25 Şubat 2011 Cuma

Çalışmak, Çalışmak Çalışmak -2

Kaldığımız yerden devam edersek, peki Oblomov neden çalışmayı anlamsızlaştırıyor, ya da ben neden “eylemsizlik, bazen yapılacak en iyi eylemdir” cümlesini kurdum?

Herşeyden önce şunu teslim etmeliyim ki; bütün bu yazdıklarım ve yazacaklarım, sefil ve tembel varoluşumu gizlemek için uydurduğum, kendimi de kandıran bir savunma mekanizmasının işlevi olabilir. Evet, bu ciddi bir ihtimaldir ve ben bunu kabul ediyorum. Bu ihtimal vuku buluyorsa, sefil ve tembel varoluşum, aslında “yüce ve çalışkan bir varoluşa” dönüşmek istiyor demektir. Dönüşemediği için ve bu sebeple ortaya çıkan bu başarısızlığı örtmek için de “yüce ve çalışkan bir varoluşun” içini boşaltmaya çalışıyordur. Peki, ama o zaman, “yüce ve çalışkan bir varoluşun” ne olduğunu, yapısını, şeklini, şemalini biliyor olmalıdır değil mi?

Ben bunu bilmiyorum. Adaşım Selim Işık gibi ben de “yüce” bir şeye tutunamıyorum. Ne yani memleketin başına Hamlet mi kesileyim? İsa mı olayım? Olmuyor işte. Hani sürekli sen okyanus içinde bir damlasın diyorlar ya, ben de işte ha bir damla eksik, ha bir damla fazla diyorum. Bir damlanın okyanusu etkileme gücüne inanmıyorum, bari damlayı kurtarayım diyorum. Onu kurtarmanın yolu da okyanusa karışmamaktan, yani var olmamaktan geçiyor sanıyorum. Olmuşu öldürecek halim de yok. Kendimce bulaşmamaya, karışmamaya çalışıyorum. Hani yeni doğmuş çocuklar günahsız oluyor ya, bunun sebebinin bu bebeklerin hiçbir eylem yapmamış olmamaları olduğunu zannediyorum. Çünkü bu “toplu yaşamın” kaotikleştirdiği hayatta bir şey yapıp da, günaha bulaşmayanın olmadığını düşünüyorum. Düşünürken, düşünürken laptop kucağımda uyumuşum.

Rüyamda, kullanıcının komutu olmadan, gözükmeden, sessiz sedasız, kendi halinde çalışan Windows programcıklarından biri, ne bileyim bir svchost.exe, bir ctfmon.exe gibi varlığını Windows’a armağan eden ve sabırla format atılacak anı bekleyen bir varlığa dönüşmüş, bu arada da “hayat Windows’a fena halde benzer” gibi güldürürken düşündüren cümleler kuruyorum. Herkes gülsün bu cümlelere istiyorum, gülerlerken de düşünsünler istiyorum. Sonra birden “ben ve benim gibiler olmadan bu Windows çalışmaz arkadaş” diye bağırmak istiyorum. Yumruğumu masaya vurmak istiyorum. Greve gitmek istiyorum. “Sıkıysa lokavt yapsınlar lan” diyorum. “Sıkı değil” diyor dayı en Tuncel Kurtiz haliyle, “baksana tel tel dökülüyor”. Dayı” diyorum, “ben sıkı olmak istiyorum.” “Ancak yeterince sıkı olanlar sıkılmazlar” diyorum. “Sıkılıyorum, demek ki yeterince sıkı değilim” diyorum. “Sıkılıyorum, öyleyse varım” diyorum. Dayı yüzüme bakıp gülüyor.

Sonra tersten düşünmeye başlıyorum, olmayana ergi yapıyorum. “Varım da ondan sıkılıyorum” diyorum, “baksana, yoklar hiç sıkılıyorlar mı?” “Yok” diyor dayı, “Yoklar hiç sıkılmıyorlar.” “Bir de ermeyene olgu metodu uydursalar” diyorum, “hep olmadıklarımıza eriyoruz, bir türlü ermediklerimize olamıyoruz.” “Konuyu sulandırma yeğen” diyor dayı, “sek ağır geliyor dayı” diyorum. “Yalan söyleme yeğen” diyor dayı, “sana çalışmak ağır geliyor.” Dayıya “sen de mi Brütüs diyen Sezar gibi bakıyorum, “yaw o da ağır geliyor, bu da” diyorum, “ağır gelmek sırayla mı?” Sırıtarak, “Hayır” diyor dayı, “Parayla. Parayı bulmak için de çalışman lazım yeğen.” “Çalışmam için ne lazım sen bana onu söyle dayııı!” diyorum, “ağır kaldırmayı bileceksin yeğeeeen” diyor dayı. “Yeğenin” diyorum saygıyla dayıya, “yeğenin kurban olsun sana dayıııı.”

