25 Temmuz 2008 Cuma

Siyaseten doğruların kanatlarında bir profesyonel

Doğdu. İlk 6 ay anne sütüyle beslendi. Sonra piyasanın en güzel mamalarıyla. İçlerinde bir bebeğin ihtiyaç duyabileceği vitaminlerin, minerallerin ve şunların bunların olduğu mamalar. 1 yaşına geldiğinde yürümeye başladı. 2 yaşında konuşmaya. İlk kelimesi anne oldu. 4.5 yaşında anaokuluna gitti. 5 yaşında tenise ve piano çalmaya başladı. 7 yaşında kolejdeydi. İngilizce öğreniyordu okuma yazmayla birlikte. 9 yaşında ilk piano resitalini verdi okulun salonunda. 10 yaşında pul koleksiyonu yapmaya başladı. 11 yaşında ortaokuldaki çocukların çözmekte zorlandığı havuz problemlerini çözüyordu. 12 yaşında öğrendi üçgenin iç açılarını ve hipotenüsü. 13 yaşında başladı bıyıkları tellenmeye ve ilk tenis kupasını kazandı yıldızlarda. 14 yaşında başladı OKS sınavlarına hazırlanmaya. 15 yaşında İngilizcesinin mükemmel olduğu belgelendi. Alman Lisesi istiyordu Almanca için. 1. tercihini kazandı. 16 yaşında gitar çalmaya başladı. Dalgıçlık ve yamaç paraşütü kurslarına katıldı. 17 yaşında okul gezisiyle Avrupa’ya gitti. Üniversite sınavlarına hazırlandı. Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde okumak istiyordu. Fransızca da öğrenip, üç büyük dili öğrenecekti. Master sırasında da İspanyolca düşünüyordu. 18 yaşında 1. tercihini kazandı. Artık Galatasaray Üniversitesinde bir Uluslararası İlişkiler öğrencisiydi. O yaz turist rehberliği yaptı. 19 yaşında saçlarını uzattı ve top sakal bıraktı. Ehliyetini aldı. Interrail ile 45 gün tüm Avrupa’yı gezdi. 20 yaşında 3. sınıftayken Le Figaro gazetesinde İstanbul subesinde part time çalışmaya başladı. Ortadoğu haberlerini inceliyor, ajanslardan gelen haberlerin içinde eleme yapıp editöre sunuyordu. Okulda dalgıçlık kulübünün başkanı seçilmişti. 21 yaşında biriktirdiği paralarla ilk arabasını aldı. 22 yaşında aşık oldu Boğaziçi İşletmede okuyan güzel bir kıza. O yıl mezun oldu okuldan iyi bir not ortalamasıyla ve o yıl Sharm El Sheikh’e dalmaya gitti. Sorbonne’da mastera başladı. Tezinin konusu Latin Amerika ülkelerinde askeri darbelerdi. Böylece İspanyolca öğrenmeye başladı. Sevgilisi de Amerika’da finansal yönetim alanında master yapıyordu. Webcamler imdada yetişti, sürdü ilişkileri. Tezini bitirdiğinde 24 yaşındaydı. Doktora yapmak istiyordu ve önünde çok fazla burslu doktora yapma seçeneği vardı. Kız arkadaşının yanına Boston’a gitti doktora için. Bu kez doktorasını Türk Amerikan ilişkilerinde İsrail etkisi konusunda yapacaktı. 25 yaşında sevgilisiyle nişanlandı aile arasında sade bir törenle. 26 yaşında Boston senatörünün Latin Amerika danışmanıyla tanıştı ve onun yardımcısı olarak part time çalışmaya başladı. Bu arada nişanlısı da Citibank’ta portföy yönetiyordu. 27 yaşında evlendiler. 28 yaşında doktorasını bitirdi ve karısıyla İstanbul’a döndü. Bedelli askerliğe hak kazanmıştı. Hemen askerliğini yaptı. Biriktirdikleri paralar ve biraz da banka kredisiyle Ulus’ta bir daire aldılar o yıl. Karısı Citibank İstanbul’da, o da Procter and Gamble’da uluslararası pazarlama şefi olarak işe başladı.

