyla beni buzadama çevirseydi. Ya yanındaki adama ilgilen şunla deseydi. Ya imdaaaat diye bağırsaydı.

Gözlerimde korkuyla hayır bakmamalıyım, Berna Laçin’e bakmamalıyım diye kendimi telkin ederken arkadaşım gel şurada sigara içme odası var dedi. Fakat arkadaşımın oda dediği şey eğer bir odaysa tüm İstanbul da bir evdir yani o derece. Gözlerimdeki hayal kırıklığını gören arkadaşım gel merak etme bak soba koymuşlar diyince rahatladım. Bu sobaları daha önce de kışın müşteri kaybetememek amacıyla bahçesi ile ünlü bazı kafelerde görmüştüm ama ilk defa bu kadar yakından inceliyordum. Bildiğin şofben lan. Ama işe yarıyor. O an dedim ki kendime imaj hiçbirşeydir, susuzluk herşey.

Sonra garip bir ses duyuldu. İnsanlar içeri girmeye başladılar. Meğerse o ses zilmiş. Yalnız Pavlov eğer deneylerinde bu zili kullansaydı, asla tarihe geçemezdi, zira köpek asla o sesi anlayamazdı. Ama ben anladım, köpekten zeki olmanın verdiği gururla girdim TİM’im kırmızı koltuklu yuvarlak salonuna.

İçerde Zeki Alasya’yı gördüm. Berna Laçin’in aksine cevre onu pek etkilemiyordu. Evet abi onlar da insan diye düşünürken, salaklığım sinirimi bozdu. Herşey bitti, şimdi de ünlülerin halkla ilişkilerine mi kafayı taktın lavuk dedim kendime. O anda Pavlov’un köpeğinin asla tepki veremeyeceği zil sesi yeniden çaldı ve ben gösterinin birazdan başlayacak olmasını anlamanın verdiği gururla ayağa kalktım. Endişelenecek bir şey yok, sadece gösteri birazdan başlayacak onu haber veriyorlar diye halkı uyardım. Halkın gözünde sağduyunun sesi olmuştum. O anda TİM Belediye Başkanlığı seçimleri yapılıyor olsa Berna Laçin bile oyunu bana verirdi. Herkesin gözlerindeki huzuru görünce yerime oturdum.

Gösteri başladı, havada uçan kumaşlar, tuhaf şekiller, parlak renkler ilgimi çekti. Zilin sesinin ne anlama geldiğini anlamış olmanın verdiği özgüvenle gösterinin perde arkasını çözmeye odaklandım. O sırada sahneye beyaz badisiyle dans ederek giren kız içimde acı bir pişmanlığa sebep oldu. Ben niye fanila yerine badiyle girmezdim ki abimin adı siyah olan mor ışıklı odasına? Fakat kamu görevi yaparken kendi duygusal hezeyanlarımla uğraşmanın etik olmadığını düşünerek yeniden gösterinin sır perdesini aralama görevime döndüm. Yaklaşık yirmi dakika sonra, yanımdaki arkadaşım benden nasıl oluyor lan bu benzeri sesler çıktığını iddia etti ama şiddetle inkar ettim. Ben dedim niye öyle bir şey demiş olayım ki, her işi ışık yapıyor, sıkıysa gündüz gözüyle yapsınlar bu gösteriyi o zaman ben de gururla nasıl oluyor lan bu sesi çıkarırım. Arkadaşım çok bozuldu, haklısın abi dedi her işi ışık yapıyor cidden. Peki dedi ya pandomimciler? Erol Taş kahkahamı attım üstüne yüz yıl önce Şarlo’nun yaptıklarını bana gösteri diye yutturamazlar dedim. O an arkadaşımın yüzünü görmeliydiniz. Düşmanının kafasındaki tenekeden zırhı çıkarıp Robert The Bruce’u gören William Wallace gibi kaldı öyle.

