30 Aralık 2009 Çarşamba

Bir Deli Saçması: Hiç Konuşmamalı Belki de İnsan

Nasreddin Hoca'nın saz çalması gibidir bazen bu dünyanın işleri. Doğrusunun düşündüğün olduğunu bilmen için diğer tüm alternatifleri görmek gerekmez. Kimi zaman önyargılar huzur verir insana.

- Hocam sen bir tuhaf saz çalıyorsun.

- Niye nesi tuhafmış ki, der Hoca.

- Ozanlar saz çalarken parmakları perdeden perdeye atlıyor, ancak sen sürekli aynı notayı çalıyorsun. Hoca gülmüş,

- Onlar benim çaldığım notayı arıyorlar, bir türlü bulamıyorlar. Benim çaldığım notayı çaldıklarında da onun aradıkları nota olduğunu fark edemiyorlar.

Bazen insan ne istediğini gerçekten bilir, ya da bildiğine inanır. İşte o zamanlar arayış anlamsızdır. Diğer sesleri de dinleyip seçim yapmanın anlamı yoktur. Zaten ne istediğini bilen ya da bildiğine inanan insan diğer sesler hakkında bir yargıya sahiptir. Bu yargı yaşanmış hayatın sonucu da olabilir, tahminlere de dayanabilir. Beylik laflar etmeyi seven adamın biri demiştir ki, yaşadıklarından ders almayan insan salak, sadece yaşadıklarından ders alan insan sıradan, başkalarının yaşadıklarından kendine ders çıkaran insan ise akıllıdır. Ya da bunun gibi bir şey işte. Bu tip beylik lafları baş tacı eden biri değilimdir açıkçası. Hatta çoğu zaman parıltılı ama içi boş laflar olduklarını düşünürüm ama savaşın kötü bir şey olduğunu anlamak için de savaşmış olmak gerekmez.

Yıllarca hiç yurtdışına çıkmadığım halde İstanbul'un dünyanın en güzel şehri olduğunu iddia ettim. Hep dediler ki, nereden biliyorsun, dünyanın tüm şehirlerini gördün mü? Onlara bir türlü İstanbul'un Nasreddin Hoca'nın sürekli çaldığı nota olduğunu anlatamadım. Beni eleştirdiler, yurtdışına çıkmadan nasıl böyle bir laf edebilirmişim. Onlara benim bilim adamı olmadığımı, bir şeyi bilmek için ya da bir şeyi bildiğime inanmak için tüm diğer alternatifleri denemiş olmam gerekmediğini ve bu sözlerin sadece beni bağladığını anlatamadım. İnsanın sürekli deneyip yanılmaya vakti olmadığını, vakti olsa bile hangi şehirde yaşamak istediğini bilmek için Evliya Çelebi gibi dünyayı gezmek gerekmediğini, bunun en nihayetinde bir inanç olduğunu anlatamadım.

Şimdi yurtdışındayım ve İstanbul'u özlüyorum. Vapurları özlüyorum, yemeklerini özlüyorum, Türkçe konuşan insanlarını özlüyorum. Bu defa diyorlar ki, yurtdışına çıktın da sadece bir ülkeye gittin, gittiğin ülke de dünyanın boktan sayılan ülkelerinden biri. Yetmiyor, bilim adamı kılıklılara tek ülke. Tüm dünyayı gezsem, bu defa da yargılarımı subjektif bulacak bu bilim adamı kılıklılar, eminim. Ya ne olacaktı dediğinde, olur mu diyecekler, benliğinden ayrılacaksın, yukarılardan bakacaksın meseleye. Ölçülebilir kriterler koyup, mukayese yapmam gerektiğini anlatacaklar. Sonunda belki de DTŞGE diye bir sayı uydurtacaklar bana. O ne lan diye sorduğumda, Dünyanın Tüm Şehirleri Güzellik Endeksi cevabını verecekler. Katsayılar koyduracaklar, çarptıracaklar, böldürecekler, 10 üzerinden notlar verdirecekler.

Yine benim olayı bu şekilde ele alışıma bazı bilim adamı kılıklılar diyecekler ki, hayat siyahlar ve beyazlardan ibaret değil, griler de var, sen yine meseleyi abartmışsın. Neymiş lan bu griler diye sorduğunda, onlar gri tonlarının sonsuz olduğunu, hangi birini sayacaklarını şaşıracaklarını falan söyleyecekler. Lan siyah önyargılarımsa, beyaz da DTŞGE endeksi, bana bir tane gri söyle dediğimde, dünyanın hiç değilse her kıtasından birer şehir gezip yargılarımı endekssiz bir şekilde söylememin grilerden sadece bir tanesi olduğunu söyleyecekler. İyi de diyeceksin, Akdeniz ikliminin geçerli olduğu yerlerde her şey birbirine benzer. İşte bak diyecekler, bir gri daha buldun, iklimlere göre gez o zaman şehirleri sonra yargını bildir. Sonra itirazları artırdıkça DTŞGE'ye gideceksin. Lanet olsun lan o zaman DTŞGE çıkar diyecekler.

Tüm bunların suçlusu bir anda sen olacaksın. Sana sinirlenecekler, takıntılı olmakla suçlayacaklar seni. Seninle hiçbir şeyin konuşulamayacağına hükmedecekler, her şeyi çok ciddiye aldığını söyleyecekler. Sanki senin tüm derdin İstanbul'un dünyanın en güzel şehri olduğunu başkalarına kabul ettirmekmiş de, onlara bunu kabul ettiremediğin için işi çirkefliğe vurmuş durumuna düşeceksin.

Bu defa kendini savunmak için güzelliğin göreceli bir kavram olduğunu falan söylemeye kalkacaksın, ama bu defa da sanki sen uydurmuşsun gibi lan o zaman neden DTŞGE diye bir şey uydurdun kıçından madem göreceliydi diyecekler.

İşte bu tip zamanlarda sabredeceksin ve bundan ders alacaksın. Bir daha karşına buna benzer bir muhabbet geldiğinde, ben böyle inanıyorum diyip detaylarına girmeyeceksin. Ama neden buna inanıyorsun diye soracaklar bu defa. Cevap veremeyeceksin, kalbimin sesini dinledim diyeceksin. Böylece konuyu çarpıtmış olacaksın, ama yağmurdan kaçarken doluya tutulacaksın. Vaaay diyecekler, çok duygusalsın bu aralar, hayırdır? Sen allahım yine başlıyoruz diye düşünerek hayır hayır diyeceksin ama onlar yanlış anlayacaklar. Senin evet bu aralar duygusalım ve bu çok hayırlı bir şey dediğini sanacaklar. Seni anlatmaya zorlayacaklar. Anlatmaktan korktuğunu, çekindiğini falan düşündüklerinden üstüne gelecekler. Seni köşeye sıkıştırdıklarını sanıp eğlenecekler.