Şu an ikisinin aylık geliri toplam 20,000 USD civarında. Evinin değeri 500,000 USD. Karısının Wolkswagen Golf’ü, kendisinin Audi A4’ü var. Evinde tenisten kazandığı 4 kupa, sayısız dalgıçlık bröveleri bulunmakta. Pul koleksiyonuna 10,000 USD veren oldu, satmadı. Ortak banka hesaplarında 50,000 USD bulunmakta. Buzdolaplarının üstünde dünyanın dört bir yanından alınmış magnetler var. 4 dil bilen bir Uluslararası İlişkiler Doktoru o.

Oynadığı oyunlarda hiç mızıkçılık yapmadı. Dolaptaki şişeden ağzıyla su içmedi. Her gece dişlerini fırçaladı. Bahçeden erik çalmadı hiç. Körkütük sarhoş olacak kadar içmedi içkiyi. Okulda gitmedi disipline hiç. Karnesinde zayıf not olmadı. Yaz yağmurunda ıslanmadı, hep en yakın apartmanın girişinde yağmurun durmasını bekledi. Seyyar köftecilerden köfte ekmek yemedi. Büyüklerine saygı küçüklerine sevgi gösterdi. Kavga etmedi hiç. Kumar oynamadı. Kırmızı görmüş boğa gibi sinirlenmedi, final maçının son dakikasında galibiyet golü atmış gibi sevinmedi. Hiçbir olay ona dünyanın sonuymuş gibi gelmedi. Sular seller gibi coşmadı, hiç fevri olmadı. Hep sakin, tutarlı ve mantıklı oldu. Katıla katıla gülmedi, hıçkıra hıçkıra ağlamadı. Elleri hiç nasır tutmadı, su toplamadı ayakları. Hiç parasız kalmadı. Reddedilmedi, yenilmedi. Başarı onun için nefes almak gibi oldu hep. Hep örnek gösterildi anneler ve babalar tarafından.

20 Temmuz 2008 Pazar

Chris De Burgh, 60 yaşındaki çocuksu İrlandalı

Bu akşam CNN Türk’te Chris de Burgh’un bu sene Park Orman’da 24/05/2008’de verdiği konserden bölümler yayınlandı. 60 yaşında adamın o çok güzel şarkılarının yanısıra, çocuk gibi sevinçli hareketleri müthişti. Adam “Lady In Red”i 12 telli gitarıyla bütün izleyicilerin arasında dolaşarak söyledi. Bir çocukla uzun uzun tokalaştı. Çocuğun ve Chris De Burgh’un benzer yüz ifadeleri o kadar güzeldi ki, ben üstünden 2 ay geçmiş konsere gitmediğime hayıflandım. Yüzündeki gülümseme gerçekten çok hoştu. Sahnede adam o kadar enerjik ve çocukçaydı ki, gerçekten adamı çok sevdim. Şarkılarını zaten çok severdim. Story Teller muhabbetine de zaten Oğuz Atay’ın Demiyolu Hikayecileri öyküsünden hastayım. Ama bu kadar samimi bir adam olduğundan haberim yoktu.

Yıllar önce TRT’nin tek kanal olduğu günlerde, Aksu isimli bir örgü ipliği markasının reklamında çalan müzikle ilk kendisiyle tanışmıştım. O kadar güzeldi ki müzik, kim bu kim bu diye karışık kaset dolduran insanlara sora sora bulmuştum kim olduğunu. Eeee o zaman Google, internet falan yok. Dünya müziği ancak bu şekilde takip edilebiliyordu. Karışık kaset dolduran insanlar vardı o günlerde. Popüler dünya müziklerine herkesten daha hakim abiler olurdu kasetçilerde. O abilerden biri bilmişti Aksu reklamında çalan şarkıyı. Şarkı Chris De Burgh’un The Traveller isimli şarkısıydı.

Şimdi kimse televizyonda örgü ipliği reklamı vermiyor. Hatta pek örgü ören de kalmadı galiba. Ama Chris De Burgh Park Orman’da The Traveller isimli şarkısını çaldığında; gözlerinde, ellerinde birşeyler olan, intikamını koklayabileceğiniz gezginin nereye gideceğini kimse bilmiyordu. Fakat herkes şarkıyı biliyordu.

