31 Aralık 2008 Çarşamba

Bir Yılbaşı Hikayesi: Onlar onlarcalar

Bugün 31 Aralık, yani yılın son günü. Bugün bir günlüğüne Hıncal Uluç olasım geldi. Size o yılbaşında saçlarını satıp adamın cep saatine zincir alan kadınla, cep saatini satıp kadının saçlarına gümüş tarak alan adamın vıcık vıcık hikayesini anlatmak isterdim, fakat bendeki hikaye biraz daha tuhaf ve sonu pek de o kadar iyi bitmiyor. Eee benden Hıncal Uluç yaratmak, Murat 124’ten Peugeot 206 yaratmak gibidir. Biraz da Hıncal’ın eli yüzü çarpılsın canıııııım :) Hikayemiz şöyle başlıyor sevgili okur:

Toygar İç Anadolu’nun yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı geçen bir şehrinde ilk işinde çalışmaya başlamıştı. O işte çalışmaya başlayana kadar yaklaşık altı ay boyunca büyük şehirlerde iş aramış, mülakatlara girmiş, sınavlardan çıkmış ama bir halt olamamıştı. Böyle bunalımlardan bunalım beğendiği günlerin birinde annesi kuzeninin şehrin en büyük sanayi kuruluşlarından birinde genel müdür yardımcısı olduğunu hatırladı.

Aslında olay böyle olmadı. Toygar zaten bu kuruluşta ilgili kuzen vasıtasıyla staj filan yapmıştı da büyük şehirlerde bir halt olabileceğine olan inancı tam olduğundan bu kuruluşta çalışma fikrine sıcak bakmıyordu.

Yok aslında böyle de olmadı. “Koskoca bilmemne mezunu Toygar Lodosoğlu bu uyduruk yerde mi çalışacak anneeee” sesiyle inlediğinde ev annesi Toygar’ın bu fikre sıcak bakmadığını düşünmüştü. Öyleyse annesi ne yapmalıydı, fikri ısıtıp tekrar tekrar Toygar’ın önüne koymalıydı. Evet, aynen böyle yaptı annesi. Oğlum staj yaparken orada Necati Abinle, Mehmet Abinle ne güzel anlaşmıyor muydunuz siz ? Git bir görüş Ahmet ile orada çok sözü geçtiği söyleniyor. Belki bir iş bulur sana. Beğenmezsen gene çalışma. Bulamazsa da zaten bir şey kaybetmezsin ki. Toygar ısıtılıp tekrar önüne konan bu fikri sıcak buldu. Hem öyle değil miydi, ne kaybederdi ki.

Yok, yok aslında böyle olmadı. Toygar hergün yarın intihar edeyim ben diye yatağa yatıyor, sabah kalktığında uzun uzun pencereden dışarı bakıp lan buradan atlasam kesin ölürüm di mi diye düşünüyordu. O günlerde Toygar’ın aklına tek takılan şey, oradan atlayıp da bütün kemiklerinin kırılıp da ölmeme ihtimaliydi. Çok korkuyordu ölmemekten. Bu korku daha sağlam bir intihar yöntemi bulmak için çabalamasına neden olurken, Toygar vazgeçiyordu o gün de intihar etmekten. Bu ruh halindeyken de Toygar’a onu yapmış bunu yapmış çok farketmiyordu. Böylece annesinin ısıtıp önüne getirdiği bu fikri sıcak bulmuş gibi yaptı Toygar. Bir yandan da telkin mekanizması çalışıyordu fonda: “Lan Necati Abi, Mehmet Abi harbiden eğlenceli adamlardı ya, onlarla çalışmak o kadar da kötü olmayabilir.”

Neyse, büyük gün geldi, babası Toygar’ı annesinin kuzeninin yanına götürdü. Hoşbeş, konu her zamanki gibi Toygar’ın çocukluğuna ve Ahmet’in ağzından daha uzun yıllar anlatılacak düdük hikayesine geldi.

“Bağda bir gün geçerken, Rabia Halam (Toygar’ın anneannesi) gel Ahmet buyur bir çay iç dedi. Ben de dedim ki Rabia Hala yağ mantısı yapmıyorsun ki geleyim. Toygar da o zaman daha beş yaşında falan. Senin de işin gücün düdük Ahmet Abi ya dedi. Lan bir şaşırdım, küçücük bebe beni bozdu ya Mesut Abi (Toygar’ın babası) hiç unutmam.”

Toygar bu hikayenin nesinin bu kadar orijinal olduğunu anlamıyor, düdük kelimesini bu manada kullanmayı nereden öğrendiğini de, böyle bir laf ettiğini de hiç hatırlamıyordu. İfadesiz bir suratla Ahmet’in Toygar’ın zekası daha bebeliğinden belliydi Mesut Abi sözleriyle başlayan uzun tiradını mal mal dinliyordu. Sonuçta Ahmet, ben biraz düşüneyim de Toygar’ı bir yerlere yerleştireyim dedi. Toygar Öğrenci Yerleştirme Sınavından bu yana bir yere yerleştirilmemişti.

Aslında bu da doğru değil, Toygar daha önce de üniversite okurken iki kere yurda yerleştirilmişti. Ama sonuçta bir yerde çalışmanın ya da iş bulmanın “yerleştirme” fiiliyle anılması hoşuna gitmemişti. Ne lan ben mal mıyım bir yerlere yerleştiriliyorum, emeğimi satın alıyorsunuz, karşılığında da para ödüyorsunuz, ben bir kere eşsiz bir kar tanesiyim tamam mı, bana dar gelmeyecek makberi kimler kazmış ki sen kazıp da beni yerleştireceksin lan gibi kendi kendine düşünürken ağzından çıkan laflar şunlar oldu: “Sağol Ahmet Abi.”

Daha sonra Toygar o şirkette işe alındı. İlk maaşını gördüğünde inanamadı. Bir aylık can siperane çalışmasının, 220 saatlik emeğinin karşılığı 150 USD gibi bir paraya tekabül ediyordu o zamanlar. Kendini avuttu Toygar, boşver olm dedi kendine, evde mal mal oturmaktan iyidir, en azından aksiyon oluyor burada. Yok tır geldiydi, mallar yetiştiydi, yüklendiydi falan hareket oluyordu gerçekten. Toygar daha sonra yaklaşık altı ay boyunca haftada 55 saat çalıştı. Bu süreçte de maaşı 180 USD seviyelerine çıkmıştı. Ama pek aldırmıyordu, her geçen gün çalıştığı yeri daha çok seviyordu, başını belaya soktuğu zamanlarda da Necati Abisi olsun, Mehmet Abisi olsun yardım edip sorunları hallediyorlar ve hatasını anlatıp, doğrusunu öğretiyorlardı. Çalışmak aslında o şehirde boş oturmaktan daha cazipti Toygar için, üstüne para almış almamış çok da umrunda değildi. Neredeyse iki aydır başını da derde sokmadan her işi kendi başına halletmeye başlamıştı. Bu kadar sıkı tempoyla hayatında ilk defa çalıştığını farkediyordu Toygar. Mesela bu çalışma temposu ve düzeniyle üniversitede derslerine çalışmış olsaydı, okulu 6 sene yerine 4 senede üstelik de felaket yüksek not ortalamalarıyla bitirebileceğini düşünüyordu. Tüm bu çocukça düşüncelerin başına ne işler açacağını o zaman daha farketmemişti.

Bu kadar çalışmanın sonunda yılbaşında birbuçuk gün izin alabileceğinden çok emin bir şekilde İstanbul’daki arkadaşlarına söz vermişti Toygar: Yılbaşında İstanbul’a geliyorum, çalsın sazlar oynasın kızlar.

Bölümün müdürü Toygar’ın Necati Abisi yurtdışındaydı. Mehmet vekaleten onun işlerini de yürütüyordu. Toygar önce gitti, Mehmet Abisine, yılbaşı ile ilgili izin talebini anlattı ve ne yapması gerektiğini sordu. Mehmet Abisi de birbuçuk gün izne çıkmasının kendisi için problem olmadığını nasıl olsa idare edebileceklerini, ama bu konuda yetkinin kendisinde olmadığını söyledi. Toygar madem yetki sende değil, Necati Bey yurtdışındayken kendisinin görevleriyle vekaleten Mehmet Bey ilgilenecektir maili neden atıldı ki hepimize diyemedi, yerine kimden izin almam gerekiyor Mehmet Abi diyebildi. Ahmet Bey ile konuş, bana sorarsa ben benim açımdan bir sorun olmayacağını söylerim kendisine dedi Mehmet. Toygar sağol abi dedi ve Ahmet Abi’sinin yanına gitti. Kendinden çok emindi. Aralarındaki dialog şöyleydi:

- Müsait misiniz Ahmet Abi,
- Gel Toygar gel, müsaitim.
- Ahmet Abi 31 Aralık salıya denk geliyor ya, o gün yarım gün, Çarşamba da zaten tatil, Pazartesi ve Salı bana bana birbuçuk gün izin verirseniz, bu Cumartesi İstanbul’a gitmeyi düşünüyorum.
- Hayırdır Toygar, neden gidiyorsun İstanbul’a ailede hastalık falan bir problem yok di mi ?
- Yok abi eğlenmeye gideceğim, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarım var İstanbul’da.
- Niye benden izin istiyorsun, git Mehmet Abi’ne sor.
- Sordum abi, o da bana Ahmet Bey izin verirse benim için sorun yok dedi.
- Hımm peki sen bu izni hakettiğini düşünüyor musun?
- Evet abi o kadar çalıştık altı ay boyunca, bir gün bile izin almadım, hasta olmadım.
- Lan altı ay ne ki ?
- ?
- Neyse, neyse dur bakalım dedi ve telefonla Mehmet’i aradı Ahmet. Toygar Ahmet Abisinin telefonda tek taraflı sesini duymaya başladı.

- Mehmet ne diyon, Toygar iki gün izin istiyor.
- Haaa, öyle mi yoğun mu işler ?
- Zorlanırız diyon yani öyle mi ?
- Anladım tamam, hadi kolay gelsin.

Toygar Ahmet Abisinin şaka yaptığını düşündü, çünkü yaklaşık yirmi dakika önce Mehmet Abisi böyle konuşmuyordu. Telefonu kapatan Ahmet Toygar’a döndü,

- Zorlanırız diyor oğlum Mehmet.
- Yirmi dakika önce bana öyle demedi ama.
- E şimdi bana da zorlanırız diyor.
- Sonuç ne Ahmet abi, izin veriyor musunuz, vermiyor musunuz ?
- Git Mehmet ile konuş o izin veriyorsa git, vermişyorsa gitme.
- Peki Ahmet Abi.

Toygar tekrar gitti Mehmet Abisinin yanına, gülerek,

- Ya noluyor Mehmet Abi ?
- Valla ben de anlamadım, ben idare ederiz, sıkıntı olmaz dedikçe o kafasına göre konuştu telefonda.
- Eee nolacak şimdi Mehmet Abi ?
- Valla Ahmet Abi izin vermeden ben bir şey söyleyemem.
- O da Mehmet abin izin veriyorsa gidebilrsin dedi.
- Sen bence bir daha konuş Ahmet Abi ile, şaka yapıyor herhalde sana.
- Peki abi.

O gün 26 Aralık perşembeydi. Toygar, lan şimdi bunlar izin verecek ben bilet bulamıyacağım, verdikleri izin de bir işe yaramayacak diye düşünürken tekrar gidemedi Ahmet Abisinin yanına o gün. 27 Aralık Cuma da lan ne bu dilenci gibi gidip izin mi dileneceğim, adam gibi veriyorsa versin diye düşündü. Yaptığı aptal şaka elinde patlasın istiyordu aslında Ahmet abisinin. O gün boyunca bu konu hakkında hiçkimseyle konuşmadı Toygar. Akşam saatleri geldiğinde artık bu işi bir karara bağlaması gerektiğini hissetti ve Ahmet Abisi ile bu konuyu nihayete erdirmek için odasına gitti. Fakat Ahmet abisi odasında yoktu. Sekretere sordu hemen, Ahmet Abi yok mu diye. Yok dedi sekreter, yönetim kurulu toplantısına gitti bugün bir daha gelmez. Toygar yarın sorarım artık diye düşündü ama canı çok sıkılmıştı çünkü o gün izin alsa bile akşamki otobüse yer bulamayabilirdi.

28 Aralık Cumartesi günü Toygar Ahmet Abisinin yılbaşı tatiline çıktığını ve 2 Ocak’a kadar işe gelmeyeceğini öğrendi. Toygar’ın suratı asıldı, o gün işten çıkana kadar yemeğe çağırdılar gitmedi, hiçbir muhabbete katılmadı, somurtup kenara işini gücünü halletmeye çalıştı. Bütün Pazar gününü adaletin bu mu dünya, babamın bir akrabası hastaymış onu görmeye gideceğim desem giderdim; şimdi ben gitsem, izin vermedik nereye gittin ki deseler verdiniz ya derim sürüncemede kalır konu, sonuçta bir şey olmaz ama ben gitmeyeceğim diye düşünerek geçirdi Toygar. İçi içini yiyordu. Lan ne ikiyüzlü dünya bu diyerek yaptıklarının ne kadar saçma olduğunu yüzlerine çarpmak, hatta özür diletmek istiyordu, daha çok toydu zavallı Toygar.

30 Aralık Pazartesi günü işe geldiğinde, Mehmet Abisi sen niye geldin ki diye sorunca sinirini kontrol etmek ve ağlamamak için kendini zor tuttu Toygar, boşver abi, konuşmayalım bunları dedi. Aslında yaptığınız ibnelik, gelin benden özür dileyin demek istemişti. Ama düşündüğü gibi olmadı, bir daha bu konuyu hiç konuşmadılar. Toygar yapılanı uzun süre kaldıramadı. En sonunda travmayı atlatabilmek için bu konuyla ilgili “Onlar” adında sert bir rock şarkısı yazdı. Sözleri de sanırım şöyle birşeydi:

Ben bir yüzümü kararttım
Tek bir şey istedim.
Onlarsa kararttılar iki yüzlerini

Onlar ortamı sislere boğdular.
Onlar failleri meçhulleştirdiler.
Onlar belirsizliği hükümdar ettiler.
Onlar kendilerini mahkum ilan ettiler.

Kırdılar beni, eğip bükemediler
Onlar, onlar, onlar, onlarcalar
Dilencilikse, hiç yaptıramadılar.
Onlar, onlar, onlar, onlarcalar.
Onlar var ya onlar, sahi kim onlar,
Haaa onlar mı, onlar onlarcalar.