İşte o anda cebinden çıkardığın 7.65 ile kafana sıktığında, kimse senin neden intihar ettiğini anlamayacak. Hiçbir derdi yoktu, daha dün eğleniyorduk güzelce diyecekler arkandan. Türlü türlü teoriler geliştirecekler intiharını anlamlandırmak için. Ne İstanbul'un özlemine dayanamadığın kalacak, ne Kahire'yi de hiç sevmediğin. Zaten çok duygusal çocuktu, içine kapanıktı, kimseyle doğru düzgün muhabbet edemiyordu, bir de Kahire iyice bunalttı çocuğu diyecekler. Ama hiçkimse senin için bir bunalım endeksi hesaplamayacak ve hiçkimse bunalım endeksi yapmadığı için suçlanmayacak.

İşte bu yüzden, sırf bu yüzden işte, hiç konuşmamalı belki de insan. :)

19 Kasım 2009 Perşembe

Elveda İstanbul

Yıllarca yurtdışına bir kere bile çıkmadığım halde, ve hatta senin tarihini düşündüğümüz zaman çok kısa bir zaman dilimi olan beş yıldır içinde yaşadığım halde, seni dünyanın en güzel şehri ilan etmekten hiç çekinmedim. Zaman zaman “Dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” diyen Napolyon’u, zaman zaman “sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” diyen, “Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşlerini seviyorum” diyen Yahya Kemal’i kendime destek aldım. Yetmedi, ben Türkçe dışında bir dilin konuşulduğu herhangi bir coğrafyada uzun süre yaşayamam dedim. Yurtdışına turist olarak bile gitmeyi manasız buldum. Ama korkarım evren beni yanlış anladı İstanbul. Bana senden ayrılmayı reva gördü. Belki de nasip etti, bilemiyorum şimdi.

Sonuçta İstanbul işler yolunda giderse iki sene sonra daha sağlam bir biçimde kavuşacağız seninle. Ben daha güçlü bir şekilde geleceğim sana İstanbul. Buna da o kadar eminim ki, sana bunun bir göstergesi olarak senin küçücük bir parçana 150,000 TL para ödedim. Ben bendeki sana ait parçaya çok iyi bakacağım, sen de sendeki bana ait parçaya çok iyi bak olur mu İstanbul?

Bu iki sene içerisinde tahminlerimde yanılmazsam, 8-10 kere daha da görüşürüz. İstanbul; yine de senede bir gün Piyer Loti’de buluşan aşıkların anlatıldığı filme göre iyi durumdayız ha, şükretmeyi bil! Sabretmeyi bil!

Ben Arap çöllerinde seni hiç unutmayacağım, sen de beni unutma olur mu İstanbul?

En çok senin vapurlarını özleyeceğim İstanbul, griden maviye dönen gökyüzünü ve denizini özleyeceğim. Sen de her sabah sana baktığım uykulu gözlerimi unutmazsın değil mi İstanbul?

Seni çok seviyorum İstanbul, bana şans dile olur mu?

Elveda İstanbul.

1 Kasım 2009 Pazar

Üzerime bu kadar çok sinek konarken kendimi bok gibi hissetmemden daha doğal ne olabilir ki!

33 günlük Mısır sefaletimi en iyi anlatan cümle sanırım bu. Sineklerle geldik sineklerle gidiyoruz. Sivrisi, karası hepsi her yerden üstünüze üstünüze geliyor. Hatta sanıyorum bir tanesini de yutmak durumunda kaldım.

Ben hiçbir zaman çok temiz bir insan olmadım. Dağınık, düzensiz bir adamım ve tembelliğin getirdiği bir pisliğim de her zaman olmuştur. Yediğim Eti Puf’un ambalajı günlerce masamın üstünde kalabilir falan filan. Fakat anlamadığım günde 8 saat tüm işi yerleri süpürüp masaları silmek ve bardakları toplamak olan bir işçi nasıl benim pisliğimden daha pis olabiliyor. Bu işçinin iyi niyetine dair en küçük bir şüphem de yok. Benzeri bir durumu Van’a gittiğimde de hissetmiştim. Gittiğim her yer garson komi kaynıyordu ama temizliğin tsi yoktu. Çok tuhaf bir beceriksizlik hakim Mısır’ın az gelişmiş işçisine. Bir de öyle çekingenler, öyle güvensizler ki, yaptıkları işi niye yaptıklarını idrak edemiyorlar. Şimdi misal annem evde temizlik yapıyor olsa, kendisinin yaptığı işten o kadar emin olur ki, anne dur iki dakika maç bitsin sonra açarsın elektrik süpürgesini cümlesine aldığın hijyenik, destansı bir cevap olur. Burada ise 50 yaşında bir adamın ürkek yavru kedi bakışları oluyor aldığın cevap.

Şimdi filmi biraz başa sarıyorum. Tarih 29.09.2009 sabah saat 11. Atatürk Havalimanı’nın hayvani dış hatlar terminaline ilk kez girdiğim gün. Bir koşuşturmaca, bir telaş, check in nerede yapılıyor, yurtdışına çıkma harcı nereden alınıyor. Ulan para da vermediler. Bir yerden 500 dolar alayım bari, dünyanın bin türlü hali var. Dövizci nerede, yanımda Türk parası da yok Atm nerede derken, free shop geyiği. Ucuz mu lan acaba bu votka harbiden? Ne bileyim kaç paraymış? 13 EUR. Eee? 27 milyon. Eee ben bunu Migros’tan 33’ e mi alıyordum 40’a mı? Ne bileyim yaaa. Nihayet Egypt Air’in bilmem kaç sefer sayılı uçağı.

Araplarla ilk temas. Hostes, mostes. Lan full kapalı bir uçak doğru düzgün ses de geçirmiyor. Allahım her şey Truman Show’a ne kadar yatkın. Göt kadar pencerelere dayasan uyduruk görüntüleri, bir iki gürültü efekti ve yalandan da bir iki sarsıntıyla sanal yolculuk yapsan ruhun duymaz. O sırada uçakta Azize melodileri. Sanal yolculuksa, iyi düşünmüşler bunu. 2 saat sonra Kahire. Oha, nereden çıktı lan bu entarili adamlar.

Sonrası hiç bitmeyesice bir sarılık. Güneş sarı, çöl sarı, toprak sarı, gök sarı, taş sarı, taş sarı, dişler sarı, sıcak sarı. Allahım gurbette yemek ne büyük sorunsal, her yerde nargile. Vapurları özlüyor insan; Yeşili, maviyi, kahverengini, dağı, taşı özlüyor.