There is something in his eyes, something in his hands,
You can almost smell his revenge!
And whoever he is after, it will be disaster:
This man is gonna take him to the very end....

Sonra Parkorman’da herkes kelimelerin söyleyemeyeceği kadar özlediği, hergün düşündüğü birine doya doya “Missing You” dedi. Seni buldum, asla gitmene izin vermem dedi.

I've been missing you, more than words can say,
And that I've been thinking about it every day,
Well tonight's our night for dancing nice and slow,
Because now I've found you, I'm never letting go,
No, now I've found you, I'm never letting go;

Gerçekten televizyon karşısında bile bana zevk veren bu konserin samimiyetiyle evimden alkışladım Chris De Burgh’u. Reklam arasında, diğer kanalda İbo Show vardı ve geçen hafta Yasmin Levy ile İbo’nun yaptığı düeti tekrar gösteriyordu. Yasmin Levy Türkiye’de vereceği konser öncesinde, İbo’nun bir şarkısına İspanyolca sözler yazmış. İbo Türkçe söylüyor, Yasmin İspanyolca. Şahane birşeye daha tanık olmuştum.
Bu gönül az mı kahrını çekti
Bensiz aşkın neye yarar ki
Kaç kere kırdın, yerlere aktım
Yaralı kalbim affeder mi?
Televizyonda bazen çok güzel şeyler yayınlanıyor. Hatta aynı zamanlarda TRT 2’de Sinemasal kuşağında da Reha Erdem’in “Kaç Para Kaç” filmi yayınlanıyordu. Sahiden çok güzeldi bugün televizyon.

8 Temmuz 2008 Salı

Sigara Dumanı Altında Gazete Haberleri

"Bağımlılık için bir sigara yeter.

Yeni Zelanda’da yapılan bir araştırmaya göre sigara tiryakiliği için bir sigara yeterli. 96 bin genç üzerinde gerçekleştirilen araştırma, gençlerin bir kez sigara içtikten sonra, yeniden sigara isteyip istememesi üzerine yapıldı. Sonuca göre yüzde 10’u iki gün, yüzde 25’i ise bir ay içinde tekrar sigara içmeyi düşündü."

Evet bu sabah okuduğum haber aynen bu. Alev Alatlı’nın meşhur bir hikayesi vardı Or’da Kimse Var mı serisinde. “Turgut Reis 21 Ağustos 1565’te Nice’de karaya çıktı.” diyen adamın ben nesini düzelteyim diyordu Günay Rodoplu. Turgut Reis değil, Barbaros Hayrettin. 21 Ağustos değil, 21 Temmuz.1565 değil, 1543. Nice değil, Marsilya.

Aynen bu haber de bende bu şok hareketini yarattı. Bağımlılık için bir sigaranın yetip yetmediğini araştırmak için Yeni Zelanda’da bilim adamları daha önce hiç sigara içmemiş 96,000 genç bulmuşlar, onlara birer tane sigara içirmişler. Sonra da canın sigara istiyor mu diye hergün sormuşlar gençlere. 9,600 kişi 2 gün içerisinde, 24,000 kişi de bir ay içinde tekrar sigara istedik demişler.

Birincisi 96,000 kişinin %35’i için bu durumu geçerliyse “bağımlılık için bir sigara yeter” başlığı biraz fazla iddialı değil mi ? Bir sigaranın yetmediği %65'e noldu ?

Kardeşim sen manyak mısın 96,000 tane hiç sigara içmemiş adama sigara içiriyorsun. Neden içiriyor ? Hipotezini doğrulatmak için. Ne bu hipotez ? “Sigara bağımlılığı çok tehilkelidir hatta bir sigara bile bağımlılık için yeterli olabilir.” Senin böyle bir hipotezin var da ey bilim adamı, bu hipotezin doğruluğuna da inanıyorsun o zaman sen nasıl daha önce hiç sigara içmemiş 96,000 kişiye sigara içirtirsin ya. Ya hipotezin gerçekten doğruysa napacaksın ? Yazık değil mi o kadar adama ?