9 Ocak 2009 Cuma

Sonunda Beni de Aralarına Aldılar

Evet sevgili okuyucularım, bugün tarihi bir olaya imza atıyorum. Bu tarihi günde beni yalnız bırakmayın, lütfedin. Geçen gün kendi kendimi mimleyip her tarafımın ağrıdığını belirttiğim yazım üzerine tüm merhametiyle bana kendi kendini mimlersen doğanın dengesi bozulur, yavru mimler mutant olur, sabret ve üzülme, bir gün seni de mimleyen biri olacaktır, kimse mimlemezse seni ben mimlerim diyerek çorak blog hayatıma yuva sıcaklığı getiren Fakeangel yani İngilizce bilmeyen okur için tercüme yapmak gerekirse, ki bu hizmeti de herkes vermez sevildiğinizi bilin, Çakma Melek’e teşekkürü bir borç bilir, bu uzun cümleyi kurmamda bana yardımlarını ve desteklerini esirgemeyen canım kelimelere şükranlarımı sunarım. İşte bu çorak blog hayatımda bugün itibarıyla ilk defa mimlendiğimi öğrenmiş bulunmaktayım. Evet sevgili okuyucularım, sonunda beni de aralarına aldılar.

İlk mimim elbetteki kolay bir şey olmayacaktı ve olmadı da. Bana en sevdiğin şarkıların listesini yap dediler sevgili okuyucularım, buna inanabiliyor musun? Kaç şarkılık liste olacağı, tarih sırasına göre mi listelemeliyim, sevgimin boyutu sıralamasına göre mi, yoksa alfabetik olarak mı dizmeliyim, alfabetik olarak dizersem soyadlara göre mi alfabetik yoksa adlara göre mi, yoksa şarkı isimlerine göre mi, bana bunları söylemediler. Beni hiç tanımıyorlar sevgili okuyucularım, beni hiç tanımıyorlar.

Sevgili okuyucularım, bu mimin üzerine mp3 klasörümde şöyle bir gezintiye çıktım, çok sevdiğim ama gerçekten çok sevdiğim, bende iz bırakan, yani her dinlediğimde beynimde hep aynı görüntüleri oluşturan, bana birşeyler hatırlatan şarkıları alt alta yazmaya başladım. Bitirdim dediğimde, ki bunu demek ne kadar zordur bilirsin di mi sevgili okuyucularım, hak geçmesin diye verilen onca çabaya rağmen, asla mükemmel olamayacağını bildiğin o listeyi bitirdim demek ne kadar zordur, listede 100 şarkı olmuştu. Mp3 klasörümde olmayan ama çok sevdiğim başka şarkılar da vardı aslında. Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, Arabesk eserlerini düşünemedim bile. Yabancı sözlü müzikler de yoktu, enstrümental şeyler de yoktu listede sevgili okuyucularım. Yani bu titizlikle devam edersem konu, ölmeden görülmesi gereken 1001 film adındaki o tuğla kitap gibi bir yere gidiyordu ve içim kan ağlayarak durdum sevgili okuyucularım. Bana, ulan adama bak bi mimledik herif bize tuğla gibi kitap yazmış kim okuyacak lan bunu, hiç mi düşünmedin mimleyenleri demelerinden korktum sevgili okuyucularım.

Sevgili okuyucularım, bu soğuk günde sıcak odalarınızdan beni yalnız bırakmadığınız için size ne kadar teşekkür etsem az. Ancak şunu bilmenizi isterim ki, bu listenin mükemmele yakın bir şekilde müzikal tercihlerimi yansıtabilmesi için listede en az 1000 şarkı filan olmalıdır. Yani aşağıdaki listede bir Dertliyim ruhuma hicranımı, bir İnleyen Nağmeler, bir Aziz İstanbul, bir Aşk Bu Değil, bir Kimseye Etmem Şikayet, bir Sarı Gelin, bir Ahu Gözlüm, bir Eledim, bir Saçlarını Yol Getir, bir Better Together, bir Bohemian Rhapsody, bir Baby I’m gonna leave you, bir Where Did You Sleep Last Night ve aklıma şu an gelmeyen pek çok eser bulunmamaktadır.