Yine de bir acayip bu insanoğlu. 3 gün İskenderiye’de kaldıktan sonra nihayet Kahire’ye dönüşte, başlıyor, insanın evi gibisi yok muhabbetleri. Ne evi, lan ne evi. Allah’ın Kahire’sine döndün işte, ne zaman evin oldu. Ama yok, insanın evi bile göreceli. Kahire, İskenderiye’den daha ev sonuçta.

Lan hepsini anladım da, koskoca fabrikanın tuvaletinde nasıl kapı olmaz onu anlamadım. Hafsalam almadı abi. Tuvalete kapı yapmamanın nasıl bir izahı olabilir yaa.

Neyse az kaldı, bekle beni İs-taaaaaan-buuuuuuul.

24 Eylül 2009 Perşembe

Turist Olmak

Ben hayatım boyunca turist olmayı hiç sevmedim. Gidip Kapalı Çarşı’da aval aval, hayran hayran bakan turistleri de hiç anlamadım. Bangkok’a gidip ulan bunlar yenir mi diyenlere de gıcığım. Sen kokoreç yiyorsun, salak Avrupalı karışacak diye çıngar çıkarıyorsun, elalemin yediğine ne karışıyorsun manyak. Turistlik böyle birşey işte, aval aval şaşıran bir salaklık hali, akıl yitmesi. Ottan süt üreten ineğe şaşırmaz da, ceylanı avlayıp yiyen aslana şaşırır işte bizim salak turist. Araba yedek parçasından fasulye sırığına kadar herşeyi satan markete şaşırmaz da, kapalı çarşı da lokum satan esnafa şaşırır Avrupa’nın turisti.

Yaşadığım yere yabancı olma hissiyatı beni fena hırpalıyor. Umumi tuvaleti kullanma raconundan, garsona bahşiş verme rutinine kadar hiçbirşeyi bilmiyorsun gavurun memleketinde. Yok bunu yesem ishal olur muyum, yok bunu içsem zehirlenir miyim? Hep bir tedirginlik, hep bir huzursuzluk durumu. Hele çok da hakim olmadığın bir dili konuşmak zorunda kalmak büsbütün can sıkıcı. Sürekli bir kafa yorma durumu.

Bu hırpalanmayı salt korkuyla veya kendine güvensizlikle açıklayamazsınız. Bunlar vardır elbet bir miktar ama bir yerin yerlisi olmak, hangi mantarın zehirli hangisinin zehirsiz olduğunu bilmek, hangi hayvanın saldırgan hangisinin evcil olduğunu bilmek başka birşey. Kendini üstünde durduğun toprağın sahibi hissetmek, misafir muamelesi görmemek, misafir imtiyazlarından yararlanmayıp, ev sahibi rahatlığında yaşamak, huzur verici. Sürekli gittiğin yerleri öğrenmeye çalışmak, yabancı bir şehrin sokaklarında kaybolmamaya çalışmak ise sıkıcı, rehberin falan varsa da onun zevklerine mahkum olmak, ya da gezdirene duyulan saçma sapan bir minnettarlık. Herşeyi sormaya çalışmak, her şeyden dersler çıkarmak yorucu.

Turist olmak yeni şeyler öğrenmek yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak. Peh! 10 günde neyi tanıyorsun neyi görüyorsun, kiminle tanışıyorsun? Sana sunulan dışında neyin oluyor elinde! Bir de Avrupa’ya 10 gün gidip gelenler vardır, derler ki, abi adamlar sistemi kurmuş, medeniyet bu işte, sokaklar pırıl pırıl, sağlık sistemleri falan nefis nefis. Ne kadar anlayabilrsin ki oradaki adamı, bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?

Ben bugün hiç tanımadığım bir kıtaya, daha önce hiç çıkmadığım yurtdışına gidiyorum. En az 3 hafta da orada kalacağım. Allah biliyor ya hiç canım istemiyor. Bir sürü tantana, bir de en olduğu tam da belli olmayan bir iş yapacağız. Hadi hayırlısı.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Arkası Yarın : Toygar’ın Oyunları – 2

Oğulcan ile Toygar pembe hayaller içinde salak salak gülerlerken, Oğulcan birden ciddileşerek yine de futbolun ilginç bir oyun olduğunu ve 10 defa üstüste kaybedebileceklerini düşündüğünü söyledi ve ekledi: “Amaaan giderse de 300 TL gitsin, o kadar heyecana, oynadığın maçı internet üzerinden bulup seyrederken duyduğun zevke değer”

O gün akşam üç kere kaybetmişler ve bahis 10 TL seviyesine çıkmıştı. İlk iki maçı tutturdular fakat diğer maç Arjantin Liginden Velez Sarsfield Rosario Central maçıydı ve maç gece 2’de başlıyordu. Oğulcan gitti yattı. Toygar ise maçı izlemeye kararlıydı.

İnternette maçı bulduğunda uzunca bir süre hangi takımın Velez hangi takımın Rosario olduğunu anlamaya çalıştı. Sahada biri sarı lacivertimsi yatay çizgili bir forma ile beyaz üstüne kollardan gelip göğüs kafesinin altında birleşen kalın bir lacivert V harfi olan bir takım vardı. Maçı Velez’in kazanması gerekiyordu ki, 35 TL kazanıp kümülatif zararı çıkarabilsinler. Beyazlılar daha iyi oynuyordu, ama Toygar’ın sarı lacivertimsi formaya sempatisi vardı. Bir süre sonra Velez’in beyaz formalı takım olduğu anlaşılınca sarı lacivertimsi takıma Toygar’ın duyduğu sempati, işi beceremeyen adamına “yıkılın lan karşımdan” diye bağıran mafya babası tepkisine dönüştü.

Bu takımlara oynamadan önce Toygar takımların Arjantin ligindeki durumlarına, son oynadıkları maçlara falan bakmıştı. Velez 6. Rosario 14. idi, ama Arjantin Kapanış ligi yeni başlamıştı. Belki de bu tablo çok değişecekti ilerleyen günlerde zira açılış ligi şampiyonu Boca Juniors 10. sırada Arjantin’in en büyük kulüplerinden River Plate 13. idi. İşin ilginç tarafı River Plate açılış ligini sonuncu olarak tamamlamıştı. Bütün bu verilere baktıktan sonra Toygar kesinlikle bilgi sahibi olmadığını ve öyle iki tane veriye bakarak bilgi sahibi de olamayacağını kabul ederek oynamıştı kumarını.