25 Aralık 2008 Perşembe

Günlerin Selinde Akıp Giden Bir Işık Selinin Peşindeki Özben

20’li yaşlarımın hemen başlarında beni çok etkileyen üç yazar vardı. Bu üç yazarın her yazdığını okurdum. Yetmezdi, referans verdikllerini de okurdum. Bu üç yazarı fethetmek benim için bir tutkuydu. Biri aklımdı, diğeri ruhum, diğeri de dünyam. Bu yazarların ikisi ben onlardan haberdar olduğum sıralarda toprağın altında yatıyorlardı, ruhları şad olsun, diğeri ise yaşıyordu. Yaşayan ile tanıştık, oturduk, sohbet ettik, rakı bile içtik. Hatta bir gece beni evinde konuk bile etti. Onun da işi gücü rast gitsin.

Toprağın altındakilerden biri ruhumdu: Oğuz Atay.

Bu blogu yazmaya karar verdiğimde, kullanacağım takma ad, blogun başlığı gibi konularda hiç tereddüt etmedim. Ruhumu yazmak istiyordum çünkü ve ruhum da kısa zamanda çok şey yazmıştı. Takma adım Selim Işık, onun yarattığı bir kahramandı, blogun başlığı da Selim Işık’ın yaşadığı romandan bir çıkarım.

Ben çocukken çok ağlardım. Düşer, dizimi yaralar, ağlardım; abimden dayak yer, ağlardım; acıklı bir Türk filmi izler, ağlardım. Ben ağlayınca dünya dururdu. En haksız zamanlarımda haklı olur, en kötü günlerimde ihtiyaç duyduğum ilgiyi alırdım. Yan etkileri de yok değildi tabii ağlamamın. Karılar gibi ağlamakla, erkek olmamakla ilgili alaylar duyuyordum sağdan soldan. Sonra ergenlik çağı denen zevzek dönemde ağlamayı bıraktım. Kalın, alaycı bir kabuk inşa ettim kendime, girdim içine. Ne soğuk, ne rüzgar, ne acı girebildi içeri. Duyarsız, umursamaz ve cool biri gibi davranmaya çalıştım. Mutsuzdum ama bu huzurlu bir mutsuzluktu. Herşey kontrol altındaydı. Özben’î Turgut’un içine gömdüm, barış içinde yaşadım yıllarca.

Mutsuzluk tırmalıyordu ara sıra, özbenim çıkmak istiyordu dışarı, kabuk arayışlardaydı. Yeni milenyumun eşiğinde kabuk, kırmızı kapaklı kalın bir kitap getirdi özbenimin önüne. Özbenim okumaya başladı ve daha o zaman Olric yoktu. Okudukça özbenim, Turgut Özben’i buldu kabuğunda, işinde, gücünde, herşeyi kontrol altında, ama içi boş. Okumaya devam etti özbenim, Selim Işık’ı buldu benliğinin derinliklerinde, her hayale tutunmaya çalışıp, ışık hızıyla sürüklenen özgür bir ışık seli. Engel tanımazdı ışık seli ve çok süratliydi. Oradan oraya akar, ama yanına birşeyler katamazdı. Göçebe bir çingene gibi, heryerde eğlenebilir, ama hiçbiryerde uzun süre kalamazdı. Okumaya devam etti özbenim, Günseli Ediz’i buldu, dışarıdaki hayatın güzelliklerini sunan günlerin selini. Hayat Günseli’deydi ama Selim ona da tutunamadı.

Özbenim okudukça ağladı, okudukça güldü, okudukça özendi Turgut’un seçimine, kabuğunda bir gedik açtı, konforlu ve huzurlu mutsuzluğunu terkedip günlerin selinde akıp giden bir ışık selinin peşine düştü. Yoruldu o da Turgut gibi, kabuğunun konforuna çekti kendini. Sonra tekrar çıktı, sonra tekrar yoruldu.

Özbenim bitirdi kitabı, tekrar okudu, yine bitirdi. Ama kitap bitmedi, özbenimin Olric’i oldu Tutunamayanlar. Ne zaman dara düşsem, ne zaman içim sıkılsa, ne zaman ruhum karışsa, aldım elime o kalın, kırmızı kapaklı kitabı.

Söz ne zaman Oğuz Atay’dan açılsa, garip bir bakış, garip bir ifade konar ya, onun etkisine maruz kalanların yüzlerine. O bakış içinde vefa barındırır, acı barındırır, duygu barındırır. O yüz ifadesi, sanki eski bir dostunu yetersiz ve yersiz sebeplerle, gereksiz egolarla yitirmişçesine hüzünlü bir tebessüm barındırır içinde, acı bir ironi ile birlikte. İşte o bakışı ve ifadeyi görürsem birisinin yüzünde, o benim kardeşimdir. Tutmak isterim onu, tutunmak isterim ona. Onunla sabahlara kadar oturup muhabbet etmek, rakı içmek isterim.
Ama olmaz bu, yapılamaz, incelikler yüzünden. Turgut Özben yapabilir bunu Süleyman Kargı ile, Esat ile, Günseli ile ama biz yapamayız. Çünkü intihar etmiş bir Selim Işık ortak paydamız yoktur. Bizim ortak paydamız sadece o kırmızı kaplı kalın kitaptır.

23 Aralık 2008 Salı

Zeitgeist, Zeitgeist, Zeitgeist

Kurtuluş draje bir hap değildir. Alev Alatlı’nın bu sözünü kendi ağzından duyduğumda ilk tepkim niye ki olmuştu. 20 yaşında filandım. Or’da Kimse Var mı serisinde anlatılan “ilkel komunizm üzerinde parlayan hilal” ütopyasının peşindeydim. Orada taş devri ekonomilerinden bahsediliyordu. Paranın olmadığı, herşeyin ortak mülk olarak adilce tüketildiği, şahsi mülkiyete ihtiyaç duyulmayan bir dönem olduğu anlatılıyordu. Yani şu an içinde bulunduğumuz sistem insan doğasının bir sonucu değildi, insan davranışlarının bir sonucuydu. Bir ekonomi konferansında roman kahramanı Homo Economicus, yani ekonomi sisteminin üzerine kurgulandığı ideal ekonomik insanın çok takıntılı ve mutsuz bir tip olduğunu anlatıyordu. Haklıydı, zeytinyağı almak için şehrin tüm marketlerine giderek yaptığı pazar araştırmasının sonucunda 50 YTL’lik yağı 45 YTL’ye almış olduğu için övünen ve herkesin kendisi gibi davranması halinde artık kimsenin o yağı 50 YTL’ye satamayacağını iddia eden birini görsem, ya bırak bu işleri derdim, 5 YTL işte, seni batırmaz, beni zengin etmez. Velhasılı “ilkel komunizm üzerinde parlayan hilal” insanları; eştilik gibi kurgusal bir ideal yerine, kardeşlik gibi yaşamsal bir ideali savunan, varlığı da yokluğu da kardeşçe paylaşan, sofrada kalan son lokmayı yemek için kavga edeceklerine, kardeşinin o lokmaya daha fazla ihtiyacı olduğunu kanıtlamak için uğraşan samimi insanlardı. “ilkel komunizm üzerinde parlayan hilal” insanları için sofrada az yemek bile olsa, bu sofranın kıt olduğu anlamına gelmezdi ki. Dolayısıyla tüm iktisada giriş kitaplarının giriş cümlesi boşa çıkardı bu insanlar için: “Ekonomi, kıt kaynakların sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak için optimum kullanımını araştıran bir bilimdir.”

O yaşta önümdeki sıkıntılı gelecekten, kaygılı, sıkıntılı ve korkmuş bir zavallı olarak tamam lan dedim kendi kendime, bu “ilkel komunizm üzerinde parlayan hilal” iyiymiş, ben bundan istiyorum. Yana yaya da Alev Alatlı arıyorum ki, ablacığım ben bunu istiyorum da, satıcısını bulamadım, bu düzene nasıl geçeceğiz diye sorabileyim. En sonunda buldum. Uzun süre bana cevap vermedi, anaç kişiliğiyle yazık bu körpeciğe falan demiş olmalı. Fakat istediğini almaktan vazgeçmeyen zavallı ben en mücadeleci kişiliğimle sorup duruyordum. En sonunda dedi ki, kurtuluş draje bir hap değildir. Tabii ben o günlerde nasıl sıkıştırdım ablamı köşeye, bak cevap veremiyor diye falan yorumluyorum, ne dediğinden haberim bile yok.

Sonra bir gün Matrix diye bir filmde yapay zeka Agent Smith anlatmaya başladı plazanın bir odasında ağzı burnu kanlar içindeki Morpheus’a pencereden dışarısını göstererek:

“Hiç durup bu manzarayı izledin mi? Bu muhteşem güzelliği ve ardındaki dehayı! Milyarlarca insan burada hayatını yaşıyor. İnanılmaz. İlk Matrix'in kimsenin acı çekmediği ve mutlu olduğu mükemmel bir dünya için yapıldığını biliyor muydun? Tam bir felaketti. Kimse programı kabul etmedi. Neredeyse tüm ekinler öldü. Bazıları mükemmel dünyayı tanımlayacak programlama dilinin olmadığını söyledi. Ancak bana göre bir ırk olarak insanoğlu kendi gerçekliğini sefalet ve acıyla tanımlıyor. Bu yüzden mükemmel dünya ilkel beyinlerinizin durmadan uyanmayı denediği bir rüya halini alıyor. Bu yüzden Matrix bu şekliyle yeniden tasarlandı. "Uygarlığınızın en mükemmel hali." Sizin uygarlığınız diyorum. Çünkü sizin için düşünmeye başladığımız andan itibaren bizim uygarlığımız oluvermişti. Bu tabii ki asıl konumuzu belirliyor. Evrim, Morpheus, evrim. Dinazorlar gibi. Pencereden dışarı bak. Sizin zamanınız doldu. Gelecek bizim dünyamızın, Morpheus. Gelecek bize ait olacak. Seninle, burada geçirdiğim süre içinde öğrendiğim bir şeyi paylaşmak istiyorum. Türlerinizi sınıflandırma fikrine kapıldığım bir günümde aslında sizin memeli olmadığınızı anlayıverdim. Bu gezegendeki her memeli iç güdüsel olarak çevrelerindeki ortamla doğal bir denge oluştururlar. Ama siz insanlar bunu yapmıyorsunuz. Siz belirli bir alana yerleşip çoğalıyorsunuz. Sonunda bütün doğal kaynaklar yok olana kadar, buna devam ediyorsunuz. Hayatta kalmak için yapabileceğiniz tek şey olarak da, başka bir alana yayılmak kalıyor. Bu gezegende aynı yöntemi kullanan bir başka organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musun? Bir virüs. İnsan türü bir hastalık. Bu gezegende bir kansersiniz. Bir tür salgın. Biz de tedavisiyiz.”

Sensin lan virüs dedim o zaman Agent Smith’e. Agent Smith’in “kimsenin acı çekmediği ve mutlu olduğu mükemmel bir dünya” dediği, muhtemelen herkesin homo economicus olduğu, herşeyin yeteneğe göre eşitçe dağıtıldığı, arzın ve talebin sınırsız olduğu tam rekabet piyasasıydı. Sen bir kere dedim Agent Smith’e mutluluktan bir bok anlamıyorsun, mutluluk paylaşmaktır ve hiçkimsenin birşeye ihtiyacı yoksa, hiçbirşeyi paylaşmaya da gerek kalmaz. Cevap veremedi bana, çünkü kendisi beyaz perdedeki bir görüntüydü. Smith’i simit gibi yemiştim, öyle kalakaldı ekranda.

Dün de benzer minvalde Zeitgeist diye iki bölümden oluşan ve toplam dört saat süren bir belgesel seyrettim. Argümanları ve insanı düşündürtmesi açısından kayda değer bulduğum bir belgeseldi. Fakat bir şeyin belgelere dayanıyor olması, ki bunun dayandığı belgelerden bir hayli şüpheliyim, onu mutlak doğru yapmaz. Herneyse, belgesele göre din, politika ve para baş düşmanıydı insanlığın. Hepsinden kurtulmalı ve yeni bir dünya kurmalıydık: The Venus Project, http://www.thevenusproject.com/

Tekrar Alev Alatlı’nın sözünü hatırlayalım: Kurtuluş draje bir hap değildir. Neden değildiri site gayet güzel anlatıyor, şöyle ki, kurtuluş diye Agent Smith’in Baba Morpheus’a ilk Matrix diye anlattığı “kimsenin acı çekmediği ve mutlu olduğu mükemmel bir dünya” draje hapını sunuyor insanlığa. Üstelik de bunu son derece anarşist bir belgeselin hemen ardından yapıyor. Yani bütün o anlattığın şeylerin hepsini doğru kabul etsek bile, ki bir kısmı oldukça tartışmalı, parayı, dini ve politikayı yok et söylevinden sonra bana yeni bir siyaset, din ve ekonomi tasarımı yapıyor olmanı manidar karşılıyorum sevgili Zeitgeist.

Zaten bir insan kendisini toplum mühendisi olarak tanımlıyorsa, o adamdan uzak durmak gerekir kanaatimce, zira toplum mühendisiyim diyen adam, toplumu oluşturan insanları çözdüğü iddiasını da beraberinde taşır. Oysa insanı çözmek mümkün değildir. Olsa olsa kafandaki insan modelini çözmüşsündür. O da zaten insan değildir, tasarımdır.

Bir kez daha kurtuluş bekleyen insanlığa en Alev Alatlı sesimle seslenmek istiyorum: Kurtuluş draje bir hap değildir. Ve eklemek istiyorum, her draje hap sentetik bir modellemeyi tedavi eder. İnsansa, insanın modelleyebileceği bir kurgu değildir.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Bir Deli Saçması: Loserlık Eziklik Değildiiiiiiiiiiiiiiiiiir

Tahtıravalli gibi hayat, bir ucuna varlık oturursa, öbür ucuna da yokluk oturuyor. Hangisi ağır basarsa bassın, diğeri yükseklerden etrafı seyredip sırasını bekliyor, ama sonsuza kadar yok kalmıyor. Zira kimse tek başına tahtıravalliye binip de oturmak istemiyor. Harlem Gezginleri’nin bile sürekli yendiği bir rakibi var ama her turnede de beraberler. Onlar olmadan olmuyor yani.

Her yerde bir madalyon ve her madalyonda iki yüz oluyor. Bir yüzü varlıksa, öbür yüzü yokluk oluyor ve bakmak gerekiyor madalyonun öte yüzüne zaman zaman. İki yüzüne de bakılmadan anlaşılmıyor çünkü madalyon. Hayatı kavramak için olanlar kadar olmayanlar da gerekiyor. Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu.

Tekil bir noktadan patladığı söyleniyor evrenin. Tekil bir noktayken hiçti, ya da belki özdü. Ne zaman çeşitlenmeye başladı tekillik, o zaman genişlemeye başladı hiçlik. Artık konsantre bir tekillik varolamazdı. Her artının karşısında eksi, her ağırın karşısına hafif, her varın karşısına yok çıktı.