Ayrıca böyle bir araştırmaya nasıl güvenebilirsin ey bilim adamı ? Mesela bu araştırma Türkiye’de yapılmış olsaydı. Bedava sigara verildiğini duyan binlerce genç biz daha hiç sigara içmedik diye sana koşarlardı. Bir daha beleş sigara verirsin belki diye de canlarının sigara istediğini söylerlerdi. Yeni Zelanda’dakiler çok mu dürüst ahlaklı çocuklar ?

Hem neden Yeni Zelanda ? Sıkıyorsa yapsana bunu bir Avrupa Birliği ülkesinde. Bak bakalım başına neler gelecek ey bilim adamı.

Evet ya bu haber bir asparagastır, ya da bu bilim adamı manyaktır. Haber asparagassa bu sefer gazateye sallayacağım izninle blog kardeşim. Ama şimdi değil, daha sonra…

American Beauty, Alternatif yaşamlar mümkündür

Dün gece bu filmi tekrar izledim. İlk izlediğimden beri hiç aklımdan çıkmayan o beyaz poşetin şahane dansı ile birlikte gelen o şahane replik. “Bazen dünyada öyle çok güzellik oluyor ki, hepsini almaya kalbim dayanmaz da göçer gibi geliyor bana.” (Sometimes there's so much beauty in the world I feel like I can't take it and my heart is just going to cave in.) Ne inanılmaz bir cümledir bu. Tüm bir dünyayı içselleştirme arzusu. Hiçbirşeye yabancılaşmama talebi. Bu nasıl bir yaşam sevgisi.

Bu lafı söyleyen çocuğun, ırkçı, faşist, şiddet yanlısı, zavallı bir gizli eşcinsel emekli albay bir babası var. Babanın etkisi altında perişan olmuş pasifize olmuş bir annesi var. Akıl hastanesinde yatmış uyuşturucu bağımlısı asosyal görünüşlü biri bu çocuk. Ama diğer taraftan meseleleri kafasında çözmüş biri. Hiçbirşeyden korkmuyor, dış dünyadan çok fazla etkilenmiyor, zevkleri global eğilim belirleyiciler tarafından belirlenmiyor. Kendine ilişkin gerçek bir dünyası var. Sahtelikten çok uzak net bir dünya. İşte bu net dünyanın hiçbir zerresine yabancılaşmak istemeyen birisi Ricky Fitts. Samimi. Uyuşturucu kullanıyor. Uyuşturucu satıyor. Ama algıları daha sahici.

Kızı ile yaşıt bu genç adam Lester Burnham’ı sahtelik dolu dünyasından kurtarıyor. Lester birdenbire tüm yapaylıklara savaş açmaya başlıyor. İlk hedefi nefret ettiği işi oluyor. Şantaj yaptığı şirketinden kopardığı iyi bir tazminatla istifa ediyor. Hayatı boyunca hayalini kurduğu Firebird’üne sahip oluyor. Hamburgercide çalışıyor. Kızının arkadaşı Angela’ya karşı duyduğu isteğe boyun eğiyor. Spor yapmaya başlıyor, vücudunu geliştiriyor. Hayatında gerçek hiçbirşeye sahip olmayan, hayatını imajına adamış, kurban olmayı redddediyorum diyerek kurban olmaktan kurtulduğunu sanan, ama aslında dünyayı “ya kurbansındır ya da tanrı” olarak algılayan dar görüşe sahip olduğu için hep kurban olmaya mahkum karısı Carolyn’i de kurtarmak istiyor bu yapaylıktan. Sen her zaman böyle değildin diyor nasıl bu hale geldin diyor. Partilerde sıkıldığı zaman kriz geçirme numarası yapan kıza ne oldu diyor. İlk evimizde koşa koşa çatıya çıkıp trafik helikopterlerine kendini gösteren o kızı tamamen unuttun mu diyor. Ben o kızı unutmadım diyor. Ancak kanapeye bira dökülme tehlikesi Carolyn’in film boyunca yaşadığı en romantik anda bile baskın çıkınca, Lester için durumu kabullenmek kaçınılmaz oluyor. Zaten hemen akabinde emlak kralı Buddy ile karısının kendisini aldattığını öğrenecektir. Hiç dert etmez bunu kendisine Lester. Tersine karısının mutlu olması hoşuna bile gider.