Velez ilk yarının son bölümünde bulduğu golle öne geçince Toygar Fener öne geçmiş gibi sevindi, ikinci yarıda Rosario beraberliği yakalayınca da Cimbomdan gol yemiş gibi üzüldü. Sahada Velez daha iyi görünüyordu. Oyuna hakimlerdi. Toygar sonunda iyiler kazanır romantizmi içinde izlerken maçı, bu romantizm gerçek oldu. Velez maçı 2 1 aldı.

Ertesi sabah Oğulcan Toygar’dan önce uyanıp internetten kazandıklarını görmüştü. Toygar uyanınca “işte o, iddaanın bomba tahmincisi, üçü yüzüç yapacak büyük insan Toygaaaaaaaaar” diye bağırdı. Sabah salaklığıyla neye uğradığını şaşırmış Toygar noluyor lan der gibi bakarken, Oğulcan açıkladı: “Kazanmış Velez”. “Haa onu diyorsun” dedi Toygar, “Velez iyi takım abi.” “hımm beğendin yani Velez’i, var mı Fener’e almak istediğin oyuncu?” “Yok” dedi Toygar, “takım olarak iyiler.”

Tekrar oymadılar, tekrar kaybettiler. Tekrar kazandılar, tekrar oynadılar. Kasalarındaki para 350 TL olmuştu 2 ay sonunda. Oğulcan ile Toygar hiçbir yatırım aracının bu krizde iki ayda net %15 para getirmeyeceğini söyleyerek böbürleniyorlardı. “300 TL yerine 300,000 TL ile girseymişiz bu işe şimdi 50,000 TL kazancımız vardı” bile dedi Oğulcan. O gün de oynamaya devam ettiler. Toygar’ın işi vardı, dışarıdaydı ve akşam eve geldiğinde Oğulcan üstüste 7 kez kaybetmişti. Toygar “hadi yaa” dedi önce, sonra “amaaan pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” diye ekledi. Oğulcan o sırada düşünceliydi, “bak şimdi dikkatimi çekti, sermayenin %75’ini son üç seansta yatırıyoruz, yani şimdi vazgeçsek ve başa dönsek artıda olduğumuz 50 TL’yi de düşünürsek sadece 30 TL kaybeder ve yeni bir sayfa açarız” dedi. Toygar Oğulcan’ın oynamayı planladığı maçları inceleyerek, “abi bu kupon kazanır bas 50 kağıdı” dedi. Oğulcan, “bence de kazanır, zaten iddaaya göre de kazanır, ama daha önceki 7 seferde de durum bundan farklı değildi” diye karşıladı. Toygar daha önce oynanan maçlara bakarak, “olur mu lan dedi baksana tek maça üç kere oynamışsın üçünde de kaybetmişsin, o maç da Kongo Angola maçı, sen ne bilirsin Kongo futbolunu, Angola kadrosunu.” Toygar yoprgundu, içeri yatmaya giderken, Oğulcan’a “bence sistemi bozma bas 50 TL’yi ama yine de son kararı sana bırakıyorum” dedi.

Oğulcan’ın eli gitmedi, basamadı 50 TL’yi, bastı 2 TL. Toygar ertesi gün sabah maç sonuçlarına bakarken 3 maçı da tutturduklarını gördü ve işte bu dedi. Oğulcan uyanınca, Toygar, “iddaanın kralı naber” dedi. Oğulcan;
- Kendimi olimpiyatta sıfır çeken Halil Mutlu gibi hissediyorum”
- 2 TL bastın di mi Allah’ın salağı! Sisteme inancın yoktuysa, ne diye ortaya attın lan bu sistemi?
- Ne bileyim abi güvenemedim.
- İyi bok yedin.
- Neyse bunlar hep tecrübe.
- Sikiyim senin tecrübeni, olayın büyüsünü bozdun sen.
- Lan ne büyüsü olacak yaw?
- Sana da sistemine de güvenmiştim ben. Hahaha
- Yapma yaa. Hahaha
- Şu an çalışmama hayalim tuzla buz oldu senin yüzünden. Hahaha
- Lan tutmasa da 300 TL’yi kaybetsek daha mı iyiydi!
- Daha iyiydi tabii! En azından olmuyormuş derdik.

Oğulcan hayretle sağlamcı Toygar’ın içindeki kumarbaza bakıyordu. Çünkü Toygar’ın sonuçtan çok süreçle ilgilendiği belliydi. Kazanmak ya da kaybetmekten öte birşeydi bu Toygar için, yanar dönerlikti. Kumar içine girmişti Toygar’ın, sonuna kadar gidilmeliydi. Oyun disiplininden kopulmuştu artık, dağılmak an meselesiydi.

Oğulcan oynamaya devam etti, fakat Toygar heyecanını yitirmişti. Artık kafasına göre tek kuponluk büyük bahisler oynuyordu. Nadiren kazanıyor, çoğunlukla kaybediyordu, ama sermayesi de bitmiyordu.

Sezon sona erdiğinde Toygar, mayın tarlasındaki gri kareleri tıklarken Aceto’nun blogunda, Velez Sarsfield’ın Arjantin kapanış liginin şampiyonu olduğunu öğrendi. Hırsla yeniden açtığı mayın tarlasında gri karelere sinirli sinirli tıklarken, tıklayacak akrenin kalmadığını görünce sarı adamın güneş gözlüğünü taktığını farketti. Fakat asıl önemlisi rekor kırdın adın ne penceresini görmesiydi. Yeni rekor 255 saniyeden 238 saniyeye inmişti.

25 Ağustos 2009 Salı

Futbol Özgüven İşi

"07.11.2007’de Şükrü Saraçoğlu Stadında oynanan Fenerbahçe – PSV Eindhoven maçı özellikle Fenerbahçelilerin uzun süre anılarında kalacak harika bir geceye sahne oldu.

İlk 20 dakika boyunca maçta hiçbirşey olmadı. Ama dakikalar 20’yi gösterdiğinde Fenerbahçe maçın hakimiyetini ele aldı ve ilk yarının sonuna kadar muhteşem oynadı.

İleride her topu indiren ve müthiş hücum presiyle çok fazla top kazanan Semih, eşsiz oyun zekasıyla Alex, sıkıştığında üstüste topu iki kere taca atmaktan zerre imtina etmeyen Carlos, sağ kanadı yaylaya çeviren özellikle yerden sert, orta şut karışımı vuruşlarla çok etkili olan Gökhan Gönül Colin Kazım ikilisi PSV’nin tüm pas kanallarını tıkayan Deniz Barış Aurelio ikilisi ve bu 25 dakika boyunca çok rahat oynayan üç adam stoperler Edu ve Yasin ile kaleci Volkan…

Sonuç : Colin Kazım’ın orta şut karışımı sert vuruşuna dokunmasa Semih’in ağlara göndermek için hazırda beklediği Marcellis’in kendi kalesine attığı gol ile Alex Semih ikilisinin aralarındaki 3 pas sonucu Semih’in attığı mükemmel gol. Keşke gol olsaydı diye dövündüğüm Alex’in muhteşem aşırtma vuruşu ile Roberto Carlos’un 35 metreden attığı sert şut. Roberto Carlos’un Alex’e attığı arapası niteliğindeki taç atışı.