Beni mazur görün sevgili okuyucularım, çok duygulanıp lafı çok uzattım. Liste sanatçıların ilk adlarına göre alfabetiktir. Atladığım, unuttuğum şarkılar beni affedin.

1-Ahmet Kaya Acılara Tutunmak
2-Ahmet Kaya Öyle Bir Yerdeyim ki
3-Ahmet Kaya Yalancı Ayrılık
4-Athena Fik Fik
5-Athena Sen de Yap
6-Baba Zula Cecom
7-Barış Manço Alla Beni Pulla beni
8-Barış Manço Bal Sultan
9-Barış Manço Dönence
10-Barış Manço Gönül Dağı
11-Barış Manço Nerede
12-Barış Manço Ömrümün Sonbaharında
13-Bulutsuzluk Özlemi Cezaevinde Bayram Görüşmesi
14-Bulutsuzluk özlemi Sözlerimi geri Alamam
15-Bulutsuzluk Özlemi Tepedeki Çimenlik
16-Bülent Ortaçgil Arada Sırada Düşünür
17-Bülent Ortaçgil Bu iş Çok Zor Yonca
18-Bülent Ortaçgil Çığlık Çığlığa
19-Bülent Ortaçgil Değirmenler
20-Bülent Ortaçgil Eylül Akşamı
21-Bülent Ortaçgil Gece Yalanları
22-Bülent Ortaçgil Memurun Şarkısı
23-Bülent Ortaçgil Pencere Önü Çiçeği
24-Bülent Ortaçgil Şarkılarım Senindir
25-Candan Erçetin Onlar Yanlış Biliyor
26-Cem Karaca Safinaz
27-Cem Karaca Sevda Kuşun Kanadında
28-Doğan Canku Gecelerim
29-Duman Ahh
30-Duman Halimiz Duman
31-Duman Rüyanda Görsen İnanma
32-Emre Altuğ Yani
33-Erkin Koray Arap Saçı
34-Erol Evgin İşte Öyle Birşey
35-Ezginin Günlüğü Aldatan Şarkı
36-Ezginin Günlüğü Delice Zeytin
37-Ezginin Günlüğü Gelmiyorsun
38-Ezginin Günlüğü Hürriyete Doğru
39-Ezginin Günlüğü İstavrit
40-Ezginin Günlüğü Küçüğüm
41-Ezginin Günlüğü Rüya
42-Ezginin Günlüğü Şehir
43-Ezginin Günlüğü Şimdi Sevişme Vakti
44-Ezginin Günlüğü Yüksek kaldırım
45-Feridun Düzağaç Alev Alev
46-Feridun Düzağaç Nadas
47-Fikret Kızılok Bir Harmanım Bu Akşam
48-Fikret Kızılok İnişlerim Çıkışlarım
49-Fikret Kızılok Kalbim
50-Gökhan Kırdar Yerine Sevemem
51-Grup Gündoğarken Gel İstersen
52-Grup Gündoğarken Ne Güzel Olurdu
53-Hümeyra Beyhude
54-Hümeyra Gidemediklerimiz
55-Işığın Yansıması Gün Doğarsa
56-İlhan şeşen Neler Oluyor Bize
57-İstanbul Uyurken (Hamam Soundtrack)
58-Kenan Doğulu Tutamıyorum Zamanı
59-Kumdan Kaleler Evde Yoklar
60-Leman Sam – Vedat Sakman Herneyse
61-Manga Yalan
62-Mazhar Alanson Ah Bu Ben
63-Mazhar Alanson Bir Sonsuz Yağmur Yağsa
64-Mazhar Alanson Hüznün Kuşları
65-MFÖ Buselik Makamına
66-MFÖ Gözyaşlarımızı Bitti mi Sandın
67-MFÖ Sanatçının Öyküsü
68-MFÖ Tam Ortasındayım
69-MFÖ Uç Oldum
70-Modern Folk Üçlüsü Gül Yüzünde Göreli
71-Moğllar Alageyik
72-Moğollar Çok Geç Olur
73-Moğollar Issızlığın Ortasında
74-Mor ve Ötesi Daha Mutlu Olamam
75-Mor ve Ötesi Mucize
76-Nilüfer Dokun Bana
77-Orhan Gencebay Bir Teselli Ver
78-Özlem Tekin Dağları Deldim
79-Özlem Tekin Gezegen X
80-Özlem Tekin Kime Ne
81-Özlem Tekin Yazmamışlar
82-Pentagram Sonsuzluk
83-Pentagram Stand To Fall
84-Sertap Erener İncelikler Yüzünden
85-Sezen Aksu İstanbul Hatırası
86-Sibel Alaş Adam
87-Şebnem Ferah Deli Kızım Uyan
88-Şebnem Ferah Durma
89-Şebnem Ferah İyi Gün Dostları
90-Vedat Sakman Usulca
91-Vedat Sakman Yalnızlığım
92-Yaşar Kurt Korku
93-Yeni Türkü Açelya
94-Yeni Türkü Öldükten Sonra
95-Yıldız Tilbe Delikanlım
96-Zuhal Olcay Aynalar
97-Zülfü Livaneli Gözlerin
98-Zülfü Livaneli Kardeşin Duymaz
99-Zülfü Livaneli Sus Söyleme
100-Zülfü Livaneli Yakup ile Yusuf