İşte o günlerde her yaşamın karşısına yazıldı ölüm. Her sözün karşısına yazıldı sözsüzlük, her aydınlığın karşısına yazıldı karanlık, her beyazın karşısına yazıldı siyah ve her kazancın karşısına yazıldı kayıp. Harlem Globetroetters’ın karşısına yazıldı Washington Generals.

Konsantre bir tekilliğin patlayınca saçılan çeşitliliğinin içinden yaratmaya kalktı insanoğlu kendi konsantre tekilliğini. Başarıya, kazanmaya, büyüklüğe, ağırlığa odaklandı, başarısızlığı, kaybetmeyi, küçüklüğü, hafifliği unutarak. Bazıları hatırladı bunu, hatırlatmaya çalıştı, kazandım diye mağrur, kaybettim diye mağdur olma dediler. Kimisi kazananı övmeyi, kimisi kaybedeni teselliyi seçti.

Winner’lar baştacı edildi, loserlar yerin dibine sokuldu. Öyle çoktular ki, öyle sıkışıklardı ki, siyah siyah fışkırdılar yerin dibinden loserlar. Bazıları katı kaldı parıl parladılar yerin dibinin karanlığında. Çok değerliydiler. Bazıları da patates oldular yerlerin diplerinde, haşlandılar yendiler, kızartıldılar yendiler, kavruldular yendiler, piştiler yendiler.

Bir deli de saçmaladı tüm bu olan bitenler hakkında, loserı ezik diyen tercüme eden yabancı dizi altyazıları yüzünden. Dışarı çıktı avazı çıktığı kadar bağırdı: Loserlık eziklik değildiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiir.

21 Aralık 2008 Pazar

Vatan Sevgimin Sebebi Yıldızlarmış Yaaaa

Gökteki yıldzlar neden beni etkilesin ki, işleri güçleri mi yok dediğim zamanlarda astrolojiye, astral projeksiyona, astronomiye hatta astronotlara bile inanmıyordum. Bu yüzden Fenerbahçe’nin Tanju’ya yaptığı astronomik teklife de inanmamıştım. Gazeteler boy boy yazmıştı Fenerbahçe’den Galatasaraylı Tanju’ya astronomik teklif diye, ama inanmamıştım işte. Sonradan da doğru çıktı gerçi ama ben astr ile başlayan kelimelere kısaca hastır lan diyordum o zamanlar Devekuşu Kabare’nin zirvede olduğu günleri yaşadığımızdan. Bir tek Yuri Gagarin’e saygım vardı astronot olarak. Çünkü ben Amerika Sovyetler çekişmesinde Sovyetleri tutardım. Bana göre KGB CIA’den iyiydi, Mig27 de F16’dan. Ama sol sağ davasında da sağı tutardım ben. Sol solakların işiydi, ben sağ elimi kullanırdım. Hem üç tarafı denizlerle çevrili güzel ülkemizin şirin ilkokullarında solaklar dövüle dövüle sağ ellleriyle kalem tutmaya zorlanırdı. İkinci annem canım ilkokul öğretmenim hiç onların kötülüğünü düşünür müydü, elbbette vardı bir bildiği. Gorbaçov’un alnındaki lekeyi de ayrıca severdim.

Gazetelerde boy boy çıkardı, aslanlar bugün üzüntülü, kovalar şen, yengeçler para bulacak, teraziler de ağır kaldıracaklar, yaylar da çok gergin olacaklar. Hadi ya derdim, oniki burç var normal olarak eşit dağılmalı bunlar, dünyada beşmilyar insan var, her burca dörtyüzmilyon adam eder, dörtyüz milyon insanın başına nasıl benzer şeyler gelirdi ki. Ayrıca abimle benim acaip farklı hayatlarımız vardı ama ikimiz de yengeçtik. Nasıl işti ki bu? Zaten farklı bir gazetenin astroloji köşesini okuyunca aynı adamların başlarına başka başka şeyler gelirdi. Aynı yıldızlar, aynı adamları aynı şekilde etkileyecek, ama bu etkiyi yorumlamak kişiden kişiye değişecek, ben de bunu yiyecektim. Yemedim, zaten yemek seçerdim.

Sonra büyüdüm, ilkokul bitti, Adile Naşit öldü, ortaokul bitti. Rocky Dolph Lundgren’i nakavt etti, Sovyetler Birliği dağıldı, KGB diye birşey kalmadı, casus romanlarının eski tadı kalmadı, Zeki ile Metin bile artık ayrı projelerde yeralmak istediklerini açıkladılar. Ne zaman burç muhabbeti açılsa dudak büktüm. Abimle ben aynı burçsak, ben burçlara inanmam arkadaş dedim. Burç ne kale burcu mu dedim? Astrological sign lafını hangi mantıkla burç diye çevirmişlerdi ki? Anlatmaya çalıştılar, yükselen dediler, açılar dediler. Kırmızı olmadı turuncu di mi dedim. Sen o gazetelerdeki günlük yorumları boşver, genel özelliklere falan bak dediler. Bırakın bu işleri dedim.

Sonra üniversiteyi bitirdim, ekonomik kriz ne demek onu anladım, para kazanmak ne demek öğrendim. Sonra kalktım İstanbul’a geldim, yalnız yaşamaya başladım. Yıldızlar hala oradalardı, kimbilir belki de etkiliyorlardı. Biraz ilgi göstermeye başladım. Tanıdıklarımı düşündüm, yıldızlara çıktım ordan baktım dünyadakilere. O kadar yüksekten bakınca, herkes birbirine benzedi. Bak dedim, yüzyıllarca insanlar bunları boşa kurcalamamış. Abimle bile buldum benzer taraflarımı. Eskisi kadar kulağımı tıkamamaya başladım bu mevzuya. Yengeç, adamı kanser eder, baksana gavurcası cancer dediler ona bile eyvallah dedim.

Yine yıl sonu geldi ya, 2009’dan hiç iyi şeyler beklenmiyor ya, astrologlar bir bir çıkmaya başladı haber programlarına. 2009 bilmemne burcu olanlar için iyi, bilmemne burcu olanlar için kötü geçecek demeye başladılar. Plüton, yani yeraltı dünyasının efendisi, öyleymiş valla, yay burcundaymış onaltı yıldır, 2009 ile beraber oğlaka geçiyormuş. Plüton radikal, ölümcül değişiklikleri ifade edermiş. Yay da merhamet, eğlence, vicdan filanmış. Bu ikisi elele verince dinsel terör dünyayı sarmışmış. Oğlak ise disiplinin, yöneticiliğin, ekonominin filan burcuymuş. Plüton ile oğlak elele verince de ekonomide ölümcül değişimler olacakmış, hatta olmaya da başlamışmış, işte ekonomik krizmiş falanmış filanmış. Hani makaleler de çıkmaya başladı ya, işte kapitalizmin sonu filan diye, bunların sebebi de bu plütonmuş. Bu plüton da benim bebeyken Walt Disney'in şapşal köpeği Plüto ile isim benzerliğinden dalga geçtiğim plüton yani, güneş sisteminin güneşe en uzak gezegeni. Lan sen neymişsin Plüton be dedirtti bu bilgi bana. Bir de bu Plüton en son oğlak dönencesinde olduğunda Amerika Birleşik Devletleri kurulmuş. Yani öyle böyle bir etki değilmiş bu sayın seyirciler.

Tam ben bu bilgilerle halleşmeye çalışırken son bomba da bugün patladı. Meğer Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir burcu varmış. Yanlış duymadınız valla varmış. Cumhuriyetin ilan edildiği tarih ve saate göre Türkiye Cumhuriyeti akrep burcuymuş, yükseleni de yengeçmiş. İşte şimdi oldu dedim kendi kendime, parçalar yerine oturmaya başladı.

Ben hiç yurtdışına çıkmadım. Altı senelik dış ticaret tecrübesine rağmen hem de. Evet kabul ediyorum, işte beni çok da sallamıyorlar. O yüzden de beni adam yerine koyup sağa sola göndermemişlerdir. Ama yine de garip bu. Bir kere Cezayir’e gitmeye kesin gözüyle bakıyordum ki, sonra istifa etmeyi düşündüğüm anlaşıldı o işyerinde. Onlar da yurtdışına gitmeyi bir çeşit ödül olarak gördüklerinden beni bu ödülden mahrum ettiler. Sonra ben işi bıraktım, Cezayir’deki adamlar bana iş teklif ettiler, gel dediler Cezayir’de çalış. Yok dedim, ne işim var Cezayir’de.

Sonra İstanbul’a gelince çalışmaya başladığım şirket Çin’de ofis açtı. O zaman da uzun süreliğine göndermek istediler beni Çin’e. Hem de daha önce kendisiyle kavga ettiğim için beni kovan patronun damadının emrine. Evet ben kovulduğum yere sonradan geri alındım. Neyse bu uzun bir hikaye, bunu belki daha sonra anlatırım. Tabii ben dedim, ne işim var o lavuğun yanında? Bir de dedim ki, beni siz oraya gönderirseniz ben açlıktan ölürüm yapmayın. Dediler Kentucky var idare edersin falan. Neyse ki son anda o da olmadı. Vazgeçtiler ve ben de çok mutlu oldum tabii.

İşte meğerse, bütün o bu ülkede yaşanmaz diyip, giden pekçok arkadaşımın aksine bu ülke dışında yaşaamam diyen benim bu vatan sevgimin sebebi de yıldızlarmış. Çünkü yengeçler en iyi akreplerle anlaşırlarmış, üstelik güzel ve yalnız ülkemin yükseleni de yengeçmiş.

Vay, vay, vay dedim kendi kendime ve yıldızları seyrettim bütün gece.

19 Aralık 2008 Cuma

Kişisel Gelişimciler ile Kaderciler Barışsın Kardeşim Artık

Üç gün önce evdeki internetim kesintiye uğrayınca mecburen televizyona takıldım ve Saba Tümer’i yeniden keşfettim Habertürk’te. Sıkıcı haber sunucusu yerini güler yüzlü neşeli bir talk showcuya bırakmış, konukların samimiyetlerini açığa çıkarmaya başlamış. Vahe Kılıçaslan bile izlenebilir geldi kadının sayesinde. Sonra Yaşar Alptekin, Engin Koç ve Yusuf Azuz muhabbeti, o firlamaların hepsinin kendilerini felsefeye, imana falan vermeleri. Sanırım House haklı yaaa : People change.

Neyse, kadının konuklarından biri de Mümin Sekman’dı. Mümin Sekman da işte “istersen başarırsın”, “çaresizseniz, çare sizsiniz” temalı pek çok kişisel gelişim kitabı kitapçıların raflarında duran bir adam. Doğruya doğru, ben öyle her konuda anlatacak bir klişe hikayesi olan Sunay Akın gibi, Mümin Sekman gibi adamları pek sevmem. Samimi gelmez bana.

Bu kişisel gelişimciler de çok severler bu Mesnevisel tarzı. Pozitif insanlardır bunlar, olumlu düşün başına olumlu işler gelsin derler habire. Lan Avcılar’da müteahhitler çatır çatır deniz kumundan inşaat yapıp, millet de aslanlar gibi o evleri satın alırken, kim düşünüyordu depremi de deprem oldu o zaman. Plazalarında otururken finans dünyasının kravatlıları şimdi bir uçak gelse daaaan diye bizim gökdelene çarpsa, bizim gökdelen iskambildenmiş gibi dağılsa gitse diye düşündüklerinden mi oldu 11 Eylül. Bunlar irade derler dururlar. Sağ elinizi kaldırabilir misiniz diye sorarlar adama, kaldırırsın, bak gördün mü demek ki sende irade var hadi git şimdi de çalış başarılı ol, herşey senin elinde derler.

Evet bazen bu evren onların anlattığı gibi çalışır, buna da bir şey demiyorum. Mesela çok şişmansındır, ya zayıflamalıyım ben dersin, az yersin spora falan gider zayıflarsın. Eyvallah da kardeşim her zaman da bu böyle olmaz. Sen habire gaz veriyon adama da, bir kıvılcım çıkıyor adamın dünyası patlıyor be güzelim. Şahsen iradeyle, çalışmayla ben de dahil orta sınıfın çok fazla iş yapabileceğini düşünüyorum, ama kardeşim gerçekten bu dünyada başka birşeyler de var. İster kader de, ister şans de, ister yıldızlar de, ister allah de, ister şeytan de, ister başıboş enerji de ben bilmem ama bu dünyayı etkileyen başka birşeyler var.

Gönül Yarası diye bir filmi vardı Şener Şen’in. Şener Şen, idealist, devrimci bir öğretmendi ve filmin başında doğudaki çocuklara isterseniz yapabilirsiniz mesajı veriyordu pek çok eski öğrencisinden aldığı mektupları da kanıt göstererek bakın diyordu çocuklara onlar istediler, başardılar. Ama işte sonra parktaki bir bankta oturmuş Meltem Cumbul’a da aynı teraneyi anlatmaya kalktığında aşağıdaki dialogla karşılaşıyordu.

Şener Şen: Şu pavyon işini bırakamaz mısın?
Meltem Cumbul: Yapacak başka bir işim mi var?
Şener Şen: Bu çocuk icin iyi degil!
Meltem Cumbul: Onun için neyin iyi, neyin kötü olduğunu biz bilemeyiz ki.
Şener Şen: Biliriz! Aklimiz var irademiz var. Ya bakıcı bulamazsan, bu sefer pavyona mı taşıycaksın bu çocugu?
Meltem Cumbul: Gerekirse öyle olacak.
Şener Şen: Hayır öyle olmamalı. Sen önce bir annesin, bana çaresizlik mavalı atma, herşey bizim elimizdedir!
Meltem Cumbul: Elimizde mi? Elimizde mi? Öyleyse iyi dinle. Ben 13 yaşındayken iki kişi tecavüz etti bana. Ailem o herifleri yakalayacağı yerde, beni kurşunladı, namuslarını temizlemek için. Sokaklara atıldım ben, süründüm. Pavyonlara düştüm. Ama herşey benim elimdeydi öyle mi? Kocam, sabah akşam hiç acımadan dövdü beni, üstelik de beni kurtarmak icin evlenmişti. Bütün bunları ben mi yaşamak istedim? Kim bana bunların hesabını verecek? Asıl sen bana maval atma öğretmen! Ben kızıma da aslanlar gibi bakıyorum işte, istediklerimiz olmuyor napalım. Kısmetimize bu kadar düşüyorsa yapacak birsey yoktur. Melek de ona ne veriliyorsa onu alacaktır!
Meltem Cumbul’un hayat hikayesini dinledikten sonra Şener Şen diyecek laf bulamıyor hık diye kalıyordu. İşte kişisel gelişimciler de tıpkı o filmdeki idealist öğretmen gibi adına kader denen, şans denen, astroloji denen, allah denen, şeytan denen, başıboş enerji denen artık herneyse o dünyayı etkileyen şeyi gözardı ediyorlar. Dünyayı çok adil, hakkaniyetli bir yer sayıyorlar, “design builds reality” diyip duruyorlar. Ama bazen de olmuyor işte bu zıkkım.