Evet bunların hepsi 25 dakikada oldu.

İkinci yarıda ise sahaya gerçekten büyük bir takım çıktı. PSV’yi oynatmayan, kendisi de canı istediğinde pozisyonlar bulan oyunun temposunu nasıl istiyorsa öyle ayarlayan bir büyük takım. Bu benim şimdiye kadar izlediğim en iyi Türk takımı değil ama en büyük Türk Takımıydı. Fatih Terim’in Galatasaray’ı gerçekten müthiş bir takımdı ve bana kalırsa oynadığı futbol bu takımdan daha iyiydi. Ama o Galatasaray sürekli saldıran, bozan, rahatsız eden bir takımdı ve kontrollü oynamayı bilmiyordu. Mallorca gibi bir takıma deplasmanda 4 gol atabiliyordu, ama Chelsea’den kendi evinde de 5 tane yiyebiliyordu. Bu Fenerbahçe’nin bana esas gurur veren yönü ne istiyorsa onu oynayabilmesi oldu. İstediğinde bastıran 25 dakikada rakibini dümdüz eden, istediğinde rakibine hiçbirşey yaptırmayan kendisi de yine pozisyon bulan ama genele baktığınızda pek de birşey yapmayan bir takım olabildi dün Fenerbahçe. Bu oyuna sanırım en uygun sıfatı maçı televizyondan yorumlayan İlker Yasin buldu : “Olgun takım”

Peki bu takım nasıl olgunlaştı ?

Futbolun herşeyden önce bir özgüven işi olduğunu Volkan’ın aldığı yan toplarda, Deniz’in attığı ara paslarında gördüm ben dün gece. 6 ay öncesinin tedirgin, laubali Volkan’ı nerede ne yapacağını bilen rahat bir Volkan’a, pas hataları nedeniyle ıslıklanan Deniz’i topu son derece iyi kullanan Deniz’e dönüştüren bir özgüvendi bu.

“Biz iyi takımız, bize güvenin” diyerek Deivid’i sattırmayan Zico’nun rakibi umursamaz tavırlarında da, bir röportajında “maça çıkarken Inter’de Ibrahimovic varsa bizde de Roberto Carlos var diyoruz” diyen Volkan’ın sözlerinde hep bu özgüven var.

Futbolun mental yönünün ne kadar önemli olduğunu Alex’in geçen sene Samsunspor’a attığı o önceden hayal etmeden yapılamayacak müthiş rovaşata golünden sonra sözlediği sözler çok iyi anlatıyor: “Top gelirken o vuruşu yapacağımı hayal ettim. Hayal etmezseniz başaramazsınız.”

Yer yer kıyasıya eleştirdiğim “Bu adamla olmaz. Zico değil, riziko bu” dediğim Zico’dan özür diliyorum. Haddimi bilememişim. Futbolumuza getirdiği sakinliğin kıymetini anlayamamışım. Gerginliğin 2 sene önce Fenerbahçe’ye kaybettirdiği şampiyonluk ile 17 gün önce yendiği rakibinden 2 gün önce 8 yiyen gergin Beşiktaş fotoğrafı şimdi şimdi beynimde üst üste oturuyor. Pasiflik zannettiğim Zico’nun tavırları dinginlikmiş, huzurmuş, sakinlikmiş. Büyük bir takımda olması gereken özgüvenmiş. Roberto Carlos’un üstüste rahatça taca attığı toplarmış. Volkan’ın her yan topu elinden kaçırmadan alması, Deniz’in attığı arapaslarıymış."


Bu yazıyı 2007 Kasım’ında yazmıştım ki o sene de Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadı. Sonra Zico’yu gönderdiler. Fenerbahçe’nin başı da o günden sonra beladan kurtulmadı. Ne özgüven kaldı, ne futbol, ne de iyi takım. Fenerbahçe taraftarı Zico'nun gönderilmesinin ardından yaklaşık yarım sezon sonra şu duruma gelmişti:

“İçmişim kafam güzel, Fenerbahçe Rakısı
Yoksa nasıl çıkacak Josico’nun parası”

Şimdi bu yazıyı yazıp tekrar gündeme getirmemin nedeni Frank Rijkaard. Tavırlarıyla, duruşuyla oyuncularına kattıklarıyla bana fena halde Zico’yu hatırlatıyor. Zico’nun o sakin rahatlığını Rijkaard’da da görüyorum. Mustafa Sarp’ın ilerlemesinde, tamamen yerli defansının ve iki yerli önliberosunun iyi oynamasında, rahatça yapılan rotasyonlarda görüyorum bunu. Gökhan Zan bile sakatlanmıyor sanki artık. Kayseri maçından sonra Servet’in sakin ve mantıklı açıklamalarında her soruya rahatça cevap verişinde, Gökhan Zan’ın “Servet ile uyumunuz nasıl” sorusuna gülerek verdiği “bunu kamuoyunun takdirine bırakıyorum” cevabında görüyorum. Korkarım çok iyi bir Galatasaray geliyor bu sezon. Tek tesellim Fenerbahçe’nin de iyi olması.
Rijkaard ayrıca "zamana ihtiyacımız var" edebiyatını da bitirmiştir. Bence artık teknik direktörler de zamanı ihtiyacı olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılmalı ve zamana ihtiyacı olanları Türkiye'ye uğramamalı. Çünkü ne Fatih Terim'in, ne Mustafa Denizli'nin, ne Daum'un, ne Lucescu'nun, ne Zico'nun, ne Rijkaard'ın zamana ihtiyacı yoktu. Aragones'in, Del Bosque'nin, Skibbe'nin ihtiyaçları olan şey ise zaman değildi.

Galatasaray ile Fenerbahçe’nin bu sezonunu karşılaştırmak gerekirse, Fenerbahçe filleriyle atlılarıyla Timur’un ordusuysa, Galatasaray da Cengiz Han’ın sürekli akın eden ordusu. Bakalım Timur mu kazanacak, Cengiz Han mı?

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Arkası Yarın: Toygar’ın Oyunları

Toygar Lodosoğlu içindeki Usain Bolt uyanmışçasına rekordan rekora koşuyordu. Mayın Tarlası isimli oyunun uzman levelinde 279 saniye olan rekorunu 255 saniyeye çekmenin gururunu yaşamış Yeni Zelandalılar gibi haka dansı yapıyordu ki, Oğulcan geldi.