8 Ocak 2009 Perşembe

Eylemsizlik Bazen Yapılacak En İyi Eylemdir

Süper Baba’da Alim, Galatasaray Lisesi’nde bir yatılı okul klasiği olan çömez muamelesini görünce içine bir şey yapamıyor olmanın o gıcık ergenlilk acısı çöker. Ne yapmalıyım, ne etmeliyim diye kara kara düşünürken, tesadüfen Aikido ustası Mustafa Aygün ile karşılaşır. Aikido öğrenrise, bir şey yapamıyor olmanın o gıcık ergenlik acısının yerini okulun fırlamasını madara eden çömezin gizemine bırakacağını düşünen Alim Efendi, Mustafa Hoca’nın paçasına yapışır ve bir klasik daha gerçekleşir.

- Mustafa Hoca bana aikido öğret.
- Neden öğrenmek istiyorsun?
- Herkesin içinde beni rezil ediyorlar Mustafa Hoca ya, ergenlik acım doldu taştı.
- Sana aikido öğretmem.
- Ama neden, nolur çok ihtiyacım var. Söz, çok çalışacağım, ne dersen onu yapacağım.
- Çünkü aikido bir saldırı değil savunma sanatıdır ve sen saldırmak istiyorsun.

İşte burada Alim Efendi abi o zaman bana saldırı öğretecek ne bileyim boksör falan olur bir hoca tavsiye et diyeceği yerde, saldırı amacıyla kullanmayacağına, sadece bir daha saldırıya uğrarsa kendisini savunacağına dair Mustafa Hoca’ya söz verir. Tabii Karate Kid de olur o zaman Aikido Kid. Bir süre sonra birkaç numara öğenen Alim, kendisine saldıran fırlamayı okulun kantininde herkesin içinde gayet asil bir biçimde madara eder.

Aikido hakkında Mustafa Aygün’ün anlattığı şeylerden biri de şudur: Aikidoda amaç kendini korumak ve saldırganın gücünü saldırgana karşı kullanarak safdışı bırakmaktır. Yani saldırgan bir hamle yaptığında bir enerji harcar ve senin tek yapman gereken o enerjiyi kendi lehine çevirecek basit hareketi yapmaktır. Atıyorum sana yumruk atan adamın yumruğundan kaçıp dengesini yitiren adamı hafifçe iterek yere düşürmek. Böylece harcadığın enerjiden daha büyük randıman alabilirsin.

İşte uzun zamandır kendimi böyle bir aikido ustasının karşısında saldırmadan durması gereken biri gibi hissediyorum.