O yüzden Meltem Cumbul’lar ile Şener Şen’lerin arasını bulmak lazım.

Bugün de çok fotosentez bir yazı yazdım allah kahretsin yaaaa.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Ben Böyle Konsept Albümü Görmedim Be Hacı : NilFm

Dokuz günlük bayram tatilinde uzun yolculuklar esnasında bol bol müzik dinleme fırsatı buldum. Bu arada arabanın cd çaları mp3 cdsi çalmadığından albümleri baştan sona dinleme imkanı buldum ki, uzun zamandır yapmadığım birşeydi.

Konsept albümü denen entel dantel bir kavram var. Normalde konsept albümü yaptım ben diyenlere hadi len diyen bir yapıya sahip olduğumdan benim için bir komiklik unusurundan öteye geçmez bu. Ama Nil Karaibrahimgil’in Nil FM isimli albümü bu algımı değiştirdi.

Yıllar önce bu albümü dinlediğimde, ben de jinglelarından reklamlarına kadar bir radyo konsepti yaratıldığını düşünmüştüm ve hoşuma da gitmişti bu. Zaten samimiyetle yapılan pekçok şeyi severim ben. Bu kızın da 25 yaş üstü kadınların neredeyse tamamını avucunun içine alabildiğini düşünüyordum, yazdığı güzel şarkı sözleriyle. Hala da düşünüyorum.

Ama bu defa uzun yollarda birkaç defa albümü dinleyince bu radyo konseptinden sıyrılıverdim. Jinglelar ile reklam müziklerini çıkardığımda geriye kalan on şarkıyı sırasıyla dinlediğimde benim kafamda bir hikaye çıkıyor. Ben de şarkılarda geçen tüm sözleri kullanarak kafamdaki hikayeyi yazmaya kalktım.

Bakın bakalım olmuş mu :)

Nil’in yönetmen, reklamcı, senarist, yapımcı kılıklı bir sevgilisi varmış, bir rivayete göre de Serdar Erener’miş hatta. Fakat Nil’e onun beklediği ilgiyi gösteremiyormuş. Nil’i sinemalarda tak tiki tak tiki tak gelir diye bekletiyor, gecikince Nil'e ekildiğini hissettiriyormuş. Tabii ki morali bozulan Nil, sevgilisi ikinci yarıya yetişir umuduyla bekliyormuş ama sonra kendine alışıyormuş, kırılıyormuş ama kırık tarafını duvara yaslıyormuş. 10 dakika arada Nil’in sevgilisi hala yokmuş ortalarda. Nil kızımız mısır yiyor, bişeyler içiyor ve en nihayetinde filmin ikinci yarısına geçiyormuş. Kendi kendine tabii diyormuş bir erken matineyim ben, romantik komediyim. Film de güzelmiş ama Nil’in aklı sevgilisine takılıyormuş, kırılıyormuş ama kırık tarafını duvara yaslıyormuş. Sevgilisi kreatif toplantılar yapıp saçma sapan insanlarla konuşacağına kendisini bir keşfetse eline neler geçer diye düşünmeden de edemiyormuş. Sen beni dinlesen ne konu olurum, sen beni izlesen ne film olurum diye içinden geçirip duruyormuş içinden ama gelecek diye umutla beklediği sevgilisi tarafından ekiliyormuş. Sonunda anlamış ki, kendi filminin jönü o adam olamazmış. Buna ağlamış sinemadaki filmin son karesinde. Nil belki sevgilisini kendi filminde jön olarak oynatamazmış ama kendisinin de sevgilisinin filminin figüranı olmak zorunda olmadığını anlamış. Terketmiş Nil adamı, yürümüyor demiş, film bitti demiş, bak yazılar akıyor, ışıklar yanıyor demiş. Girdiği kapıdan çıkmış gitmiş Nil.

Nil haklılığının verdiği güçle kız arkadaşlarının arasına karışmış. Nil kıvamındaki kızlar zaten genellikle sevgililerinden ayrıldıklarında bir manyetik alan yaratılarmış etraflarına, çevredeki diğer kızları da o manyetik alana çekmek için. Doğal olarak kurulurmuş kalbi kırık kızlar klübü. Klübün kızları Etiler’de böyle Arto’lu, Fatih Ürek’li falan bir mekanda toplanmışlar. Rakı söylemiş kızlar garsona. Hızlı bir şekilde sarhoş olup deşarj olmaya ihtiyaçları varmış çünkü kalbi kırık kızların. Haydi şimdi eller havaya, oturmaya mı geldik modunda rakıları duble duble yuvarlarlarken, sürekli de biz bu hale düşecek kızlar mıydık diye dertlenirlermiş. Yooo demişler kalbi kırık kızlar, bunu haketmiyoruz. Yoo demişler kalbi kırık kızlar, bunu kabul etmeyelim. Sonra bir durum değerlendirmesi yapmışlar. Sormuşlar kendilerine neden yıprandık diye. Sormuşlar sevgililerinden hoşlandıkları için şimdi niye yıprandık diye. Gece belli ki uzun sürecek, çok rakı içilecekmiş. Başlamışlar kalp kıran erkekleri analize. O kadar basitmiş ki denklemleri, o kadar güçsüzmüş ki eklemleri yormadan sormadan kontrol etmek bebek işiymiş. Kalp kıran erkekleri aslında sararlarmış dolma gibi, çalarlarmış isteseler zurna gibi, o kadar belliymiş ki hedefleri, seks, para ve futbolmuş hep sohbetleri, yormadan sormadan bunu yönetmek bebek işiymiş. Eski günlerdeki günü birlik ilişkileri sürdürmek isteselermiş, çıtaları kaldırır, çıtırlara on basar, haydi hop hop atlatır, uzun uzun anlatır, espriler patlatır, haydı top top yuvarlarlarmış. Bekletirler, seslenirler, yüklenirler, esnetirler, pes ettirirlermiş. Ama artık daha ciddi ilişkiler peşinde koşuyormuş yirmibeşini geçen kızlar ve en büyük rakipleriymiş artık çıtır kızlar. Hem eski çıtırlar olarak aşağıdan gelenlerin neler yapabileceklerini de en iyi yirmibeşini geçen kızlar bilirmiş ve bu durum da ilişki üzerinde gereksiz bir kıskançlık baskısı oluşturuyormuş. Tüm bunları düşüne düşüne rakıları içip içip şişen Nil, gecenin sonunda mekandan çıkarken artık bayağı bir sarhoşmuş, içlenmiş birden ve bağırmış: Aaaaaah hey gidi günler hey.

Yalpalaya yalpalaya yürüyen Nil’i mekanın kapısındaki valeler bir taksiye bindirmişler. Nil taksideyken bile kıpır kıpırmış deşarj edememiş o gece yeterince enerjisini. Kalbi kırık kızlardan da almış gazı, vermiş enerjiyi, içmiş alkolü, en sonunda taksi evine getirince Nil’i çaresiz girmiş evinin yalnızlığına. Hemen kocaman bir kadehe tepeleme şarap doldurup, müzik setini açmış. Müzik poptan dönmüş arabeske, başlamış Nil tehditlere, gitmesinmiş terkettiği sevgilisi yoksa içermiş bütün uyku haplarını sonradan karıştırmasınmış adam ruh kitaplarını. Bir de mektup yazarmış adama hep seni sevdimle biten. Ondan sonra hesap etsinmiş, adamcağızın olur muymuş bir daha hiç neşesi. Gitmesinmiş, yoksa atlarmış en yakın köprüden, hafızaya da gerek kalmazmış bu olurmuş adamcağızın tek hadisesi. Giderse adam, Nil katledermiş yan komşuları, sonra dermiş polise bu adam öldürmüş masumları. Biraz daha şarap koymuş kadehine Nil, devam etmiş tehditlere içerken. Gitmesinmiş adam, yoksa düşermiş Nil’in yolu kiralık katillere, sonra vurup durmasınmış adamın cesedi ıssız sahillere. Giderse terkettiği sevgilisi, adı geçermiş Nil’in akşam haberlerinde, adamcağız da yaşlanırmış gitgide akıl hastanesinde. Biraz daha şarap koymuş kadehine Nil ve içip bitirmiş bir dikişte. Ancak o zaman söyleyebilmiş adama dair asıl niyetini kendi kendine: "Gitme, dünyam dönsün dönsün, dünyam dönsün dönsün, ben hiç kimse ölsün mölsün istemem, gitme istemem." Ayağa kalktığında Nil, farketmiş ki dünyası zaten alkolden dönüyor dönüyormuş. Tekrar oturmuş kanapeye hemen ve oracıkta sızmış.

Kanapede eğri büğrü sızan Nil, rüyasında bir çölün ortasında terkettiği sevgilisi ile berabermiş. Nil susuzluktan bayılmış sevgilisinin kucağına. Sevgilisi, mataranın dibinde kalan birkaç damlayı Nil’e içirmiş ama yetmemiş. Su bulmak için adam harap ve bitap vaziyetteki Nil’i yapayalnız bırakmış çölün ortasında, sen hiç merak etme sevgilim hemen geleceğim diyerek. Nil adamın arkasından bağırıyormuş, gitme, beni burada yalnız bırakma, nolur yalnız bırakma. Ama adam mecburmuş gitmeye yoksa ikisi de ölürmüş oracıkta. Adam gitder gitmez, Nil tam tepesinde dönüp duran bir akbaba görmüş. Bekliyormuş ki akbaba, Nil ölsün, leşi de ona yar olsun. Nil’in ödü kopmuş akbabadan bağırmaya başlamış, sevgilisini çağırıyormuş ama adam duyup da gelemiyormuş bir türlü. Bu bağırış çağırışların içinde Nil, uyanmış kabustan. Her yeri kanapede yatmaktan tutulmuş tabii Nil’in. Rüyasını dün gece fazla kaçırdığı alkole bağlamış hemen. Rakı olmasın demiş kendi kendine, şarap olmasın. Başı çok ağrıyormuş kafasını kanapenin gırlentlerinin arasına gömmüş ve bağırmış: “Madem sen yoksun, kafam olmasın.” Nefessiz kalınca çıkarmış başını gırlentlerin arasından, kanapede sırt üstü uzanmaya başlamış. Güneş gelmiş bu defa yüzüne rahatsız olmuş. Gündüz olmasın demiş kendi kendine, gece olmasın. Kafasını tekrar gömmüş gırlentlerin arasına ve bağırmış: “Madem sen yoksun, günler akmasın” Neden sonra kalkmış kanapeden banyoya gitmiş, aynada izlemiş yüzünü, bari akbaba olmasın yaa diyerek başlamış terkettiği sevgilisine hitaben manisini söylemeye: Sensiz nasılım bak bana/Gel de bir çorba yap bana/ Madem öldürdün/Akbaba olmasın/Nolur olmasın/Akbaba olmasın/Akraba olmasın/Eğer sen yoksan, kimsem olmasın.

Makyajlı yüzüyle sızdığını farkeden Nil, kendine küfredip makyajını temizlemiş. Sonra da ılık bir duşa girmiş de kendine gelmiş biraz. Mutfağa gidip bolca su içmiş, biraz meyve yemiş, ufak ufak da atıştırmış kahvaltılıklardan. Sonra yanına en çok satan kitaplardan bir demet ile sevgilim kimbilir şimdi nerde diye soran tüm şarkıların yerini hafif pop şarkılarına bıraktığı Ipod’unu da alarak Silivri’deki yazlığına gitmek üzere koyulmuş yola. Saat akşamın beşi filanmış herhalde evden çıktığında, trafik varmış, hava tam kararırken ancak girebilmiş yazlık sitenin bahçesinden içeri. Bakkala gitmiş, salata yapmak için gereken yeşillikler ile yarın sabah yemek üzere bir tane ekmek almış. Bakkaldan çıkıp evine doğru giderken, gözüne sitenin pis havuzu takılmış ama çok da takmamış Nil kafasına, binmiş asansöre, çıkmış yukarı, açmış kapıyı, girmiş içeri. Eve girer girmez koca bir bardak soğuk su ile birlikte gün batımını seyretmek için balkona çıkmış. Güneş kıpkızılmış. Pis havuz da boşaltılıyormuş bu arada aşağıda. Balkondan uzun uzun izlemiş Nil. Dün geceki içikilerin etkilerini hala hissediyormuş, başı ağrıyor, midesi yanıyormuş. Gitmiş Nil mutfağa, bakkaldan aldığı malzemelerden güzel bir salata yapmış kendine, yemiş afiyetle balkonda. Başının ağrısı geçmiş, alkolün kötü etkilerinden büyük ölçüde arınmış ancak o zaman vücudu. Havuz tamamen boşaldığında, havuzun ışıkları yanmış ve temizlemek üzere adamlar içeri atlamışlar. Gecenin onunda spot ışıklar altında havuzu temizlemeye çalışan karınca gibi adamların görüntüsünü sevmemiş Nil. Getirdiği kitaplardan birini seçerek yatak odasına geçmiş. Pijamasını giyip, elinde kitabıyla uzanmış yatağına, ama beş sayfa bile okuyamadan uykusu bastırmış. Koymuş kitabı sağındaki etejerin üstüne ve uyumuş.

Güzel bir güne uyanmış o sabah Nil yazlıkta. Kalkmış, sabah güneşi alan balkona çıkmış. Havuz, deniz, güneş pırıl pırıl parlıyormuş herşey. Havuzun etrafında çocuklar cıvıl cıvılmış. Nil hemen bir çay koymuş ocağa, sonra gitmiş balkonun şemsiyesini bulmuş içerilerden. Rahatsız etmesin diye balkonda, güneşe karşı açmış şemsiyeyi ve dolaptaki kahvaltılıkları balkondaki masanın üzerine yerleştirmeye başlamış. Çayı demlemiş, dün akşam bakkaldan aldığı ekmek ile dün gece okumaya başladığı kitabı da almış oturmuş masasının başına. Kahvaltısını ederken pırıl pırıl parlayan havuzun dün akşamki pis halinin görüntüsü gelmiş gözünün önüne. Değişimi farketmiş, terkettiği sevgilisi ile arasındaki ilişkiyle eşleştirmiş. İlk başta herşey ne güzelmiş de ilişkileri sonradan kirlenmeye başlamış. Farketmiş ki birden, bu aşk havuz problemiymiş. Denklemini yazmış, başlamış ilişkiye ama maharet havuza girmekte değil içinde uzun süre yüzebilmekteymiş. Ben neden yüzemiyorum bu havuzda diye düşünmüş. Sebep kalbi kırık kızlarla eğlenmeye çıktığı gecede de belirttiği gibi çıtır kız korkusu ve gereksiz kıskançlıkmış. Çıtırlara benim havuzuma atlamayın diyemiyormuş. Havuzuna atlayıp ayaklarını çırptıkça da çıtırlar, Nil bu sefer yüzemiyor, sanki boğuluyormuş. O zaman düşünmüş ki Nil, sevgilisiyle beraber suyu boşaltsalar, yeniden doldursalar, yeni baştan daha özenle başlasalar da çözülse bu havuz problemi. Fakat olmamış bir musluk kapansa, diğeri açılmış, kızlar havuz kenarına açılıp saçılmış. Bu sefer havuzu doldururlarken, Nil kendisinden ve sevgilisinden başka kimsenin havuza atlamayacağını şart koşmuş ama atlayanların önüne geçemiyormuş ki. Nedense bir türlü havuz içinde huzurla yüzemiyormuş. Havuzun ortasında sevgilisi gel gel su çok güzel derken Nil, ona yüzemiyormuş. Sanki dibe vuruyormuş da, nefes alamıyormuş.