- Noluyor lan?
- Rekor kırdım da, kutluyorum.
- Bilgisayar başında oturma rekorunu mu kırdın lan? İnanmıyorum!
- Yok oğlum, Mayın Tarlası’nı 255 saniyede bitirdim.
- Sana acıyorum Toygar.
- Kedi de uzanamadığı ciğere mundar dermiş.
- Toygar sana bazı bilgiler vereyim. Bilgisayar oyunları sektörü 80’lerden bu yana acaip gelişmeler kaydetti. Artık futbol oynarken oynayan adamın yüzünü bile benzetiyorlar aslına. Mesela oyundaki Tuncay Şanlı aynı gerçek Tuncay Şanlı’ya benziyor.
- Eeee?
- Yani diyorum ki inanılmaz grafikler, aşmış hareketler var artık oyunlarda.
- Eeee?
- Ve sen hala seksenlerden kalma bu salak oyunu oynuyorsun.
- Oğulcan sen kiwi çıktı diye elma yemeyi mi bıraktın? Kuşburnu çayı çıktı diye normal çaydan vazgeçtin mi?
- Ne alakası var lan?
- Bir oyunu sadece seksenlerden kalma diye elştiren bir adamdan beklenmeyecek bir tepki! Kimbilir satranç oynasam başıma neler gelecekti.
- Peki neden bu oyunu oynuyorsun Toygar?
- Çünkü bu oyun her yerde oynanabiliyor, her bilgisayarda var. Üstelik beyin bir kastır ve kaslar antrenman yapmazlarsa, zayıflarlar.
- Üstün zekanı korumak için oynuyorsun yani bu salak oyunu.
- Hayır, sadece vakit geçsin diye oynuyorum. Bir de işte eskiden spider solitaire oynuyordum ama, belli oluyordu kocaman renkli bir ekran. Birkaç kere genel müdüre yakalandım oyun oynarken. Bu ise uzaktan scientific hesap makinesi gibi görünüyor.
- Peki evde ne diye oyunuyorsun Toygar?
- Sonradan bu oyunu sevdiğimi farkettim. Aradığım herşey var bu oyunda.
- Pardon?
- Gerilimli bir oyun, beynini çalıştırıyor, bir tane hareket yapmak için 9 tane düğmeye uygun sırayla basacağım diye kasman gerekmiyor, içinde mükemmel dozda şans ve yüksek düzeyde zeka var.Hayat gibi Oğulcan, yaptığın her hareket bir öncekinin aynısı ama etkileri acayip değişken. Birden 32 kareyi açtırabildiğin gibi, mayına basıp gümleyebiliyorsun da. Temelde ise yaptığın hep mouse ile gri bir kareye tıklamak. Doğru kareye tıklarsan zafer, yanlış kareye tıklarsan hüsran oluyor. Ayrıca kader inancına manyak bir açılım getiriyor.
- Oha Toygar oha!
- Mayınların yeri belli abi, oyuna başladığın anda tüm mayınların yeri belli. Sen iyi oynarsan kazanıyorsun, kötü oynarsan kaybediyorsun. Pek çok mayının yerini doğru olarak tahmin edebiliyorsun, ama iyi de bir açılışa ihtiyacın oluyor. Açılışı kötü yaparsan, oyunu iyi bitirmen de çok zor oluyor. Mavi 1’lerde rahat davranıyorsun, bordo 5’ler ise ödünü koparıyor. Siyah 7’yi bulursan arkana bakmadan kaçıyorsun. Sen mayınları işaretledikçe tablo netleşiyor. Bazen de göz göre göre sağ tıklamak için imleci üzerine getirdiğin karede bir anlık dalgınlıkla sol tıklıyorsun ve bommmm.
- Sen kafayı yemişsin Toygar.
- Kafayı yemiş olmam söylediklerimi değersiz kılmaz.
- Peki oyundan sıkılmıyor musun, ya da somut ilerleme oldu mu başladığından beri.
- Oyundan tabii ki sıkılıyorum. Bazen yoruyor beni. Somut ilerleme ise, ilk başladığımda sadece mayınları bulmaktı amacım süreyle ilgilenmiyordum. Yarım saatte de açtığım oluyordu, onbeş dakikada da. Sonra baktım ki 100 oyunun 60’ını falan açıyorum, süreyle de ilgilenmeye başladım. Önce 800 saniyelere falan çektim süreyi, sonra 600’lere. Uzunca bir süre 600’ler seviyesinde kaldım. Sonra 400’lere indim. Arada bir de 300’lerde açıyordum ama 300 sanieynin, yani beş dakikanın altına inebileceğimi sanmıyordum. Geçenlerde bir 279 yaptım. Çok iyi bir açılış yaptığıma bağladım. Sonra 282 yaptım. Ama bugün içimdeki Usain Bolt haykırdı. 255.
- Peki sana daha gerilimli, daha riskli daha etine kemiğine dokunan bir oyun bulsam, vazgeçer misin?
- Neymiş bu oyun?
- İddaaaaaaaa! Hem para da kazanırsın. Hatta yeterince iyi olursan, çalışmana bile gerek kalmaz.
- Lan bırak allah aşkına yaaa.
- Oğlum hemen itiraz etme de bir dinle.
- Anlat bakalım.
- Şimdi, ben uzun zamandır iddaa ile ilgileniyorum biliyorsun. Mantıklı ve sürdürülebilir bir oyun sistemi bulmaya çalışıyorum.
- Bak bak bak, anlatışa bak. Sanırsın küresel ısınmaya çözüm üretiyor.
- Uzun sürelik iddaa tecrübemden çıkan en temel ders, mümkün olan en az maçlık kuponlarla oynamaktır. Şu sıralar pek çok maç için minimum bahis sayısı 3. Yani 3 maç seçeceğiz.
- İyi de az maç seçince de kazanç az oluyor.
- Oğlum mesela iddaa’nın da oranlarıyla favori gösterdiği yaklaşık 1.5 oranlı 3 maç seçsek, yatırdığımız her liraya yaklaşık 3.5 lira alırız. 10 TL yatırdıysak 35 TL alırız. Hem de herkesin favori gösterdiği takımların kazanması halinde üç buçuk kat para kazanılıyor. Ufak ufak kazanıp, sabırla biriktirdiğin zaman 10 TL basma da 100 TL bas, 100 TL basma da 1,000 TL bas. Mesela, Valencia – Getafe maçı. Kim kazanır.
- Tabii ki Valencia.
- Oranı kaç biliyor musun?
- 1.30 falandır herhalde
- Değil işte. 1.45.
- E iyiymiş.
- İşte bunun gibi 3 maç oynayacağız. 2 TL para yatıracağız. Kaybedersek yine bunun gibi 3 maç bulup, 5 TL yatıracağız. Kazanırsak 17 TL civarı kazanırız, yatırdığımız 7 TL’yi çıkarsak net 10 TL kazanırız. Kazandığımız anda başa döneceğiz. 5 TL yatırdığımızda da kaybedersek, 8 TL yatıracağız.
- Eeee bu böyle gider.
- Bunun bir sınırını koyacağız. Mesela 10 maç üstüste 3 favori maçtan kaybedersek sermayeyi tüketmiş olacağız. Sermaye de 300 TL civarı birşey. Yani kişibaşı 150 TL.
- Nasıl ya anlamadım.
- Bak dur sana tablosunu yapayım. Sen Excel adamısındır, ondan anlarsın.
- Yani diyorsun ki, 10 maç üstüste üç favori maçı bilemezsek, kaybedeceğimiz para 150 TL.
- Evet aynen. Şimdi soruyorum sana. Futboldan anlayan, futbol izleyen adamlarız, dahası zaten iddaa oranları belirlenirken profesyonel bir ekibin yaptığı analizin sonucunda bu oranlar belirleniyor. Yani iddanın favori gördüğü takımların zaten maçı kazanmaları lazım. Bu şartlar altında 10 kere üst üste 3 favori maçı bilemediimiz olur mu?
- Valla zor görünüyor da bu sistemde biz aylarca oynarız sonunda bir bakarız 300 TL’miz olmuş 350 TL. Yani seni zengin etmez beni batırmaz bir iş bu.
- Abi öyle olursa bu sefer 300 değil de 3000 TL yatırırız. 3000 TL değil de 30000 TL yatırırız. Hatta o zaman seni o işten alırım. Şu duvarlara 6 tane LCD takarım, Her birine açarım bir maç sen izler durursun. Raporlar çıkarırsın. İşte dersin ki, Helsingborg deplasmanlarda iyi oynuyor ama ecvinde çok zorlanıyor, kontraatak takımı bu. Buna benzer bilgiler ilk elden toplandıkça yanılma ihtimalimiz de azalır. İddaa sitesi bile kurarız şerefsizim.
- Hee hatta iddaayı batırırız bizi tutuklarlar falan.