Biraraya geldiklerinde siyasetten, küresel ısınmadan, çevre kirliliğinden, doğanın dengesinden, Filistin’de ölenlerden falan konuşan insanlara katlanamıyorum. Tüm iyi niyetleriyle çözüm üretmeye çalışan, birşeyler yapmaya çalışan insanlara kendime yaptığım tüm o “sen karışma, aman sus” telkinlerine rağmen bir süre sonra tepki gösteriyorum. Vaktimin bu konuşmalarla harcanmasına tahammül edemiyorum. Anlatanların heyecanı, bazı başarı öyküleri filansa büsbütün sinirimi bozuyor. Hemen başlıyorum, Koç Üniversitesi dünya kadar ağaç kesti okulu yaparken, TEMA’nın gıkı çıkmadı, sonra bir öğrendik ki, Koç Holding TEMA’nın en büyük bağışçısıymış. Biri kentsel dönüşüm projesi anlatıyor heyecanla, ben başlıyorum kentsel dönüşüm şehrin istenmeyen insanlarının ellerinden mallarını alıp o malları başkalarına satmak için tezgahlanmış bir pazarlama stratejisidir. Ama aslında bunları söylerken bile pişman oluyorum. Çünkü söylediklerim ikna etmişse; “peki napacağız abi, ona inanma, buna inanma, hayatımızı mahvediyorlar” sorularına muhattap kalıyor, etmemişse; bu defa da kendi argümanlarımı kuvvetlendirmeye çalışmak zorunda kalıyorum.

Oysa ki, yabancılaşmanın tek çözüm olduğunu, en iyi hareketin hiçbirşey yapmamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü, sistem tıpkı bir aikido ustası gibi senin enerjinden besleniyor, senin saldırırken harcadığın enerjiyi kendi lehine kullanıyor. Yaptığın herşey sisteme yarıyor.
O yüzden de diyorum ki, bana dokunmayan yılan bin yaşasın. Aslında yılanın yaşamasını istediğimden değil, yılanı öldüremeyeceğimi düşündüğümden. Yılanla ne kadar az temas edersen, yılanla ilişkin ne kadar az olursa o kadar iyi. Çünkü yılanla savaşmak bile seni yılana yaklaştırır.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Kendi kendimi mimlemeye kalktım, şimdi her yerim ağrıyor yaaa

Kendi halimde, asosyal bir blog insanı olduğumdan, bu mim, sim, kim işleri pek uğramaz bana. Doğrusu bu ya, uğramasını da istemem. Yok bilmem ne günü yoksulluğu anlat, yok masaüstünün printscreenini gönder, yok Maslow’un bilmemnesine bak. İstemem. Okulda kompozisyon yazmaktan da nefret ederdim zaten. Şu anda edebiyat hocasıyla bu statümle bir dialog gerçekleştirmek istedim.

- Yerli malı haftası ile ilgili bir kompozisyon yaz.
- Niye?
- Bu hafta yerli malı haftası da ondan.
- İyi de Fener Cimbom derbi haftasında sen bana derbi hakkında kompozisyon yaz diyon mu da kıçı kırık yerli malı haftasında benden yerli malı haftası kompozisyonu istiyon?
- Büyüyünce istediğin konu hakkında yazarsın ama şimdi benim dediğim konular hakkında yazmak zorundasın.
- Ama o zaman benim yazdığım kompozisyondaki umursamaz ve yalın tat seni bozmasın, beni sınıfta filan bırakmaya kalkma sakın.
- Daha kompozisyonu yazmadan pazarlık ediyorsun.
- Zoruna mı gitti.
- Sen nasıl konuşuyon lan benle.
- Nasıl konuşuyormuşum.
- Saygılı ol ben senin öğretmeninim.
- Hadi ya, ben okunacak bütün okulları okudum yavrum. Bu saatten sonra yolum okula düşmez benim. Ne öğretmeni, ne saygısı.
- İyi lan yazma kompozisyon falan.
- Sana ne yaa, sen yaz diye yazıyor olmadığım gibi, yazma dedin diye de yazmıyor olmayacağım.
- İyi de şu anda naparsan yap ben dediğim için olmuş gibi olacak.
- Evet çünkü sen kendini öğretmen sanan bir döneksin.
- Zoruna mı gitti.
- İntikam soğuk yenen bir yemektir.
- İyi soğuk ye o zaman.
- Sen soğuk ye dedin diye soğuk yiyecek değilim.
- Allah seni ıslah etsin.
- Cümlemizi.
- Amin.
- Amin.