Nil o zaman anlamış ki aslında problem havuz değil, havuzun herkes tarafından izlenebilmesindeymiş. Havuz şimdi ne güzel kimsenin bilmediği gizli bir yerde olsa, hiçbir problem kalmazmış. Ama bu da artık mümkün değilmiş. O zaman Nil de kara kara düşüneceğine gideyim de şu aşağıdaki havuza bir de ben gireyim demiş. Aslında tamamen çevresinden uzaklaşmak istiyor, o yaz bembeyaz bir otelde kendisine rastlamak istiyormuş. Ama şimdilik yazlığın havuzuyla idare edecekmiş. Ipodunu ve kitabını da almış yanına havuz başına inerken. Yazlığa gelmeden önce Ipod’dan sevgilim kimbilir şimdi nerde diye soran tüm şarkıları silmişmiş. Asansöre bindiğinde aynada teninin çok beyaz olduğunu farketmiş ve kendi kendine ben bu yaz bronzlaşmak istiyorum demiş. Kendisiyle uzlaşmak, yer yer yozlaşmak, uzaklaşmak istiyormuş. Havlusunu sermiş havuz başındaki şezlonga, almış eline en çok satan kitaplardan birini. Nil artık kendine yönelmek istiyormuş. Denizden çıkıp yeni bikinisiyle üşümek ürpermek istiyormuş. İstiyormuş ki yansın ayağı kumlarda, sönsün günleri mumlarda. İstiyormuş ki, mavi turuncu tonlarda toplansın dalgalar kumsalda.

Artık yeterince güneşlendiğini düşünmüş Nil bir birbuçuk saat sonra. Kalkmış havlusunu almış evine gitmiş. Ilık bir duş alıp güzellik uykusuna yatmış. Uyuyamamış, sağa dönmüş yok, sola dönmüş yok. Yalnızlıktan da canı sıkılmış. Kalbi kırık kızlar klübünden bir arkadaşını aramış. Kız, ohooooo demiş Nil’e hemen atlayıp yanıma geliyorsun, seni akşam şahane bir partiye götüreceğim. Nil’in aklına dün sabahki hali gelince yüzünü buruşturmuş biraz, daha sakin birşeyler yapsak demiş. Arkadaşı kızım sen aptal mısın demiş çivi çiviyi söker, atla gel çabuk. Nil aptal değilmiş, atlamış arkadaşının yanına gitmiş. Partiye girer girmez arkadaşı Nil’i bara doğru sürüklemiş ve arka arkaya altı tane tekila içirmiş. Nil yarım saat içerisinde pür neşe tren dansı yapıyormuş partide. Bütün kurtlarını dökmüş partide. Dili çözülmüş başlamış bağırmaya. Yemezmiş artık bunları, tersyüz etmiş hayatını. O anda aşk bitmiş, oyun başlamış. Aramış terkettiği sevgilisini ağzına geleni söylemiş. Demiş yak lambalarını, oyna sen de zarlarını, bırak başkalarını, ben aptal mıyım? Adamcağız Nil nerdesin, ne anlatıyorsun diyecekken devam etmiş Nil: İşime gelmeyince hep/Hayatın kendisi sebep/Sen onca fırsatı tep/Ben aptal mıyım? Adam şoktan biraz kurtulmuş ve demiş ki Nil sarhoşsun, neredeysen söyle gelip seni oradan alayım. Ama Nil hiç oralı olmamış devam etmiş: Aşkın şudur sözlük anlamı/Arıyorsun sen belanı/Ben miyim hapse tıktığın/Neden suçlu kılıklıyım/Söyle gardiyanım/Çok yatar mıyım/Ben aptal mıyım? Nil nerdesin söylesene demiş adam birkez daha. Nil yine hiç dinlememiş adamı: Niye sordum soruları/Biliyordum cevapları/Gel hergün aynı şeyi yap/Git hergün aynı yola sap/Sonra gelince hesap/Ben manyak mıyım? Nil iyice saçmalıyorsun artık demiş adam. Git başımdan diye bağırmış telefonda Nil, unuttum mu ben kendimi, kuruttum mu günlerimi, biriktirdim dünlerimi, ben aptal mıyım? Adam tam ağzını açıp Nil’e yeniden nerede olduğunu soracakmış ki, Nil çaaaat diye kapatmış telefonu adamın suratına ve telefonunu kapatmış. Hemen kendisini partiye getiren kızın da telefonunu kapattırmış ve partiden ayrılmış. Galata civarında bir caz klübe gitmişler. Tam içeri girerlerken Nil arkadaşına demiş ki, aman ha bak burda benim eski sevgilimi tanırlar sakın adını ağzından kaçırma. Onun hakkında konuşursak Vahdettin deriz. Kız tamam demiş girmişler içeri.

Ama Nil’in az önceki enerjik, neşeli halinden eser yokmuş. Arkadaşı noldu kızım diye sorunca telefon konuşmasını anlatmış. Biraz fazla ileri gitmişsin demiş arkadaşı Nil’e. Nil de ay evet biraz fazla oldu yaa demiş. Çantasından telefonunu çıkarmış ve açmış. Bir mesaj gelmiş adamdan: “Nil, sen beni gecenin bir yarısı arayıp ağzına geleni söyleyemezsin. Hadi başta dedim sarhoş yardım edeyim, ama sen naptın telefonu yüzüme kapattın. Madem öyle bir daha hiçbir telefonunu açmayacak, hiçbir mesajına mailine cevap vermeyecek, hepsini okumadan sileceğim. Sen de bir daha arama beni, hoşçakal.” Nil’in dayanacak gücü kalmamış o anda, ağlamaya başlamış. Arkadaşı peçete vermiş, Nil ağlamış, arkadaşı peçete vermiş, Nil ağlamış. Çantasından bir kalem çıkarmış ve kuru bir peçetenin üzerine o gece aşağıdaki şiiri yazmış:

Vahdettin

Üşüdüm kolların haberi yok
Yürüdüm yolların haberi yok
Beni terkettin
Beni mahvettin
Düşündüm ikimizin çözümü yok
Buldun da anlatacak yüzün mü yok?
Beni terkettin
Beni mahvettin
E seni de süründürsünler
Sen de aşın biraz
Seni de ısırsınlar ve sen de kaşın biraz
Niye vahdettin?
Beni terkettin
Sürdüğün saltanatın sonu mu yok?
Bizle niye uğraştın konu mu yok?
Yok mu vahdettin?
Beni terkettin
Sana ahdettim
Vah vah vahdettin
Umduğumla bulduğumun ilgisi yok
Aşkın neden üstünde etkisi yok?
Yok işte vahdettin
Beni mahvettin
E seni de süründürsünler
Sen de aşın biraz
Seni de ısırsınlar ve sen de kaşın biraz
Niye vahdettin?
Beni mahvettin
Dinle vahdettin
Sana ahdettim

Nil’i toparlamaya çalışan arkadaşı, telefonu ve şiiri yazdığı peçeteyi Nil’in çantasına koymuş ve hadi kalk gidiyoruz demiş. Nil’in direnmeye gücü kalmadığından kuzu kuzu itaat etmiş arkadaşına. Taksiye binmişler, arkadaşı Nil’i evine bırakmış ve gitmiş. Nil de eve girer girmez hemen yatağına girip uyumuş. Makyajı yine yüzündeymiş.

Sabah çok depresif uyanmış Nil, hemen banyoya gitmiş, yüzündeki makyajı silip yüzüne biraz bakım yapmış. Ama sonuçtan tatmin olmamış ve en kısa zamanda bir güzellik salonunda yüzüne adam akıllı bir bakım yaptırmaya karar vermiş. Ilık bir duşa girmiş. Kurulanırken, böyle olmaz birşeyler yapmam lazım diye düşünmüş durmuş. Dolaptan meyveleri çıkarmış ve salona oturmuş, sessizlikte düşünmüş düşünmüş düşünmüş…

Çekirdeksiz kabuksuz bir üzüm kadar yalnız hissetmiş kendini. Hiçbir dalı tutamadım safsızım diye kızmış kendine. Bu ruh haliyle bulduğu güzel fikirleri bile hemen elden çıkarıyormuş. Yine aklına sevgilisini boğan kıskançlığı gelmiş. Kızım sen inanınca çok insafsız, çok tatsız oluyorsun diye düşünmüş. Kasa, kasa toplanıp, turuncuya boyanmış portakallar kadar sıkılmış hissetmiş bu defa kendini. Duygularına çok teslim olduğuna kanaat getirmiş. Biraz aklını kullansa, güzel anılarını da bu kıskançlık yüzünden elden çıkarmak durumunda kalmazmış. Yaşarken hep tatsız, insafsız oluyorum, oysa duygularım yerine aklımla hareket edebilsen bunlar gelmez başıma diye düşünmüş. Erik kadar aşksız, dutlar kadar şanssız hissetmiş kendini ve dua etmiş allaha, çıksa biri kiraz gibi ansızın karşıma diye. Ama çok sevmiş işte bu adamı, aklında hala o varken bulduğu birkaç güzel erkeği de elden çıkarmak zorunda kalıyormuş. Eleştirmiş yine kendini, severken, hele aşıkken insafsızmış, tatsızmış.

Salim kafayla sevgilisini tekrar düşünmeye başlamış. Çünkü yaşadıklarıyla dürüstçe yüzleşmezse geride bırakamayacağını sanmış olanları. İlişkisinin hatırlayabildiği her anını gözünün önüne getirmiş, düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş… Beklentileri, arzuları, eleştirileri, yanlışlıkları, yalnızlıkları, nedenleri, sonuçları anıları iyice bir harmanlamış kafasında. Sonunda da almış eline gitarını, söyleyivermiş samimiyetle tüm içinden geçenleri.

Uçar o kuşlar gibi
Çıkar yokuşlar gibi
Sanki biz saklanmışız
Onu bulmuşlar gibi
Sert basan tuşlar gibi
Dik dik bakışlar gibi
Sanki biz hep yazmışız
O bitmeyen kışlar gibi
O bir bencil bencil
O bencil bencil
Nedeni belli değil
Vuramazsın zincir
O bir bencil ama yok onun hilesi
O bir bencil ama yok onun iğnesi
O bir bencil ama yok onun hilesi yok
Yok onun bişeysi yok
Gider o rüzgar gibi
Döner dalgalar gibi
Sanki biz hep dururken
Geçen zamanlar gibi
Sert basan tuşlar gibi
Dik dik bakışlar gibi
Biz ayakta uyurken
Geçen rüyalar gibi
O bir bencil bencil
Ama evcil evcil
Nedeni belli değil
Vuramazsın zincir

5 Aralık 2008 Cuma

Toygar'ın Ses Sistemlerindeki Büyük Devrimi : Surround sistemle mp3

Tankut ile Toygar’ın Ankara’daki evde gülmekten gözleri yaşarırken 1998 Ağustosunun takviminden geriye bir iki yaprak falan kalmıştı. Toygar hem ziyaret hem ticaret amacı ile o günden iki hafta önce İstanbul’a, Tankut’lara gitmişti. Ziyaret kısmı kolaydı, ve kendiliğinden oluyordu da ticaret kısmı biraz ilginçti.

1997 yılının bitmesine 50 gün kala aldığı bir PCNET dergisinin promosyon cdsinin içinden çıkan müziklerin ona bambaşka bir dünya sunacağını o cdyi bilgisayarın cdromuna yerleştirirken bilmiyordu. Freddie Mercury’nin “Show must go on” diyen sesini duyduğunda şaşkındı. O dönem bir araba reklamının müziği olarak bu şarkıyı dinlemiş ve bulmaya çalışmış fakat bulamamıştı. Oysa bu defa o, şarkıyı bulacağına, şarkı onu bulmuştu. Ama asıl şaşkınlığının sebebi bilgisayardan midi tarzı şeyler dışında bir müzik çıkabileceğini nedense sanmamıştı. Yani müzik cdsi filan dinliyordu bilgisayardan da, böyle harddiskinde saklayabileceği dosyaları ummamıştı. Dahası iki tane avuç içi kadar dandik hoparlörlerden çıkan sesin kalitesi o zamana kadar kendisine ait müzik sistemlerinde duyduğu en temiz sesti. O promosyon cdsi Toygar’ın müzik dinleme anlayışını o gün kökten değiştirdi. Toygar halen büyük bir aşkla bağlı olduğu mp3 kavramı ile ilk o gün tanıştı.

Zaman içinde önce bu dosyaları internetten bulup indirmeye çalıştı Toygar. Ama gerek dial-up bağlantının saniyede 5k indirildiğinde zavallıları sevindiren hızı nedeniyle bir şarkının tamamının ortalama 45 dakikada dinlenebiliyor oluşu, gerekse aradığı her şarkıyı mp3 olarak internette bulamayışı, onda bu mp3 dosyalarının nasıl yapıldığını öğrenmeye dair büyük bir heves yarattı. Sordu, soruşturdu, okudu, denedi, beceremedi falan derken Toygar bir cdyi 1998 Ocak ayında mp3 olarak harddiskine kaydetmeyi başardı. Hemen sağda solda ne kadar audio cd alan eş, dost, akraba varsa hepsinden geri verilmek üzere cdler toplandı. Yoğun bir mp3 üretimi başlamıştı evde. Yalnız hiç hesap etmediği bir acı tablo vardı Toygar’ın karşısında. Harddiski sadece 850 mb veri depolayabiliyordu ve cd writer denen aletin fiyatları 400 USD’den başladığından sadece büyük billgisayar dükkanlarında ya da fakültelerin Bilgi İşlem servislerinde vardı. Harddisk söküldü, cd yazma işi yapan bir bilgisayar dükkanına götürüldü, birikmiş mp3’ler cdye yazdırıldı. Harddiskten cdye yazdırılan dosyalar yenilerine yer açılsın diye silindi ve üretim kaldığı yerden devam etti. İki ayda bir harddisk sökülüyor, cdye yazdırılıyor ve üretime devam ediliyordu.