“Dayı” diye seslenip, soruyorum, “sen bilirsin, nedir bu çalışmak?” “Çalışmak, yaşamaktır yeğen” diyor, “Çalışmadan yaşayamazsın, yaşamadan çalışamazsın.” “Dayııı ben de bunu söyledim geçen gün” “Ama” diye soruyor dayı, “Ama,” diyorum, “durmadan koşamazsın, koşmadan da duramazsın, o zaman durmak da koşmak mı dayıııı?” Dayı beni şöyle bir süzüyor memnuniyetsiz bir suratla, hemen oracıkta tenzil-i rütbe yapıyor bana, yeğen olan rütbemi anında kardeşe indiriyor, “Çok biliyorsan kardeş” diyor bana, “sen anlat da biz dinleyelim.”

Ikea’dan aldığım uzanma koltuğundan 8 biçiminde uyanıyorum. Televizyonda Ezel oynuyor. “Ulan ben de merak edip duruyordum neden 8, neden 8 diye; demek ki, bu Kıvanç Tatlıtuğ da Ikea’dan aldığı uzanma koltuğunda uyuya kalıp, uzun boyunu o koltuğa sığdırmaya çalışırken aldığı pozisyon gereği 8 olmuş” diye düşünerek gülümsüyorum: “Kardeş, dayı bile bilmiyor, çalışmanın ne olduğunu, o da benim gibi yaşamaktır maşamaktır diye geveleyip duruyor.”

Hemen akabinde sevindim: "Lan allahtan rüyamda dayıyı gördüm, ya Sakıp Ağa'yı görseydim!"

24 Şubat 2011 Perşembe

Çalışmak Çalışmak Çalışmak

Sakıp Sabancı’nın tuhaf vurgulamalarıyla söylediği bu sözleri duyar gibiyim. Peki ama neden “çalışmak çalışmak çalışmak”?

Bu soruya cevap verebilmek için çalışmak ne demektir onu tam olarak tanımlamak lazım.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre çalışmak “bir şeyi oluşturmak ya da ortaya çıkarmak için çabalamak, emek harcamak” demek. Yani çabalamanızın sebebi, oluşturacağınız ya da ortaya çıkaracağınız “bir şey” olacak. Zevk için, yapmadan duramayacağınız için ya da sürecin bizatihi kendisi için olmayacak. “Bir şey” için olacak. Doğrusu tuhaf bir tanım. Mesela çocuk yapmak için seks yaparsan, çalışmış olacaksın, ama prezervatif takarsan, tembellik etmiş olacaksın.

Yine Türk Dil Kurumu sözlüğünde ”çalışmak” kelimesinin ikinci anlamı, “herhangi bir iş üzerinde olmak”. Bu daha da tuhaf bir tanım bence ne yalan söyleyeyim. Üçüncü anlamı “İşi veya görevi olmak, bulunmak” Bu tanımda işin içine görev girdi ki, çok fena yapar adamı. Görevin kaynağı nedir sorusu beni yazmak istemeyeceğim yerlere götürür. Dördüncü anlamı “Makine veya aletler işe yarar durumda olmak veya işlemekte bulunmak”. Kapsamı çok dar makine veya alet olman gerekiyor tanımın kapsamına girmek için. Beşinci anlamı, “Bir şeyi yapmak için gereken çarelere başvurmak, o şeyi gerçekleştirmek için kendini zorlamak, çaba harcamak”. Birinci tanımın aynısı. Altıncı anlamı ise, “bir şeyi öğrenmek veya yapmak için emek vermek.” Birinci tanıma öğrenme amacını da eklemiş.

Sevan Nişanyan’ın etimolojik sözlüğüne göre Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lugatit Türk sözlüğünde vurmak çarpmak anlamında çalmak filli varmış. Çalışmak bu kökten vuruşmak, çarpışmak anlamında türetilmiş. Yani göçebe bir toplumda, sadece savaş ekonomisi geçerli gibi gözüküyor. Yine de demiri dövüp kılıç üreten adamın yaptığı eyleme ne deniyordu acaba diye düşünmeden edemedim. Herneyse, çok da önemli değil.