Her neyse mimlerdeki test çılgınlığı beni sersefil edince, acaba ben kimlere aşık olurum, acaba başkaları benim nasıl bir insan olduğumu düşünüyor temalı testleri yapmadan düzelemem dedim kendi kendime ve ilgili testleri yaptım.

Efendim ben baskın karakterli biriymişim, Doğuştan yönetici vasıflarıyla doğmuşum ve şimdiye kadar hep yönetmeye ve yönlendirmeye alışmışım. Gerçekten çok enteresan, zira hayatım boyunca emir alan birisi oldum. Hiç yönetici sıfatıyla çalışmadım. Hep eleman oldum. Lan ben sınıf başkanı bile olmadım ya, ne yönetmesi ne alışması. Ben sadece sevdiğim bir programı seyrederken televizyonum bozulursa, başka bir işle uğraşmaya çalışırım dedim ki, bu cevap bendeki hangi yönetici vasfımı uyandırdı anlamadım, belli ki tembelim işte. Bir de ilk buluşmada hanım kızımız beni ekerse, benden hoşlanmadığını düşünürüm dedim. Doğuştan yönetici olsam, kıza gps taktırır, izlerim lan. Birlikte olduğum hatun başka biriyle daha işi pişiriyorsa ne yaparsın sorusuna da bir daha yüzüne bile bakmam dedim. Lan ben baskın karakterli olsam o herifi bulur döverim ya. Bir arabada aradığım en önemli özellik konfor olduğu için hayatıma girecek kişilerde tercihlerime uyması şartını gözetiyormuşum. İsteklerimi gerçekleştirecek ve onlara uyacak karakaterde kişilere aşık oluyormuşum. Kim tercihlerine uymayan birine aşık olur anlamadığım gibi, arabada konfor aramamın bununla ne ilgisi olduğunu da anlamıyorum. Maskeli baloya batman kostümüyle gittiğimden mütevellit başrolde değilsem ilişki bana mutluluk getirmiyormuş. Her filmin iki başrolü olur, biri esas oğlandır, öbürü de esas kız. İlişki dediğin iki kişilik olunca esas oğlan da doğal olarak ben olurum zaten, Temel Reis ile Safinaz’ı gerçek aşk olarak düşünüyor oluşumun bununla ne ilgisi var? Süper güç edinmek isteseydim düşünceleri okumak isterdim. Bu yüzden zaman zaman birlikte olduğumuzda birbirimizi çok daha iyi yerlere taşıyabileceğimiz ilkişkiler varken bunlara sırt çeviriyormuşum ve çok daha azıyla yetiniyormuşum. Düşünce okusam herhalde hatunun benim hakkında ne düşündüğünü bilirdim ve sinerji yaratabileceğim ilişkilere sırt mırt çevirmezdim. Yolumdaki ağacın birdenbire dilek ağacı olmasına saçmalık bu dememden daha doğal ne olabilir gerçekten bilemiyorum. Beni mesela bir maskeli baloya çağırsa esas kız, elimden geleni yaparım gitmemek için. Dolayısıyla da onu ikna etmeye çalışırım tabii ki. Peki edemezsem o maskeli baloya onu yalnız gönderir miyim, tabii ki göndermem tıpış tıpış giderim balonun en maskelisine en batman kostümümle. Bir gün birisi çıkıp size ilişkinin bir savaş olmadığını ve iki taraf da eşit olduğunda çok daha mutlu olunabileceğini farkettirecek. Allahım yarabbim. Ben ki, kadına erkeğe değil insana inanan bir canlıyım, gece ve gökyüzü denince aklıma yıldızlar geldi diye mi ilişkinin savaş olduğunu düşünüyorum yaaa.