Tabii Toygar düşünüp duruyordu, bu mp3 denen kardeş bu dandik hopallörlerden bu sesi çıkarıyorsa, sağlam bir müzik setinden ne ses çıkarır acaba diye. Bir gün yine böyle düşünürken, oturduğu yere göre saat on yönünde duran kocaman orgu gözüne çaptı. Arkasında zibilyon tane ne işe yaradığını bilmediği giriş vardı bu orgun ve bir ampul yandı kafasında Toygar’ın aniden. Ses kartını orga bağlayıp orgun hopallörleriyle mp3 dinleyebilir miydi ? Hemen orgun arkasındaki girişlere baktı. Line in ve Line Out yazan girişleri gözüne kestirdi. Bir kabloya ihtiyacı vardı.

Fakirliğin gözü kör olsun, her aradığı şarkının cdsini bulamadığından, alamadığından ve bazılarının kasetleri evde varken cdsine de ayrıca para vermek zoruna gittiğinden kasetten mp3 yapmanın da yollarını araştırmıştı Toygar. Ses kartının mikrofonu ile walkmenin kulaklık çıkışını birleştiren bir kablo ve bir voice recorder programı ile bu işin de yapılabildiğini anladığında soluğu elektrikçiler çarşısında aldı. İki ucu erkek stereo bir kablo edinmişti o gün. O kablo ile aynı mantıkla fakat bu defa ses kartının hopallör çıkışı ile orgun line in girişini birleştirebileceğini düşündü. Fakat engeller bitmiyordu, orgun line in girişi büyüktü. O zaman da aklına walkmen kulaklığının kutusundan çıkan küçük girişi büyüğüne çeviren konnektör geldi aklına. Artık engel kalmamıştı. Kış mevsiminin soğuk bir Pazar günü öğleden sonrasında, McGyver, hatta George Stobbart titizliğinde bir çalışmanın sonucunda Toygar’ın odasından bir Barış Manço şarkısının yüksek volümlü, bol baslı sesi yükseliyordu:

Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane

Ses kalitesi artık umduğunun çok ötesinde bir şahaneliğe ulaşan Toygar’ı bu sıçrama sadece iki ay idare etti. Awe64 ses kartını, Creative Sound Blaster Live 5.1 ile değiştirip surround ses veren bir hopallör sistemi rüyalarına girmişti artık. Paralar birktiriliyor, bütçeler yapılıyor, en ucuza nereden hopallör sistemi alınır araştırılıyordu. Tabii ki tüm sonuçlar tek bir noktayı gösteriyordu : İstanbul.

İşte Toygar’ın 1998 Ağustosunun ortalarında gerçekleştirdiği İstanbul seyahatının ticaret amacı burada yatıyordu. Hedef Doğubank, olmadı Tahtakale’ydi.

Tankut İstanbul’un en çok sillesini yemiş arkadaşıydı Toygar’ın. Cevizlibağ’daki o ucube Atatürk Öğrenci Yurdunda (ucube sıfatı Atatürk'ü değil yurdu nitelemektedir ey okur, boşa heyecan yaratma) bir sene boyunca her gece üçbuçuk atan kıçının yüreğindeki ve beynindeki etkilerini yok etmek için geceleri erkenden uyumaya çalışıyordu. Yurtta üç grup öğrenci vardı ve hepsi de birbirinden salaktı. Türki Cumhuriyetlerden gelen çocuklar, – çekik gözlü ve iriydiler – Ülkücüler ve solcular. Tabii bir de hiçbirşey olmayanlar vardı ki, esasen tüm gruplardan kuvvetliydi. Ama bu kuvveti ortak bir hedef doğrultusunda kullanma becerisinden yoksun oldukları için zaten bunlara hiçbirşey olmayanlar deniyordu.

Tabii Tankut’un tek sorunu yurdun içi de değildi. Her sabah Cevizlibağ’dan Göztepe’ye gitmek yurttan kaynaklanan sorunun bir diğer yüzüydü. Göztepe’de okuyan adama Cevizlibağ’da yurt bulan devlete edilen küfürler sorunu çözmediğinden olsa gerek, Tankut o aşamada sorunu etkisiz hale getirmenin tek yolunu yapıyor ve bulunduğu durumla dalga geçiyordu. Bir tür sportif meydan okuma olarak gördüğü Cevizlibağ – Göztepe etabında her sabah rekor peşindeydi. Yolu 90 dakikanın altına indirdiği gün kimseden madalya beklemiyordu tabii ki, fakat çetin hayat şartlarına karşı insanoğlunun en güçlü savunmasının her zaman için o şartları oyunlaştırmak olduğunun da bilincindeydi.

Tabii o yurtta geçirdiği bir sene Tankut’a eşsiz bir İstanbul bilgisi vermişti. Hangi otobüs nereden geçer, nereye, en kolay nasıl gidilir gibi konularda İETT danışma hattına koysan bayağı iş yapardı. Dolayısıyla, Doğubank, Tahtakale dolaylarına Toygar’ın onunla gitmesi icap ederdi.

Tankut ile birlikte Doğubank’a gittiklerinde Toygar’ın cebinde 300 DM para vardı ve evet o günler Deutsche Mark diye bir para birimi vardı. Technics marka amfi almayı ve güzel sesli bir hopallör almayı hedeflemişti. Ama zaten elindeki para en kötü Technics ile en dandik hopallörlere yetiyordu. Surround hayali yatmıştı, ya da yatmış mıydı? Aslen yatmamıştı çünkü, iki de orgun hopallörünü sayarsak dört hopallör ediyordu ve surround ses çıkışına sahip bir ses kartıyla bu iş teorik olarak olabilirdi. Öte yandan tam manasıyla surround müzik dinlemek için kaydın da stereo değil dolby digital falan yapılması gerekiyordu ama Toygar dört yönden müzik çalsın da ötesine vakit çok diyerek surrounda farklı bir yorum getirmişti. Her neyse, sonuçta o paraya alınabilecek başka bir cihaz olmadığından ne verdilerse alındı ve kargo ile Toygar’ın evine gönderildi. Zaten Toygar da ertesi gün trene binip evine döndü.

Toygar evine döndükten bir gün sonra kargocular aletleri getirdiler. Toygar büyük bir heyecanla aletleri aldı, hemen kurmaya girşti. Önce masasında amfiye bir yer ayarladı. Sonra iki tane kocaman kolonu odanın iki ucuna yerleştirdi. Amfiyle hopallörleri birbirine bağlayan bakır kablolarla yaklaşık iki ssat cebelleştikten sonra herşey tamamdı. Sound Blaster Live’ın efektlerini, surround olayını kurcaladı durdu. Org ile amfinin ses dengesi, hopallörlerin yerleşimi falan tam içine sindiği gibi olmamıştı ama yine de mutant bir surround havası vardı odasında.

Ertesi gün uyandığında ise yeni aldığı hopallörlerin birinden ses çıkmıyordu. Kablolarla uğraştı Toygar bütün gün, ama yoktu, olmuyordu, hopallörlerin birinden katiyen ses çıkmıyordu. Toygar deliye döndü, bir an hayatının en önemli meselesinin odasındaki surround ses sistemi olduğunu, onsuz yaşayamayacağını filan sandı. Aklına jilet, bilek, yağlı ilmek, darağacı, köprü, tabanca gibi kelimeler gelirken daha fazla duramazdı. Derhal Tankut’u aradı.

- Alo Tankut naber ?
- Bildiğin gibi abi, senden naber ? Nasıl yeni ses sistemi ?
- Olm kudurdum ya. İlk geldiğinde güzel güzel açtım, kurdum aleti çalıştı. Yattım kalktım, hopallörlerin birinden ses çıkmaz oldu.
- Hadi yaa nasıl yani ?
- Ne biliyim abi, çalışmadı, herşeyi denedim olmadı. Hopallör bozuldu herhalde. Çok canım sıkıldı yaaa.
- Eee garantiliydi olm, geri gönder, ne sıkıyorsun canını ?
- Ya ben de onu düşünüyorum şimdi aletleri alıp tekrar İstanbul’a gelmeyi düşünüyorum.
- İyi abi atla gel bi gidelim adamların yanına.
- Tamam ben sana detayları söylerim bileti aldıktan sonra.
- İyi hadi bakayım üzme kendini.
- Tamam görüşürüz.

Toygar’ı o gün istasyonda bilet alırken görenler, burnundan soluyan, saçı başı dağınık, gözlerinde endişe olan, ne yapacağı kestirilemez bir adam gördük, çok korkunçtu diye anlattılar görüntünün etkisinden bir türlü kurtulamadıklarından gün boyu sevdiklerine. Operadaki hayalet görüntüsü, Paris operası için neyse; istasyondaki Toygar da istasyon için oydu bir süreliğine. Bileti büyük bir hışımla aldı, Tankut’u aradı yarın sabah Haydarpaşa’da olacağını söyledi ve bileti aldığı kadar büyük bir hışımla istasyonu terketti.

Eve geldi Toygar, yorgundu, yattı, uyudu. Uyandığında gerçekler çarpınca buruştu yüzü. Hopallörleri kutusuna koydu, bantladı, yemek yedi, sonra da yüklendi 50x110x20 cm ebatlarındaki koliyi metro durağına kadar yürüdü, metroya bindi, istasyona en yakın durakta indi, istasyona kadar taşıdı koliyi ve tabii kendisini de. Avuç içleri kıpkırmızı olmuş, kol kaslarına biriken laktik asit acı veriyordu. Kan ter içinde kalmıştı Toygar. Trende koltuğuna oturdu, walkmeni kulağına taktı, kitabını da açtı önüne, Fatih Ekspresinin klima serinliğindeki vagonunun steril tek koltuk ortamında %100 izolasyonu gerçekleştirdi. Vagondaki sesleri duymuyor, vagonda olanları görmüyor ve yanında kimse oturmuyordu. Zaten bir süre sonra da kitabı kapatıp, uyku modülünü çalıştırdı.

Gözünü açtığında, güneş yeni doğuyordu. İki saat sonra da zaten Tankut’u görecekti Haydarpaşa’da. Bu sürede kitabını tekrar okudu: Frederic Forsyth Operadaki Hayalet.

Trenden indi. Tankut yoktu ortada. Gitti bir ankesörlü telefondan Tankut’u cep telefonundan aradı. Tankut uyuya kalmış, gelememişti. Bekle de geliyorum dedi Tankut ve evet o zaman daha Toygar’ın cep telefonu yoktu. Bilgisayarın tüm kalelerine, tüm burçlarına ve tüm dehlizlerine girip çıkmayı marifet sanan Toygar cep telefonuna karşıydı o dünlerde. Çaresiz bekledi yarım saat önünde koskoca bir koli ile Haydarpaşa’nın bekleme salonunda. Tankut geldiğinde dokunsalar ağlardı Toygar.

Yüklendiler koliyi, vapura bindiler, amca oğlunu da yanına alıp, 16 yaşındaki kızı kaçırılmış baba edasıyla Toygar dayandı Doğubank kapılarına o sabahın köründe. Adamlar bunları görünce karşılarında, güldüler rüyanızda mı gördünüz bizi bakışlarıyla. Hopallörleri oradaki amfilerden birine bağladılar ve hopallörler Toygar’ın salaklığını yüzüne vurmak istercesine bangır bangır bağırdılar en James Brown sesleriyle: I feel good. Toygar ise Allah biliyor ya kendini hiç iyi hissetmiyordu o anda. Adamlar acıdılar Toygar’ın haline de yeni bir kablo ile altın suyuna batırılmış konnektör hediye edip, yolcu ettiler sorunun amfide olma ihtimalinden korkan bunları.

Yarın beraber gideriz, ben de memlekete geçerim oradan üç beş gün sende kaldıktan sonra demeseydi Tankut, Toygar o gün İstanbul’da kalamazdı. Akşam İstanbul’u gezdiler beraber en bedavasından. Ertesi gün Toygar için o bildik görüntüler yeniden gösterime girdi hayat sinemasında. Yine koli taşımalar, yine kol kaslarına hücum etmiş, çoğaldıkça çoğalan laktik asitler, yine istasyonlar, yine çuf çuf sesleri, yine vagonun steril ortamı, yine koltukta dinlendirmeyen uykular, yine gece yarılarında uyanıp neredeyiz lan bizler, yine istasyona girmeler, koli yüklenmeler, trenden inmeler, ceplerde bulunmayan paralar yüzünden binilemeyen taksiler, toplu taşıma araçları ve yürünerek eve dönmeler… Yalnız başına katlanamazdı ya, Allahtan Tankut da vardı bu defa yanında Toygar’ın.

Yokuşun sonundaki sokakta Toygar ile Tankut’u bekleyen ev, aşağıdan bakıldığında hem bir kurtuluştu içinde bulundukları durumdan, hem de Kaf dağının ardındaki bir prensesti en güzelinden. Canı kaymak isteyen de cebinde manda taşısındı canım allah allah. Prensesi istiyorsan Kaf Dağı’nı da aşacaktın yani. Son bir gayretle vurdular yüklendikleri koliyle kendilerini yokuşun sırtına, Don Kişot ile Sanço misali Toygar ile Tankut.

Eve geldiklerinde buldukları, çirkin, pis, bakımsız ve şişko bir prensesti ne yazık ki. Evden hışımla çıkarken Toygar talan etmişti evi o sinirle. Yine de Tankut umutla, bağla bakalım şu hopallörleri, bir de ben duyayım dedi o en surround sesi. Toygar gazı almış Hacı Murat gibi daldı, kabloların silikonların ve kartonların dünyasına. Bir saatin sonunda iki hopallör, üstüne de orgdan sakin çıkıyordu Fikret Kızılok’un sesi : Yalandır hep yalan, samanyolu geceler hep yalan.

Toygar sevinsin mi, üzülsün mü bilemedi Tankut’un vaaaaaay beeee ulan harbi süpermiş ses diye coşkuyla bağıran sesini duyduğunda. Karmaşık duygular içindeyken bile al da at dercesine atılan pasları gole çevirebilirdi Toygar ve sesi sanki Fikret şarkıyı odanın içinde söylüyormuş gibi yapan efektini açtı Sound Blaster Live 5.1’in. Beraber mest oldular orada. Uyudular, uyandılar, yemek yediler, ama odada o sesi eksik etmediler. Kah yüksek sesle, kah düşük sesle dinlediler şarkılarını Fikret’in o gece sabaha kadar.

Sabah olduğunda kapının sesine uyandı Toygar. Sabah 8’di daha. İşine gitmek üzere evden çıkmıştı Toygar’ın 40’lı yaşların sonuna yaklaşmış devlet memuru komşusu. Uykulu gözlerle kapıyı açan Toygar ile Tankut’a, “Gençler, biz de genç olduk, ama geceleri şu radyonun sesini bu kadar açmayın nolur” dedi. Toygar ile Tankut gözgöze geldiler. Gülmemeleri gerekiyordu, tuttular kendilerini, “kusura bakmayın abi, farketmedik o kadar yüksek sesle çaldığını” dedi Toygar ciddi bir yüz ifadesi takınmaya çalışarak. “Estağfurullah gençler, iyi günler” dedi ve gitti komşu. Kapıyı kapattılar, duyulmasın kapıdan diye biraz içeri kaçtılar ve dakikalarca yerde kahkahalarla güldüler.