Önemli olan, eğer yalnız bireyler halinde yaşasaydık, hayatımızı sürdürmek için yapacağımız herşey, kısaca yaşamak, çalışmanın ta kendisi olacaktı. Çünkü hayatta kalmak için sürekli bir şeyler yapmamız gerekecekti. Belki de etimolojik sözlükte çalışmak fiilinin çarpışmak, vuruşmak anlamında türetilmesi; çarpışmadan vuruşmadan hayatta kalınamayacağına işaret ediyordu. Sonuçta savaşmak, uyumak, avlanmak, barınak yapmak, yemek pişirmek, hep insanın hayatta kalmak için yaptığı şeyler olacağından tamamı çalışmak kapsamına girecekti. Evet özellikle uyumak. İnsanın tarih boyunca vazgeçemediği şeylerden biri.

Peki ne oldu da çalışmak ile yaşamak birbirinden ayrı düştü de tembellik diye bir şey çıktı? Tabii ki cevap “toplu yaşam”. Çünkü toplu yaşam, bazı insanların hiçbir şey yapmadan topluluğun artıklarıyla yaşayabilmelerini mümkün kıldı. Becerikli ve “çalışkan” insanlar ihtiyaçlarından fazlasını ürettiler ve bunu önce paylaşmaya, zamanla satmaya başladılar. Yavaş yavaş, liderler, yönetimler, iş bölümleri, iş birlikleri, ölçek ekonomileri, takaslar, soylular, köleler, sömürü düzeni falan oluşmaya başladı. Toplum kompleksleştikçe bu ilişkiler de kompleksleşti. Hakkı teslim etmek de zorlaştı tabii.

Sonunda Oblomov doğdu.

Oblomov, kendisi için çalışan 300 köylüye sahip, onların ürettikleri sebebiyle yatağından çıkmadan da yaşayabilen, ilk insandan, yalnız insandan çok farklı bir insan türü. Şimdi “toplu yaşam” imkanlarıyla, bu düzeni kurup da, Oblomovluğa şaşırıp, onu kınamayı çok anlamlı görmüyorum açıkçası. Zira tarih, yapılması mümkün olan şeylerin er ya da geç bir gün yapıldığını bize defalarca gösterdi. Yatağından hiç çıkmadan yaşamanın mümkün olduğunu fark eden, bir gün yatağından hiç çıkmadan yaşamayı da başarabilir yani.

Yıllar önce kuşak çatışmasının tartışıldığı bir televizyon programında orta yaşlı bir vatandaş, bir rock grubu üyesine “saçınızı neden uzatıyorsunuz” diye sormuştu. Cevap güzeldi: “Biz uzatmıyoruz, kendiliğinden uzuyor, asıl sorulması gereken; sizin saçlarınızı neden kestirdiğiniz.” Oblomovluk da buna benziyor, “nasıl yatağından hiç çıkmadan yaşayabiliyorsun” sorusuna Oblomov, eğer Oblomov’u Stoltz’un ağzından Goncarov değil de mesela yukarda sözünü ettiğim rock grubu üyesi yazmış olsaydı; “çok basit, hiçbir şey yapmıyorum, kendiliğinden oluyor” cevabını verebilirdi.

Bana kalırsa, şaşırtıcı olan Oblomov değil, Stoltz’dur. Stoltz, Oblomov’un başında senede bir boza pişirir, “neden şunu yapmadın, neden şuraya gitmedin” diyen, sanayi toplumuna geçişin kahraman iş adamlarından bir Alman’dır. Senede bir Oblomov’u bu sefil hayatından kurtarmaya gelir, onu “kurtuluşa” zorlar, “ya şimdi ya hiç” diye tehditler savurur, Oblomov’un kanına girmeye çalışır, tüm bunları da sırf Oblomov’un temiz yüreğini sevdiği için yapar. Aynı Stoltz mekanik bir Alman olarak, Oblomov’u “kurtuluşa” götürecek toplum mühendisliği projesinin yaratıcısı ve yöneticisidir. Çocuksu bulduğu için aşık olmayı aklından bile geçirmediği genç Olga’yı Oblomov’un “kurtuluş” projesine memur eder.

Olga da genç bir mühendis hevesiyle, Oblomov’u deney faresi gibi kullanarak, kendi “mühendisliğinin” sınırlarını zorlar, tecrübesini artırır. Oblomov’un hakkındaki “soylu” endişelerini Olga pek de kaale almadan mühendisliğini sınar durur. O sırada Oblomov dul ev sahibinin ev işlerindeki kabiliyetine hayran hayran kadının güzel dirseklerini kapı aralarından dikizlemektedir. Oblomov’u bir türlü “kurtuluşa” götüremeyen Olga ve Stoltz, tencere kapak olup birbirlerine aşık olurlarken, Oblomov da dul kadınla tencere kapak oluverir. Yıllar geçtikçe, Olga ile Stoltz’un Oblomov projesindeki başarısızlıkları akıllarına geldikçe Oblomov’u “kurtuluşa” sevk edecek yeni eylemelerde bulunurlar. Fakat bu eylemler de saman alevi gibidir.