Lester yaşadığı hayatın yalan ve yapay bir dünya olduğunu anlayıp bu hayatın kölesi olmamanın mümkün olduğunu hissettiği anda delik deşik etti eski hayatını. Kimseyi ezmedi kimseye de kendini ezdirmedi. Canı ne istiyorsa onu yaptı. Başarı denen kavramın hedeflerle ve amaçlarla olan ilgisini farketti. “Başarılı olmak için sürekli başarı imajı sergilemen gerekir” diyen karısına inat imajın canı cehennemedir aslında. Birden kurtuldu dünyasını sarmalayan saçmalıklardan. Hamburgercide hamburger pişirirkenki yüz ifadesi huzur doludur. Huzurludur, mutludur, isteklerine ulaşmıştır. Karısının aksine ne kurbandır ne de tanrıdır. O bu sistemin dışına çıkmış sistem ile alışverişini minimal düzeylerde sürdüren biri olmuştur. Çok istediği Angela’nın isteklerine uygun bir adam haline gelmiştir. Kızının sınıf arkadaşı, model olmak isteyen sarışın güzel kız Angela’nın cümlesi, “Sıradan olmaktan daha kötü hiçbirşey yoktur bu hayatta”dır. Lester ilk gördüğü andan itibaren Angela’yı arzulamaktadır. Janie bu durumu utanç verici bulmakta, Angela’nın ise hoşuna gitmektedir. Angela da bambaşka bir sahte yapay dünyasında büyütmektedir kendini. O da Carolyn gibi imaj satmaktadır çevresine. Seksi, popüler, güzel sarışının bakire olduğunu filmin sonunda anlarız ancak.

Lester’ın ve özellikle Ricky’nin hikayesi başka türlü bir hayatın mümkün olduğunun çığlığıdır. Mahkumiyetin bir tür tercih olduğunu gösterir bize. Ve aslında “bazen dünyada öyle çok güzellik olur ki, hepsini almaya kalp dayanmaz da göçer gibi gelir insana”.

Filmden çok beğendiğim iki orijinal replik ile bitirmek istiyorum bu yazıyı :

Ricky, Janie’ye çektiği en güzel görüntüyü anlatıyor.

“It was one of those days where it's a minute away from snowing, and there was this electricity in the air. You can almost hear it. And this bag was just dancing with me, like a little kid begging me to play with it, for 15 minutes. That's the day I realized that there was this entire life behind things and this incredibly benevolent force that wanted me to know that there was no reason to be afraid ever. Video's a poor excuse, I know, but it helps me remember. I need to remember.

Sometimes there's so much beauty in the world I feel like I can't take it and my heart is just going to cave in.”

Lester öldükten sonra iç ses olarak anlatır.

“I had always heard your entire life flashes in front of your eyes the second before you die. First of all, that one second isn't a second at all. It stretches on forever, like an ocean of time. For me, it was lying on my back at Boy Scout camp, watching falling stars. And yellow leaves from the maple trees that lined our street. Or my grandmother's hands and the way her skin seemed like paper. And the first time I saw my cousin Tony's brand-new Firebird. And Janie. And Janie. And Carolyn.

I guess I could be pretty pissed off about what happened to me, but it's hard to stay mad when there's so much beauty in the world. Sometimes I feel like I'm seeing it all at once and it's too much. My heart fills up like a balloon that's about to burst. And then I remember to relax and stop trying to hold on to it. And then it flows through me like rain, and I can't feel anything but gratitude for every single moment of my stupid little life.

You have no idea what I'm talking about, I'm sure. But don't worry. You will someday.”