- Abi biz gidiyoruz, mp3 ile surround müzik dinlemek için kıçımızı yırtıyoruz, adam geliyor radyoyu kıs diyor yaaaa, hahahahahaha.
- Lan radyo dinlemek için mi 3 gündür yollarda koli taşıyoruz yaa, hahahahaha

2 Aralık 2008 Salı

Gizli Hedef : Berkcan'ı Kral Yapmak.

Ahşap sehpanın çevresindeki minderlere konuşlanmış, büyük bir konsantrasyonla sehpanın üstündeki haritaya bakıp, bağrış çağrış birbirlerine laf anlatmaya çalışan 5 tane bet sesli üniversite öğrencisini görenler bunlar kesin devrim yapacaklar da galiba planlama hususunda aralarındaki ihtilafı çözememişler derlerdi.

Oğulcan : Heryerden heryere savaşmak serbest ve kendi bölgelerin olduğu müddetçe komşu bölgelere kaydırma serbest olsun.
Tankut : Görevi gerçekleştiren bir tur korumak zorunda olsun.
Berkant : Kabul lan, ak göt kara göt belli olsun.
Toygar : Bana fark etmez abi.

Saçları kınadan turunculaşmış havuç kafalı Berkcan saç rengindeki çıkıntılığını oyun kuralları anlaşmasında da gösterip, itiraz etti : “Sikerim, kitapta ne yazıyorsa o, kafanıza göre kural koymayın.”

Toygar : Tipik bir Berkcan hamlesi.
Berkant : Lan bi rahat dur Berkcan yaa.
Tankut : Berkcan kitaptaki gibi oynayınca oyun saatler sürüyor ve bitmediği için de zevksizleşiyor. Bunu daha önce defalarca görmedik mi ?
Oğulcan : Berkcan harbiden ya kitaba göre oynayınca oyun bitmiyor yaaa.
Berkcan : Tabiii kitaba göre oynayınca hepiniz bir olup bana saldıramıyorsunuz da ondan böyle cöt cöt konuşuyorsunuz di mi ibneler? Ya kitaba göre oynanır bu oyun, ya da siz dördünüz birbirinizi sikersiniz.

Berkcan’ın bu paranoyak tepkisi eğlenceli bir biçimde dünyayı ele geçirmek isteyen anlaşmış dörtlüde doğal bir “hopbalaaaa” nidasıyla karşılandı. Koronun senkronu mükemmele yakındı.

Tankut : Berkcan ben seni koruyacağım söz, bu diğer ibnelerle birleşmeyeceğim, sen ne dersen onu yapacağım, sana biat edeceğim, ama gözünü seveyim kitaptaki gibi oynatma bize bu oyunu.
Oğulcan : Berkcan istersen sana ben de biat ederim yaaa harbi.
Toygar : Berkcan biz niye dördümüz bir olup sana saldıralım yaa manyak mıyız biz ?
Berkant : Abi bu nasıl bir paranoya ben anlamadım yaaa.
Berkcan : Hepiniz ibnesiniz oğlum. Şu hevese bak yaa. Ulan ne meraklısınız benim kuru götüme.
Tankut : Tamam Berkcan, senin dediğin gibi oynayalım.
Oğulcan : Evet abi, Berkcan ne diyorsa o.
Toygar : İyi ya tamam, Hadi artık.
Berkant : İyi hadi başlayalım bir an önce.

Sehpanın üzerindeki harita Gizli Hedef oyununun haritasıydı. 80’li yılların sonlarında henüz 10 yaşındayken tanışmıştı Toygar bu oyunla. Soğuk savaş yıllarında Nato - Varşova Paktı düellolarını hergün İran – Irak Savaşı haberlerinde izleyen dönemin çocukları için hem çekici hem de eğitici bir oyundu bu da, çekirdek aileye pek uygun değildi. Çünkü genellikle eve yorgun bir şekilde işten gelen baba gazetesine gömülür, anne türlü duygu sömürüsüyle zorla oynatılsa bile stratejiden anlamadığından saçma sapan hareketler yaparak insanı delirtmezse, muhakkak sevgili oğulları sevinsin diye fasulyeden oynardı. Komşular, kuzenler yakınlarda değilse, tek kardeşiyle oynamanın fevkalade sıkıcı bir barbuta dönmesi nedeniyle Toygar bir süre ihtirasla oynamış fakat sonra daha pek çok oyun gibi Gizli Hedef de Commodore 64 ve apartman bahçesinde oynanan futbola yenik düşmüştü.

Okul arkadaşları ile toplanıp Gizli Hedef oynamak da pek mümkün olmazdı. Çünkü 10 yaşında çocuklara kısa kış günlerinde akşam olmadan evde ol diye sıkı sıkı tembihlenir, saat dört oldu mu anneler arası telefonların biri çalar diğeri kapanırdı.

- Ay Nazmiye Hanım bizim oğlan da yine size rahatsızlık veriyor, bakın saat dört oldu hala başınızda. Sabahtan beri oynuyorlar, evi dağıtıyorlar, misafiriniz mi gelecek, temizlik mi yapılacak hiç uımurlarında olmaz bunların.
- Olur mu Necmiye Hanım, ne güzel gözümüzün önünde oynuyorlar işte, kimseye bir zararları yok.
- Nazmiye Hanım çok naziksiniz gerçekten ama babası beşbuçukta evde oluyor, ve o geldiğinde oğlan dışarlardaysa delleniyor. Yarım saat daha izin veriyorum, ondan sonra muhakkak gelsin.
- Tamam Necmiye Hanım, ben yarım saat sonra Batıuhan’ı size yollarım merak etmeyin siz.

Fakat sorun şudur ki, Necmiye Hanım’ın sabahtan beri oynuyorlar dediği oğlu Batuhan öğlen yemeğini saat bir gibi yemeden kesinlikle evden çıkarılmadığı gibi, saat ikiden önce de katiyen Toygar’ların evinde olamamaktadır. En iyi şartlarda ikibuçukta başlayan oyunun tadı telefon trafiği nedeniyle dörtte kaçmaya başlar, ve o zalim saat geldiğinde oyunun en güzel yerinde gözyaşlarıyla değilse de, iç burkan hüzünlü gözlerle arkadaşlar evlerine dağılırdı. Bu nedenle Cumartesi günleri iki ila dörtbuçuk saatleri arasında 10 yaşındaki çocuklar Gizli Hedef oynayacaklarına sokakta top oynarlardı ki, o zalim saat geldiğinde zaten artık top oynamaya takatleri kalmasın; o zalim saat, teneffüs zili huzurunu veren bir eve dönüş çağrısı olsundu.

Gizli Hedef, ergenlik problemleri, sevgili saçmalamacaları, okulun basket takımına girmeliyim hayalleri, önce Anadolu ve fen lisesi sonra üniversite sınavına hazırlık hengameleri gibi özel kuvvetlerin ortak saldırılarıyla 90’lı yılların sonlarına kadar raflarda tozlanmaya terkedilmişti. O yıllarda üniversite okumak için büyük hayallerle büyük şehre gelen, fakat daha okula ilk adımını attığı andan itibaren ortak bir amaç havasından ziyade, sokakların kim kime dum duma havasını kokladığını fark ettiğinde duyduğu yalnızlık hissi ile evdeki hesabın çarşıyla alakasının olmadığını anlamıştı Toygar. Şartlar, Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre daha önce hiç ihtiyaç duymadığı en temel ihtiyacı, Toygar’ın gündeminin birinci sırasına oturtmuştu : Barınma. O zaman daha üst seviyedeki ihtiyaçlar yaklaşık iki sene boyunca buzlukta saklandı. Toygar’ın 12 yaşından beri kendine ait bir odası vardı ve o, 18 yaşında, başka bir şehirde, bir odada, beş kişi ile birlikte adına öğrenci yurdu denen sığınma evine düşmüştü. Barınma ihtiyacını bir türlü içine sinecek bir şekilde karşılayamadığı gibi, bir tarafı da sürekli bunlara dayanması gerektiğini iddia ediyordu : “Yurtta kalmayan adama üniversite okudu demezler oğluuuuum.” İki sene yurtta kaldıktan sonra ise bu defa tüm dünyaya, en çok da yurt işkencesine dayanması gerektiğini iddia eden tarafına bağımsızlığını ve özgürlüğünü deklare ediyordu. Gereken diyeti ödemişti, şimdi daha üst seviyedeki ihtiyaçlarla ilgilenmeye gelmişti sıra. Toygar eve çıktı.

Sanki bir sene boyunca yurtta sadece walkmende radyo dinleyip kitap okumamış gibi Toygar, eve çıkınca pc aldı, internet bağlattı, kablolu televizyon aldı, org aldı, CINE5 çözen televizyon kartı aldı. Internete bağlanmış bilgisayarının başında, bir yandan chat yaparken, monitorünün üst kesimine yerleştirdiği televizyonda bir tartışma programı izliyor, diğer yandan da gazeteleri falan okuyordu. Kendisini dünyayı her türlü takip eden bir uzay gemisi kaptanı zannetmesine ramak kalmış Toygar’ın hafızasında Gizli Hedef haritasına dair kalan tek şey Kamçatka – Alaska bağlantyısıydı. Sonra liseden arkadaşlarını ziyaret etmek için kendi büyük şehrinden, arkadaşlarının daha büyük şehrine bir turistik gezi tertipledi. Arkadaşlarının evine girdiğinde, hiç beklemediği o soruya arkadaşlarını küçümsercesine verdiği cevaptan hala duyduğu pişmanlık nedeniyle bu terbiyesizliği mazur görülmelidir. “Ne Gizli Hedefi olm ya, bebe misiniz lan siz ?”

Toygar’ın “ölürüm de Ukrayna’dan çıkmam” haykırışlarının evi titretmesi olayının, bu “bebe misiniz lan siz ?” tepkisinden yaklaşık olarak sadece doksan dakika sonra gerçekleşeceğini o anda kimse bilmiyordu. Daha sadece kartlar dağıtılmış, orduların renkleri seçilmişti. Siyahlar Berkant, maviler Toygar, Sarılar Tankut, kırmızılar Oğulcan ve yeşiller de Berkcan’ın ordularıydı. Oğulcan oyunun başında kuvvetlerinin büyük bir kısmını Venezüella’ya yığmış, dünya halklarına Latin Amerika benim derken, Brezilya’daki beş ordusuyla Berkcan kendisine Latin Amerika’yı kesinlikle vermeyeceğini iddia ediyordu. Toygar’ın mavi ordularının neredeyse tamamı Ukrayna’da Kiev’in kızları türküsünü söylerken, Berkcan Avrupa’yı 4 bölgeye yayılmış 12 ordusu ile alabilmeyi hayal ediyordu. Afrika’da ordularının tamamıyla faaliyet gösteren Tankut siyahi kardeşlerinin başkanı olmayı kafasına koyarken de Berkcan Kuzey Afrika’daki 5 ordusu ve Breziya bağlantısıyla her iki kıtayı da elinde tutmak niyetindeydi. Berkant Doğu Avustralya’ya yığdığı siyah ordularıyla Avustralya kaynağını simsiyah etmenin peşindeyken, Berkcan da Yeni Gine’deki 3 ordusuyla buna mani olmayı planlıyordu.

Oyuna ilk kimin başlayacağını belirlemek için zarlar atıldığında, Toygar en yüksek zarı atmış, hemen sağında oturan Berkcan’a bütün oyunların soldan döndüğünü anlatan bir brifing veriyordu. Berkcan’ın buna karşılık argümanı saat yönüydü. Yıllarını King’e vermiş dörtlüye oyunun saat yönünde yani sağdan döndüğünü kabul ettiremeyeceğini anlayan Berkcan, çaresizce sıranın en son kendisine geleceği gerçeğiyle yüzleşmeye çalışıyordu.

Toygar, Ukrayna’dan Berkcan’ın iki orduyla elinde tuttuğu İskandinavya’ya saldırdı ve aldı, kartını çekti. Solundaki Berkant, Avustralya kıtasını aldığında Berkcan’ın Yeni Gine’deki 3 ordusu da tarih oluyordu. Oğulcan Latin Amerika’yı aldığında ise en büyük zarar Brezilya’daki 5 tane yeşil ordunun telefi sonucunda yine Berkcan’a verilmişti ve en nihayetinde Tankut da Afrika seferinde Kuzey Afrika’yı tutan 5 adet yeşil orduyu dümdüz etmişti. Berkcan sinirden deliye dönmüş, bağırıyordu.

-Sikeceğim hepinizi sikeceğim. Yine dördünüz bir oldunuz hepiniz bana saldırdınız. Hepinizin ağzına sıçmazsam bana da Berkcan demesinler.

Sırayla Tankut, Oğulcan, Toygar ve Berkant kendi stratejilerine en uygun hamleyi yaptıklarını ama nedense karşılarına hep kendisinin çıktığını Berkcan’a anlatmaya çalıştılarsa da Berkcan için artık intikam soğuk yenen bir yemekti. Berkcan İskandinavya’yı Toygar’dan geri aldı, kartını çekti ve tuvalete gitti. Masada kalan dört kişinin de bildiği artık sır değildi : İlk ölen kesinlikle Berkcan olacaktı. Daha ilk turda ordularının yarısından fazlasını her yeri ben almalıyım hırsıyla kaybeden Berkcan’ın gizli hedefi ne olabilirdi ki ? Bunun üzerine dört kişi Berkcan’ın gizli hedefi için iddiaya girdiler ve ne yazık ki Berkcan ishal olduğundan hala tuvaletten çıkıp da masaya gelememişti. Masada kalan dört kişi Berkcan’ın gizli hedef kartına baktılar. Avustralya, Avrupa ve herhangi üçüncü bir kıtaya sahip olmaktı Berkcan’ın hedefi. İddiayı kimse kazanamamıştı çünkü oyunun belki de en zor hedefinin Berkcan’a çıkması artık kaderin adalet anlayışını sorgulatıyordu. Bu kadarını hiçbiri beklememişti. Bunun üzerine hedefi Afrika ve Kuzey Amerika kıtalarını ele geçirmek olan Tankut’un aklına bir cinlik geldi. Berkcan’ın hedefini benim hedefimle değiştirelim ve tabii ki bundan Berkcan’ın haberi olmasın dedi. Berkcan deliler gibi Avustralya ve Avrupa’yı almaya çalışıp, üçüncü bir kıta olarak da Afrika veya Latin Amerika’yı almayı düşüneceğinden Kuzey Amerika’da bir faaliyeti olması beklenemezdi. Bu durum inanılmaz bir eğlenceye ev sahipliği edebileceği için Tankut’un cinliği hemen masadakilerce kabul edildi. Avustralya ve Avrupa Berkcan’a bırakılacak, Latin Amerika özellikle zayıf bırakılacak, Afrika kıtasının en stratejik noktası olan Kuzey Afrika’da da Tankut’un ordularının sayısı 5’ten az 7’den çok olmayacaktı. Böylece Toygar ile Berkant Asya’da birbirleriyle büyük savaşlar yapıp birbirlerini yiyecekler, Oğulcan ile Tankut’da Kuzey Afrika - Brezilya savaşlarıyla kendilerini zayıflatıp duracaklardı. Her halükarda herkes Berkcan’a çalışacak ve Avustralya ile Avrupa’yı zaptedip ordularını sürekli büyütmesine destek olurlarken, kendileri de asla ölmeyecek ama hep hasta adam kalacaklardı. Herkes bu yüksek potansiyelli eğlencenin büyüsüne kendini kaptırmışken, Berkcan tuvaletten geldi ve midesini bozduğunu iddia ettiği o ucuz tavuk dönere saydırırken bir teorisini daha şapkasından çıkarıdı : “İbneler tavuk yerine martı koyuyorlar herhalde, boğazdaki martılar da iyice azaldı.”