Stoltz’un 1800’lerin ikinci yarısında Oblomov’a bir türlü yaptıramadığı bu işleri, 50-60 sene sonra başka bir Alman olan Karl Marx, başka bir Rus olan Lenin’e yaptıracaktır. Çalışmanın, üretimin kutsanacağı Alman-Rus ittifakı bir süper güç olan Sovyetler Birliği’ni yaratacaktır.

Çalışmak ya da Çalışmamak, İşte Bütün Mesele Bu

Herneyse, biz tekrar asıl konumuza dönelim: “Çalışmak ya da çalışmamak, işte bütün mesele bu.”

Bu mesele, yukarılarda da belirtildiği gibi “toplu yaşam” bağlamından koparılamaz. Bireylerin “toplu yaşam” içerisinde bağımsızlıklarını sağlamaları bir şekilde engellenmiştir. Çünkü büyük resmi görebilen “ilerici” insanlar toplumu dolayısıyla, bireyleri manipule etmenin yolunu her zaman bulmuşlardır. Büyük resim; onlara, gökdelen yapmak, uçak üretmek, uzaya gitmek, piramitler inşa etmek istiyorlarsa, bunu tek başlarına yapamayacaklarını söyler durur. Alman mühendisler hemen işe koyulurlar ve insanı bir diğeriyle kolayca ikame edilebilir bir cıvata parçasına indirgeyen “megamachine” tasarlarlar. İnsan hayatını kolaylaştırdığı iddia edilen teknoloji, aslında iş hayatını etkinleştirmek dışında bir amaç gütmez. Tam otomatik çamaşır makineleri, bilgisayarlar, cep telefonları, süpersonik uçaklar sayesinde, insan “megamachine”e daha fazla hizmet etme imkanına kavuşturulur.

Hani diyorlar ya, dünya artık çok küçüldü diye, bütün evren genişlerken, dünyanın küçülmesi bana pek manidar geliyor. Dünyanın küçülmesi dedikleri şey, aslında “toplu yaşam”ın çılgınca büyümesinden başka bir şey değil.

Oblomov benim. Hayır Oblomov benim

Bir anti-kahraman olarak tasarlanan, hatta karikatürize edilen Oblomov, hiç şüphesiz Oblomovluk illetine yakalanmış insanlar kendilerinden utanç duysunlar diye yazılmıştır. O günün Rus toplumunda çok etkili olduğu da açıktır. Oysa bugün, Oblomovluk içinde yaşayan insanlar, bundan utanç duymuyorlar. Çünkü Oblomov tembelliğine bahane bulmak için çalışmayı anlamsızlaştırırken, pek de haksız değildir. Mesela ben bu blogda “eylemsizlik bazen yapılacak en iyi eylemdir” cümlesini kurmuş adamım. Oblomov’a da inanılmaz benziyorum. Benim de 300 tane köylüm olsa ve her sene bana para gönderseler, Oblomov gibi evimden hatta belki yatağımdan çıkmadan yaşayabilirim. Bundan da utanç duymuyorum. Tersine Oblomov karşısında yüceltilen Olga ile Stoltz’dan tiksiniyorum.

Bana göre Oblomov’a söylenebilecek tek şey, “kardeşim sömürdüğün köylülere ayıp olmuyor mu?” olabilir.

4 Şubat 2011 Cuma

Mısır'da Dönen Dolaplar

Çok ilginç, gerçekten çok ilginç. Blogu hiçbir zaman haberciler gibi kullanmak istemedim, ama bu hikaye gerçekten ilginç ve ben hiçbir yerde buna benzer bir şeyler okumadım.

Mısır’da internet erişimi 3 4 gündür normale döndüğünden beri, Mısır’da beraber çalıştığım, ki çoğunu işe kendim aldım, genç üniversite mezunu çocuklarla MSN’den yazışıyorum. Söyledikleri ile gazete haberlerini birleştirdiğimde çok farklı bir Mısır hikayesi oluşuyor.

Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi bu yazıştığım çocukların hepsi gösterilerin ilk günlerinde Tahrir Meydanı’na gitmiş çocuklar. Hepsinin söylediklerinin ortak noktası, Hüsnü Mubarek’in gelecek seçimde aday olmayacağını belirten açıklamasının tatmin edici olduğu ve sonrasında meydanlara kesinlikle gitmediklerini söylemeleri. Hatta şu an meydanda bulunan ve çatışan göstericilere fena halde öfke duyduklarını söylüyorlar.