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Meksika Sınırı

Pazar günü sabah çok acayip bir program izledim, kumandamın uzak köşelerindeki bir televizyon kanalında tesadüfen. Tekrar yayınıymış. Ülke TV diye bir kanalda Meksika Sınırı diye bir tuhaf program. Önce bir salak salak baktım. Anna da Anna anlatıp duruyorlardı. Önce bir yüzlerine baktım. Temiz yüzlülerdi ve değişik yerlere referans veriyorlardı. Bir Yunus Emre diyorlar, bir Innaritu’nun kısa filminden bahsediyorlar. Bir anda tuhaf bir müzik çalıyordu fonda youtube dehlizlerinden çıkarılmış. Özbek bir adam arkasında arapça yazıların olduğu bir yerden gitar gibi çaldığı sazıyla Şaman müziği yapıyordu. Bu satırların yazarı ne anlar Şaman müziğinden. Ama güzel geldi kulağına belli ki Şaman müziği tamlaması. Hor görmeyin garibanı derken bir Harabat ehli şiiri çıkıyordu ekrana. Harabat kim nedir derken Utero sendromu patladı Meksika Sınırında. Yavaş yavaş Selahattin Yusuf’u hatırlamaya başladım. Zaman’da mı Yeni Şafak’ta mı ne yazardı bir ara, Gerçek Hayat’ta çıkardı karşıma zaman zaman. Ben Gökhan Özcan’ı takip etmeye çalışırken, bu adam da hep çıkardı bir yerlerden karşıma. Diğerlerini hiç bilmiyorum.

Derin bir muhabbet içerisindelerdi. Derinliği bilgiden gelmiyordu muhabbetin. Derinliği akıldan da gelmiyordu muhabbetin. Derinliği samimiyetten geliyordu muhabbetin. Elbette standart üstü bir bilgi ve akıl vardı adamlarda ama deniz derya konumundan da çok uzaktalardı. Bir tür kolaj sanatçıları gibiydiler, uygun yerde uygun alıntıyı patlatan. Ama işte derindi muhabbet. Hani bazen tesadüfen bir araya gelen arkadaşların patlattığı derin muhabbetler olur. Bir bakarsın konu Quantum fiziğine gitmiş, ordan dönmüş yabancılaşmaya gelmiş, ordan gitmiş öğrenilmiş çaresizlik muhabbetine. Aslında tek tek eşelesen, hiçkimse ne adam gibi quantum bilir, ne öğrenilmiş çaresizlik ne de yabancılaşma. Ama bir şekilde yüzeysel bilgiden derin muhabbetler çıkar. Bunun da aslen temel sebebi muhabet edenlerin samimi, sulandırılmamış cidddiyetleridir.

Bu türden bir muhabbeti görünce televizyonda takıldım, izledim. Aşka geldiğinde konu, dalıp gidenlere baktım. Dağılmış ruh hallerine baktım. İçe dönmeleri, içe hapsoluşları izledim. Meksika Sınırı ne alaka diye merak edince, buldum. Meğer Mehmet Efe diye birinin yazdığı bir şiirden kaynaklanmış programın adı. Şiiri de ayrıca beğendim. Programa da güzel isim olmuş doğrusu.

Meksika Sınırı
hep bir meksika sınırım olsun isterdim,
alamancı komşumuzun siyah beyaz tevesinde
kovboylar hep meksika sınırına giderdi
kimse dokunamazdı sınırı geçtiler mi
meksika sınırı isterdim en sevdiğim şairlere
hep hapiste olurlardı nedense
hapis yatmış olurdu yoldaşım gönüldaşım
saf tutmak istediğim namazda omuz omuza
hapse düşersin derlerdi
tutup ciğerimden yazsam
en sevdiğim filim artisi
hapsi boylardı illaki
filmin en güzel yerinde
camimizin imamı
edebiyat öğretmeni
meksika sınırımız olmadığından belki
ortasında dururlardı
en canalıcı lafın
bir damar kabarırdı cümlelerinde
meksika sınırı olsaydı türkiye'min
ondokuz yaşımda sevdiğim kızla
atlar geçerdim sınırı kimse dokunamazdı
yerine gayrettepe'de dayaklar yedim
günlerce uyutmadılar siyasi şubede
şimdi
meksika sınırına iki saat mesafede
tekrarlayıp duruyorum kendi kendime
bir meksika sınırı lazım her memlekete
meksika'nın kendisine de.