Berkcan, kim ne yaptı ben tuvaletteyken diye sordu dönercilerle arasındaki husumeti seslendirdikten hemen sonra. Hiç bir şey yapmadık Berkcan, senin derini yüzerken yüzüne bakmak istiyoruz hepimiz dedi Toygar ve Ukrayna’dan Avustralya’ya sefere çıktı. Berkant, önce bu tehdidi umursamaz göründü, “Asya’nın kızları Kiev’in kızlarına benzemez, sikeceğim derken sikini keserler valla” dediyse de Toygar ordularını Asya topraklarına saça saça Siyam’a kadar ilerlediğinde hala 20 tane ordusu savaşa hazır durumdaydı. Berkant’ın da yaklaşık 15 ordusu Endonezya’da Avustralya’yı korumaya çalışıyordu. Toygar Endonezya’ya savaş ilan ettiğinde, Berkant hırslanmış gözüktü. Zarlar tutkuyla, hırsla atıldı, atıldı atıldı. Endonezya’yı Toygar aldığında sadece 5 ordusu kalmıştı. Berkant’ın Yeni Gine’de Avustralya’yı korumak amacıyla ikinci bir barikatı daha vardı. Bu barikat 5 adet seçme siyah komando birliklerinden oluşuyordu. Toygar ilerlemekten vazgeçti, kartını çekti, sırasını savdı. Avustralya’nın ve Ukrayna’nın çok zayıflamış olmasının mutluluğu Berkcan’ın gözlerinden okunabiliyordu. Sıra Berkant’daydı. O da 2 adet ordusu kıta sahipliğinden 3 ordusu da bölge sayısından toplam 5 ordusunu Yeni Gine’deki 5 orduya kattı ve derhal Endonezya’daki Toygar’ın 5 ordusunu yok etmek üzere savaş ilan etti. Toygar, Berkant’a Endonezya’ya girersen bu oyunu ben kazanamam ama sana da kazandırmam tehdidini savurdu. Ancak Berkant kararlıydı : “Elinden geleni ardına koma.”

Mavi ile siyah yaklaşık 10’ar orduyla bir tehdit değillerdi artık. Sırası geldiğinde Tankut, Berkcan’a reddedemeyeceği bir teklif sundu.

- Afrika benim, Avrupa senin olsun, ben Latin Amerika’ya gidiyorum. Afrika ile ilgili planların var mı Berkcan ?
- Yok abi ben Avrupa’yı zaptedeyim Afrika’ya dokunmam.
- İyi o zaman ben Kuzey Afrika’dan Brezilya’ya giriyorum.

Berkcan keyiften dört köşe olmuştu. Mavilerle siyahların birbirlerini yiyerek Berkcan’ın Avustralya yoluna kırmızı halı serdikleri yetmezmiş gibi şimdi de Sarılar ile kırmızılar birbirine giriyordu. Tankut Berkcan ile anlaştıktan sonra Oğulcan’a döndü.

- Oğulcan bilirsin hep derim, bir yerde sarı varsa yanında kırmızı olmamalı.
- Dikkat et de Galatasaray’ı haritadan silmeye çalışırken mutasyondan Mersin İdman Yurdu çıkarma ortaya.
- Sarılar ölmez vatan bölünmez.
- Peki at bakalım zarları da görelim kim ölüyor, kim bölünüyor.

Zarlar atıldı, atıldı, atıldı. Tankut Venezuella’ya kadar Latin Amerika topraklarını ele geçirdi. Venezüella ise kırmızı direnişin kalesi oldu. Sıra Oğulcan’a geldi. O da Latin Amerika’dan Tankut’u sildi ve kıtasını bozmak için Kuzey Afrika’ya girdi. Sıra Berkcan’a geldiğinde 5 kuvvet de çok zayıftı. Berkcan, barışçı bir politikayla Avrupa’yı alıp orada palazlanma stratejisini geliştirip, Ukrayna’ya adımını attığında tarihçilerin düştüğü kayda göre, Toygar “ölürüm de Ukrayna’dan çıkmam” diye haykırmış, hatta o kadar abartmış ki, komşular gürültüden rahatsız olup kapıya dayanmışlar. Toygar’ın çemkirmeleri, Kiev’in kızlarına yaktığı ağıtlar, Oğulcan ve Tankut tarafından teselli edilirken, Berkant ise beter ol demiştir. Bu noktada tarihçiler ikiye ayrılmıştır. Bir kısım tarihçilere göre Toygar’ın çemkirmeleri ve Berkant’ın bedduası tamamen mizansen gereğiyken, diğer kısım tarihçiler Kiev kızlarına yakılan ağıdı mizansen için abartılı bulmuşlar ve Toygar’ın Kiev kızlarına sahici bir aşk ile bağlandığı görüşünü savunmuşlardır.

Berkcan Avrupa kıtasından her tur aldığı 5 askerle 5 tur sonra muazzam bir kuvvetin komutanı olduğunda, kendi kendilerini zayıflatmak için ellerinden geleni yapan diğerlerine küçümser bir bakış fırlatarak mağrur bir ses tonuyla seslenmiştir.

- Demedim mi lan ? Hepinizi sikeceğim demedim mi ?
- Dedin abi.
- Kıçınızla gülüyordunuz lan ibneler.
- Doğrudur abi.
- Şimdi ben Avustralya’yı alacağım, durmayın önümde.
- Buyur abi.

Avustralya’yı alan, turlar geçtikçe palazlanan Berkcan’a, Oğulcan ile giriştiği Latin Amerika Kuzey Afrika savaşlarından yorgun düşmüş Tankut, geçmişte yaptıkları anlaşmayı hatırlatarak bir ricada bulundu.

- Berkcan Abi, müsaadeniz olursa size bir hatırlatmada bulunup görüşlerimi arz etmek istiyorum.
- Söyle lan ibne, bırak bu sümsük ayaklarını.
- Abi biz sizinle Afrika Avrupa konusunda anlaşmıştık biliyorsunuz. Şu Oğulcan’ı da tepeleyemedim gitti. Hem siz de Fenerbahçelisiniz Berkcan Abi, söyleyin lütfen, sarının olduğu yerde kırmızıya yer var mıdır ?
- Yoktur amına koyayım. Ben Latin Amerika’yı da alayım artık.

Berkcan Avrupa kıtasını yemyeşil etmiş Güney Avrupa’ya, İzlanda’ya, Batı Avrupa’ya 10 ordu yerine geçen general kulelerini çoktan dikmişti. Bu turda üstelik elinde iki tank kartı ve bir joker vardı. 12 ordusunu ve 15 bölgeye sahip olduğundan gelen 5 orduyu ve Avrupa kıtasından gelen 5 orduyu Batı Avrupa’ya koyarak yaklaşık 30 orduluk bir kuvvetle önce Kuzey Afrika’yı, sonra Brezilya’yı sonra Arjantin’i sonra da Peru’yu aldı. Peru’da 15 askeri kalmıştı. Venezüella’da Oğulcan’ın 9 askerini de alabilirse oyunu bitirecekti. Oğulcan’a döndü,

- Tankut kardeşimin de hep dediği gibi Oğulcan sarının olduğu yerde kırmızı fazladır.
- Lan Berkcan hani dördümüz bir olup sana saldırıyorduk. Tankut kardeşim falan noldu ?
- Şimdi sen şu zarları eline al da sallamaya başla. O zaman anlayacaksın ne olduğunu.
- Ulan Berkcan ben de sana Antep savunması yapıp Gazivenezüella olmazsam.
- 6 5 atıım canım benim sıra sende.
- Tek atıyorum. 6 14 kaldın Berkcan.
- Ha siktir 4 2 attım yaa.
- 5 3. 12 kaldın Berkcaaaaaaaaaan
- Hadi ulan kemik. 4 4.
- Çift atıyorum. Allah kahretsin 3 2 geldi ya.
- Durum 12 7 Oğulcaaaan.
- Konuşma da at şu zarları.
- 5 2
- 6 2 iki yeşil gider.
- 6 1 attım at bakalım Oğulcaaaaan.
- 5 3 bir yeşil bir kırmızı gider. 9 6 olduk Berkcaaaaaan.
- Al canım benim düşeş
- Tek atıyorum. Haydi kemik. Hahaha 6 geldi canım benim. Bir yeşil gider.
- 6 3
- 6 4. durum 6 6 Berkcaaaaaaaaan.
- Ya çok kötü attım yaaaa.
- Konuşma dünyanın fatihi. Zarlar konuşsun.
- 6 5
- Tek atarım. 3. Bir kırmızı gider Berkcan 6 5 önde.
- 4 3
- Ha sikitr yaaaaaa 3 1 attım.
- 6 3 ben öndeyim yavrum Aaa zarları attım onlar da 6 3 geldi.
- Aztec tanrısının gücü adına… Vaaaaah 6 5 geldi. 4 3 oldu Berkcaaaaan.
- Lan üç kuruşluk oyun oynuyoruz gittin Aztec tanrısına tapındın yaaa.
- Tabii üç kuruşluk oyun yüzünden sabahtan beri küfür yiyoruz senden di mi Berkcaaaaaaaaaan.
- 6 2 at bakayım Oğulcaaaan
- 5 4. Birer gider. 3 2 öndesin Berkcan
- 6 3
- Hadi yaa 5 5 attık yetmedi. Birer daha gider. 2 1 Berkcan. Büyük atan alır.
- Lan sabahtan beri çok kötü atıyorum amına koyayım yaa. Şu hale bak. 15’e 9’dan geldiğimiz yere bak.
- Sana az bile lan Berkcan.
- Sen şimdi göreceksiiiin ebeninkini şerefsiz Oğulcan.
- İbne Berkcan sana kafaaaaaaaaaaaam girsin.
- Vaaaaaaaaaaaaahhhhh 6 6. İçimdeki Oğulcan aşkı bambaşkaaa, Orospu taraftarınla çok yaşaaaa. Oğulcanım engelleri aaaşıyoooooor. Kupaları birer birer naaaaaaaah alıyooooorrrrr.
- Hemen coşma şimdi 6 atsam ne bok yiyeceksin Berkcan.
- Önce at sonra konuş yavruuuuuuuuuuum
- 5 Venezüella senin Berkcan.
-Aaaaaaaaaaah, aaaaaaah. Alkışlayın ibneleeeeeeer. Oyun bitttiiiiiiiii.

Berkcan büyük bir coşkuyla zaferini kutlarken Tankut gayet ciddi sordu.

- Berkcan senin görevin kırmızıları yok etmek miydi ki ?
- Yoooo.
- Neydi aç bakayım kartını sen.
- Avustralya Avrupa ve üçüncü bir kıta daha.
- Salak salak konuşma Berkcan, o benim görevimdi bir kere.
- Siktir lan. Görevini karıştırmışsın salak.
- Aha oğlum, bu benim gizli hedef kartım. Oku bakayım.
- Avustralya Avrupa ve üçüncü bir kıta daha. Nerede lan benim kartım. Hah buldum. Hadi ya, benim görevim bu muymuş ?
- Ne yazıyor kartta oku bakayım.
- Afrika ile Kuzey Amerika yazıyor ya.
- Hahahaha lan oğlum oyunu bitirdim diye sabahtan beri başımın etini yedin, Bahsettiğin kıtalardaki toplam asker sayın 5 bile değil lan hahaha.
- Siktirin lan ibneleeeeeeeeer. Kartımı değiştirdiniz di mi lan ?
- Berkcan bu nasıl bir paranoya yaaaa. Önce hepimiz bir olup sana saldırdık. Sonra hedef kartını değiştirdik, nasıl becerdiysek artık, sonra kendi kendimizle savaşıp birbirimizi zayıflatıp, sana Avrupa’yı bıraktık, sonra Avustralya’yı bıraktık. En son Latin Amerika’ya da saldrıınca, bunun görevi herhalde Latin Amerika ile Avrupa, Avustralya’ya ne bok yemeye girdiyse anlamadım dedim kendi kendime. Bir ara benim hedefimi Berkcan bitirirse ben kazanmış olur muyum diye soracaktım. Hahaha sonunda da çıkana bak yaaaa. Sen bu kadar şuursuz değilsin Berkcan ya, bu hırs seni şuursuzlaştırıyor hahahaha.
- Lan İbne Tankut. Afrika’yı aldın oyunun başında. Hemen sonra bana Avrupa’da anlaşma teklif ettin, ben Latin Amerika’ya gideceğim dedin. Oradan da Kuzey Amerika’ya gidip görevini tamamlayacaktın. Sonra nasıl becerdiysen hedef kartlarını değiştirdin. Daha da şuursuz ben oluyorum.
- Amaaaaan, La Fontaine de iyi masal anlatırdı ama aç öldü. Kartına bak hizaya gel.
Tankut ciddi ciddi Berkcan ile tartışmayı sürdürürken, Oğulcan, Toygar ve Berkant gülmekten yerlerde sürünüyorlardı. Berkcan yerdeki gülen adamlara baktı, Tankut’a döndü ve bağırdı.

- Lan Tankut madem ben masal anlatıyorum, Bunlar niye yerlerde sürünüyorlar lan ?

Bu lafın üstüne Tankut’un da ciddiyetini sürdürecek takati kalmadı ve gülmeye başladı. Gülmekten helak olan dört kişi halen Berkcan’ın “en son krallar ayakta kalır, bakın ben ayaktayım siz ise yerlerdesiniz” tiradını dinliyorlardı. Dörtlü, ortak gizli hedeflerine ulaşıp Berkcan'ı kral yapmışlardı.