Yani Mısır’daki gösterileri iki bölümde incelemek gerekiyor. Hüsnü Mubarek’in gelecek seçimde aday olmayacağını belirten açıklamasına kadarki Mısır gösterileri ve bu açıklamadan sonraki gösteriler.

Hepinizin hatırlayacağı gibi gösterilerin ilk günlerinde Müslüman Kardeşler’in ya da diğer örgütlü muhalefetin bu gösterileri yönetmediği hatta katılmadığı yazılıp çiziliyordu. Protestocular, twitter, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde kendiliğinden örgütlenmişlerdi. Hemen ilk gösterinin gecesinde Hüsnü Mubarek önce bu siteleri Mısır’a kapattı, ertesi gün gençlerin cep telefonlarıyla örgütlenip yine protestolarına devam etmelerini görünce, cep telefonlarını da tüm internet erişimini de askıya aldı.

Bunlar bir taraftan gerçekleşirken, meydanlara ciddi kalabalık çıktığını gören muhalifler belli ki bunu fırsat olarak görüp ortaya bir bir çıkmaya başladılar. Önce Müslüman kardeşler, geçen Cuma günündeki gösteriye destek vereceklerini açıkladılar; ardından El Baradei gösterilere katılmak üzere geçen Perşembe Avusturya’dan Mısır’a geldi. Yani cumaya kadar protestolar Mısır’lı gençler tarafından örgütsüzce gerçekleştirilirken, Cumadan sonra örgütlü muhalefet de protestolara katıldı.

1 Şubat gecesi Hüsnü Mubarek gelecek seçimlerde aday olmayacağını, gençlerin reform taleplerini anladığını ve gelecek seçime kadar bunları hızla hayata geçireceğini söyledi. Hemen ardından hükümeti görevden aldı. Bu açıklama ve tavır örgütsüz gençleri fazlasıyla memnun etti. Bunun üzerine protestoların ilk günlerine katılan örgütsüz gençler evlerine çekildiler.

Burada Müslüman Kardeşler ve El Baradei devreye girerek, açıklamaların tatmin edici olmadığını, Hüsnü Mubarek’in bir an önce istifa etmesi gerektiğini ve ardından seçime kadar geniş tabanlı bir geçiş hükümeti kurulması gerektiğini söylediler. Bu arada internet hala kapalıydı ve medya ancak örgütlü kesimlerin sesini duyabiliyordu. Müslüman Kardeşler Hüsnü Mubarek’in açıklamasının ardından gösterilere katılımı kendi taraftarlarıyla kendisi organize etti ve Hüsnü Mubarek gidene kadar da protestoları sürdüreceğinin işaretlerini veriyor.

Bunun üzerine Hüsnü Mubarek iki hamle yaptı. Önce interneti ve cep telefonlarını serbest bıraktı ve ardından gösterilerden çektiği polisi yeniden şehirlere soktu.

Çocukların söylediğine göre şu an Kahire’de Tahrir Meydanı hariç her yerde güvenlik sağlanmış durumda ve her şey normalleşme eğiliminde. Ancak Müslüman Kardeşler’in örgütlediği Tahrir Meydanı’nda kalabalık var. Bu arada uluslararası medyanın haberlerinden de hiç memnun olmadıklarını söylemem lazım. Hatta onlara göre global medya Mısır'ın düşmanı.

Bu arada konuştuğum çocuklar kesinlikle Müslüman Kardeşler’den de, El Baradei’den de hazzetmiyorlar. Hep söylendiği gibi belirgin bir liderleri de olmadığından gelecek seçime kadar Hüsnü Mubarek’in görevde kalmasının iyi olacağını seçime kadar geçecek sürede de genç lider adaylarının ortaya çıkacak vakitleri olacağına inanıyorlar. Bence de saflık ediyorlar, ama ben söylediklerini söylüyorum.

Müslüman Kardeşler’in Mısır’daki Hristiyan nüfusu ve İsrail ile olan barışı fena halde tehdit ettiğini, Müslüman Kardeşler’in idareyi devralmaması için de mücadele edebileceklerini söylüyorlar. Müslüman Kardeşler’in ülkede yarattığı iç savaş havasından da ciddi endişe duyuyorlar.

Kısacası hepimizin sempatisini toplayan genç devrimciler şu anda meydanlarda protesto gösterileri yapanlar değil. Protesto gösterileri maksadından sapmış görünüyor ve bu durum gençleri çok rahatsız ediyor.