Öte yandan gün içinde en çok akşam üstü kendimi iyi hissederim, çünkü iş biter, özgür kalırım. Genellikle hızlı ve büyük adımlarla yürürüm çünkü dışarılardan çok içerileri severim ve uzun boyluyum abi, küçük adım atmam mantıksız değil mi? İnsanlarla konuşurken elim cebimde olur, çünkü ellerimi nereye koyacağımı genelde bilemem. Dinlenirken de ayaklarımı uzatırım, çünkü uzun boyum yüzünden sevgili ayaklarım gün boyu pek çok yerde şekilden şekile girer. Birşeyi çok komik bulursam yüksek kahkahalarla gülerim çünkü komik bulduğum şeyi komik bulduğumu herkesin bilmesini isterim. Bir partiye gidersem ki, mümkün mertebe gitmem, sessizce içeri girer etrafta tanıdığım var mı diye bakarım. Etrafta tanıdığım yoksa hemen evime gideyim de parti saçmalığında daha fazla eziyet çekmeyeyim diye. Konsantre olmuş çalışırken rahatsız edilirsem sinirlenirim tabii ki, sinirimi de belli ederim ki bir daha yapmasın. En sevdiğim renk sarı veya açık mavidir. Canlı renkleri severim. Bir de sarı bozkır, açık mavi gökyüzünü hatırlatır, yaşasın içanadolu insanları. Uykuya dalmadan önce elimi başımın altına koyarım, çünkü yastıklarla bir problemim var. Ya çok inceler, ya da çok kalın. Optimum yastığı bulursam bunu da yapmam yani kimse merak etmesin. Genelde de rüya görmem. Görmem işte lan, yattım mı külçe gibi uyurum. Bu sorulara bu cevapları verince doğuştan lider oldum iyi mi? Başkaları beni heyecanlı, havai, etkileyici bir kişiliğe sahip biri gibi görürlermiş, hızlı kararlar alan doğal bir lider gibiymişim. Niye? Akşamüstleri kendimi iyi hissederim çünkü, bir de dinlenirken ayaklarımı uzatırım. Rahmetli Hitler de kesin dinlenirken ayaklarını uzatırdı zaten. Ama hızla aldığım bu kararlar her zaman “en doğruları” olmayabilirmiş. Hzılı yürüyorum ya valla hep ondan. Yavaş yürüsem hep o en doğru kararları alırım ben. Insanlar beni güçlü ve riske girmeyi seven, birşeyi ikinci kere denemekten kaçınan, maceracı biri olarak görürlermiş. Külliyen yalan. İnsanlar beni riskten nefret eden, aşırı rasyonel, statükocu biri olarak görürler, çok da haksız sayılmazlar. Benimle vakit geçirmekten hoşlanırlarmış. Bakalım ben onlarla vakit geçirmekten hoşlanıyor muyum? Zira pek fazla insanla vakit geçirmem. Eee liderler yalnız olur olm, kolay mı? Tam anlamıyla sosyal ortamların aranılan simasıymışım. Lan ben asosyalim, beni kim ne diye arasın.

Test sonuçları yanlış olmasına rağmen ilginç ve birbiriyle tutarlıydı. İçimdeki lideri keşfetmiş olabilir miyim diye büyük bir umut doğdu içime. Hemen dışarı çıktım. Birisi arabasını park edilmez levhasının altına park ediyordu. Gittim, kendimden çok emin bir biçimde arabanın camını tıklattım. Camı açan arkadaşa, kendimden daha da emin bir ses tonuyla, buraya park yapmak yasak lan dedim. O da arabadan inip levyeyle kovaladı beni. Kaçarken üç kere düştüm. Her yerim çok ağryor yaaaaaaa.