Devam Edebilir :p

20 Ağustos 2009 Perşembe

Bir Deli Saçması: Bu Kadar mı Muhtacız Abi Birbirimize

Dağların yücesinde bir ateş söner. Yanmıştır zamanında ki sönmüştür. Eylemin sürdürebilmesi sürekli bir gayreti gerektirir. Çaba biterse eylem de yapılmadan önceki haline döner. Dağların tepesinde bir ateşe yer yoktur yani, ateş ancak birilerinin iradesinin sonucudur. İrade yok olursa, ateş de yok olur.

Tembelliğin en iyi tarafı sürdürülebilir olmasıdır. Tembellik için hiçbir şarta ihtiyaç yoktur. Yaşam fiziktir ekseninden bakacaksak olaya bunun fizikteki karşılığı eylemsizliktir. Bir cismin hareket durumunu koruma eğilimi yani. Mevcut durumun devamını ister yani madde, muhafazakardır. Peki hangi maddelerin doğal hali tembelliktir ve hangi maddelerin doğal hali eylemdir. Mesela vücudumuzda tembellik yaptıramayacağımız iç organlarımız vardır. Orada irade geçmez. Kalbe dur diyemeyiz, karaciğere kasma bırak emrini veremeyiz. Onlar sürekli çalışırlar. Oysa dıştaki kaslar böyle değildir. Kola dur deriz durur, bacağa gitme deriz gitmez. Bu aslında belki de evrenin tümünde geçerlidir.

Ateşi söndüren dağın dibinde magma diye birşey vardır. Ve enteresan bir biçimde dağların yücesindeki ateş sönerken o magma hiç ısısını kaybetmez. Dahası öylece yerinde duran bir taşa yeterince yakından bakarsak, içindeki hareketi görebiliriz. Elektronlar melektronlar uçuşur atomun çevresinde. Sonuçta evrende birçok şeyin içi dışına benzemez, içler hareketli, dışlar durağandır.

Genellikle içlerin hareketli, dışların durağan olduğu bir evrende peki neden samimiyet denen bir kavram ortaya çıkmıştır ve neden benim gibi birileri bu kavrama çok değer verir? Evrende neyin içi dışı bir ki, insanın özü sözü bir olsun. Öte yandan bir de adap denen kavram vardır ki, o da içinden ne gelirse gelsin herşeyin bir yolu yordamı olduğuna işaret eder. Gülmenin de yemek yemenin de, adam öldürmenin de, kavga etmenin de, savaşa gitmenin de, para almanın da bir adabı, raconu vardır. Sınıfta ders işlenirken arkadaşınla gülüşürsen hoca, herşeyin bir adabı var der, elle yemek yersen oha derler adama, nefsi müdafaada adam öldürürsen kimse seni suçlamaz, çocukları savaşa götüremezsin mesela, vergi diye para toplarlar gıkın çıkmaz da, mafya haraca bağlayınca sinirinden delirirsin. Adap aslında o kadar çok şeyi belirler ki, çoğunun farkında bile olmayız.

Hem edepli, hem samimi insan olmak; içindeki hareketi, dışındaki durağanlıkla uyumlu hale getirmek, öyle her babayiğidin harcı değildir. Dini literatürde buna cihad-ı ekber derler. İçerde hiç durmayan isteyen hareketli bir nefs, dışarda da toplumsal ve fiziksel engellerle boğuşan bir beden vardır ve bu yeryüzündeki tüm savaşlardan daha kanlı bir savaştır.

Bu savaşa girmemek insanın elindedir. Yalnız yaşadığı anda bir insan, bu savaş ortadan kalkar. İşte bu yüzden belki de “uygarlık, insanı insandan kurtarma sürecidir.” Bu savaşta sıkışınca Hz. Muhammed bile Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilmiyor muydu? Orada yaktığı ateş inince, topluma karışınca, sönmüyor muydu?