Ben Meksika Sınırı’nın samimiyetini sevdim. Saçmalamaktan korkmayan, (bu kadar samimi ve derin muhabbetin olduğu yerde saçmalamak da kaçınılmazdır) hiçbirşeyden emin olmayan yani sabit fikirli olmayan insanları sevdim. Bu insanlarla konuşulabilirdi. Ergenekon bile konuşlulabilirdi, kapatma davası bile, başörtüsü problemi bile, kürt sorunu bile, laiklik bile, Fatih Terim bile, Zico bile. Aynı fikirde olmak filan da önemli olmazdı. Ama bu konular yerine Meksika Sınırı’na gidip bambaşka şeylerden bahsetmek isterdi insan.

Denk geldiğim program da çok özel bir programdı. Konusu aşktı. Biraz daha izleyeyim bakalım neler olacak ? Belki de hep böyle değildirler. Belki bu adamların da içlerindeki papağanları devreye sokan dokunulmaz konuları vardır. Belki Meksika Sınırı yeteri kadar Meksika Sınırı değildir. Bilmiyorum.

6 Temmuz 2008 Pazar

Hikayelerini anlatanlar ve başkalarının hikayelerini dinleyenler.

Çevresinde dolaşan bin türlü tuhaf hikayenin içinde kendi hikayesini oluşturamamak, ya da kimseyle konuşmadğı için o hikayenin bilinemiyor olması, ya da hiçkimseyle paylaşamıyor olmak söylenmeyince derman bulunamayan dertleri, ya da belki anlatacak somut bir derdi bulunmamak ama kendisini yabancı ve yalnız hissetmek, ya da kendi dertlerinin çevresindeki insanların dertlerine göre basit olduğunu düşünmek, belki de çevresindeki dertli insanlara yardm edememek karşısındaki acizlik.

Bazı insanlar vardır. Sessiz sakin varlığı ile yokluğu bir insanlar. Sanırsınız böyle insanların hiç derdi yoktur. Herkesi dinlerler, duyarsız da değillerdir, yardım etmeye çalışırlar ama siz onlar hakkında hiçbirşey bilmezsiniz. Protesto etmezler, kendilerini yabancılaştırmazlar, içlerine kapanık değillerdir, sorsanız belki pek çok şey de anlatırlar ama bu insanlara kimse de pek birşey sormaz. Çünkü güçlü görünürler, yen içinde kırılan kollarını kimseye göstermezler. Topluluk içinde hiçbir zaman sivrilmeyen, sıradanlıkları ile çevresine “beni keşfet” mesajları yollamayan, yardımsever naif insanlar. Bu tip insanları ancak öldüklerinde, ya da ortadan kaybolduklarında hissedersiniz. Düşünürsünüz, düşünürsünüz ve aklınıza onlar hakkında söyleyecek hiç birşey gelmez. Gariptir, öldüklerinde “o benim arkadaşımdı ve onu özleyeceğim” dersiniz ama neden özleyeceğinizi nereden arkadaşınız olduğunu falan anlatamazsınız.

2h37 böyle bir insanı anlat(may)an bir filmdi. Beni de çok tuhaf bir ruh haline soktu. Film güzel miydi ? Bence hayır hatta sıkıcıydı. Ama içimde bir yerlere fena halde dokunmasını bilen bir filmdi.

Evet dokundu içime. Çok fena dokundu. Böyle insanlar dikkatimi çekerse, mutlaka tanımalıym onları dedirtti. Geçmişte tanıdığım böyle insanları hatırlattı. Özleyip özlemediğimden bile emin olmadığım birlikte uzun zaman geçirip haklarında hiçbirşey bilmediğimi farkettiğim insanlar.

Dondurma arabasına son anda yetişemeyip elinde parasıyla dondurmasız arabanın arkasından bakakalan çocuğun hüznü mü daha büyüktür, yoksa Afrika’da bir lokma ekmek bulamayan açlıktan ölmek üzere olan çocukların hüznü mü daha büyüktür ? Bu ne acayip, ne acımasız sorudur ? İçimde bir yerlerde dondurmasız kalan çocuğun hüznünün de çok büyük bir hüzün olduğunu kabul ettiren bir his var. Bu hüznü anlayamazsan eksik kalırsın diyen bir ses var.

Kimbilir belki de bahsettiğim insanlar çocukluklarında dondurma arabasına son anda yetişemeyip elinde parasıyla dondurmasız arabanın arkasından bakakalmışlardır.