Dağların yücesindeki ateş ancak sen de dağların yücesindeysen yanar, sen topluma karışmışsan, o ateş de söner. Ateş samimiyetse, sahtekarlık da küldür. Oksijen olmazsa, ateş de kül de olmaz. Oksijen olmazsa hayat da olmaz. Bu kadar mı muhtacız abi birbirimize?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Hasan Cihat Örter vs. Erkan Oğur

Hasan Cihat Örter'i ilk dinlediğimde sanırım yıl 1995 idi. TRT'de bir televizyon programında klasik gitarı aldı eline ve fazlasıyla armonik bir şekilde Çökertme çaldı. Müzikteki kulak alışkanlığım "bir ölçü la minor çalınır ardından da mi majore geçilir, orada da bir ölçü kalınır fa major basılır, bir ölçü sonra da mi major çalınır" faslını daha biraz geçmişti. İşte Bülent Ortaçgil çok fazla akor basardı, bunu bilirdim, MFÖ şarkıları kolay çalınır, Grup Gündoğarken si7li kalıplar kullanır gibi şeyler bilirdim. Bu abim neredeyse türkünün her notası için ona uygun şahane bir akor basarak çalınca böyle bakakaldım televizyona. Adam bir yandan akor basıyor bir yandan melodiyi fazlasıyla hissettiriyordu. Herif tek gitardan piano gibi performans alıyordu. Değişik bir tipti, tuhaf şeyler anlatıyordu. Sonra Modern Folk Üçlüsünde bir dönem Doğan Canku'nun yerini aldı. Doğan Canku'nun o sıralar transandantal meditasyondan başını kaldırıp gitar çalacak hali yoktu. Sonra enstrümental albümler yayınlamaya başladı. Reformation içindeki parçalar pek çok programın jenerik müziği oldu. Sonraki albümleri çok iyi değildi, tutmadı. Zaman zaman çıktığı televizyon programları dışında sesini soluğunu duyamaz oldum.

Aynı 1995'te Erkan Oğur "Fırat'ın suyu akar serindir" türküsünü Eşkıya filmine sokmuştu. Bülent Ortaçgil dinleyenler dışında neredeyse kimsenin hakkında birşey bilmediği adam ATV Ana Haber'e çıktı. Oysa o yıllarda yapılan pop müzik albümlerinin çoğunun kaydında gitar çalmışlığı vardı. Bülent Ortaçgil'in en has adamıydı. Şehir efsanesi sandığım bir rivayete gore perdesiz klasik gitarı icat etmişti. E-bow denen bir cihazla gitardan ney sesine benzer sesler çıkartabildiği konuşuluyordu. Sonradan öğrendim ki, adam 80'li yıllardan beri bu e-bow denen aleti çalarmış. Hatta youtubeda çok eski bir TRT kaydı var ki, Bülent Ortaçgil ile birlikte e-bow çalıyorlar, ikisi de feci gençler. Bir yıl sonra Erkan Oğur Bir Ömürlük Misafir albümünü yayınladı. Ben aynı yıl kendisini Ankara Saklıkent'te bir Bülent Ortaçgil konserinde e-bow çalarken canlı izledim. Çok sakin bir adamdı, yoksa cool mu demeli. Gitarı sakız çiğner gibi çalıyordu, gitar çalarak denizde yüz desen belki de yüzerdi. Bir Ömürlük Misafir klasik tabirle bir sentez albümdü. Batı sazlarıyla Anadolu müziği çalınıyordu. Tam flamenkodan tasavvufa gösterilerinin patladığı yıllardı. Bir kaç yıl sonra Erkan Oğur sakız çiğner gibi çaldığı gitarı bir köşeye bırakıp kopuz çalmaya başladı dediler. Cengiz Aytmatov romanları okumamış olsam kopuz ne lan derdim o sıralar. Sonra Erkan Oğur'un Aşık Daimi gibi, Kul Nesimi gibi, Pir Sultan Abdal gibi, Aşık Harabi gibi, Aşık Veysel gibi, Şah Hatayi gibi Anadolu felsefesinin temsilcilerinin çok eski türkülerinin en yalın halleriyle çalındığı albümleri çıkmaya başladı. Önce Erdal Erzincan, sonra İsmail Hakkı Demircioğlu gibi derleme çalışmaları yapmış bağlama virtüözleriyle çalıştı. Halen de İsmail Hakkı Demircioğlu ile çalışmaktadır.

Hasan Cihat gösterişlidir, kibirlidir, komplekslidir. Erkan Oğur ise duygulu, bilge, sakin adamdır. Erkan oğur'un 30 sene önce deneyip şimdilerde nadiren lazım olduğunda kullandığı e-bow ile Hasan Cihat hala şov peşindedir. Erkan Oğur'un derdi aşık geleneğini sürdürmek ve köklerine gitmekken, (kendisinin çocukluğu Elazığ'da geçmiştir ve en çok o yörenin türküleriyle ilgilenmektedir.) Hasan Cihat'ın derdi Türk müziğini kullanarak dünyaca ünlü bir gitar virtüözü olmaktır. Erkan Oğur, Hasan Cihat'ın ulaşmak istediği mertebeye 15 sene önce ulaşıp, işin sırrının şov olmadığını anlamış adamdır.

Bu hafta içinde Hasan Cihat'ı Soner Olgun'un, Erkan Oğur'u ise Volkan Konak'ın programında izledim. Tavırları o kadar farklıydı ki. Erkan Oğur denizdeki su damlası olduğunun bilincindeydi sanki de, Hasan Cihat hala bak bende hem tuz var, hem su var, ne kadar acaip değil mi havalarındaydı.

18 Ağustos 2009 Salı

Hayat Ne Garip Vapurlar Falan

Dün akşam eve giderken yanımdaki iki adam yaklaşık on dakika boyunca vapurlardan söz ettiler.

Beyaz sakallı 50 yaşlarında gösteren adam: Vapur da güzelmiş haa...
Siyah saçlı 40 yaşlarında gösteren adam: Sabah bindiğim vapur şahaneydi abi esas. Dedim ki hep bunu versinler bu hatta. Hem büyük, hem yepyeni hem de dayalı döşeli. Şahaneydi.
BS50YGA: Bu da yeni, bu da yeni ama biraz küçük, sallanıyor.
SS40YGA: O vapur bunun yanında Mercedes abi. Bu Palio falan. Hep bunu versinler dedim de vermemişler.
BS50YGA: Belki de bu vapur eskidir de yeniden döşemiş olabilirler.
SS50YGA: Abi eskilik yenilikten de değil de o vapur çok konforluydu.
BS50YGA: Bu vapur da güzel ama.
SS50YGA: Ya tabii bu da güzel.
BS50YGA: Yıllardır vapurlar yenilenmiyordu.
SS50YGA: Abi bundan iki yıl falan önce İstanbullu kendi vapurunu kendi seçsin diye bir duyuru vardı. Internet üzerinden oylama yaptıırıyorlardı.
BS50YGA: Vay bee. İki yıl mı sürüyormuş bir vapurun yapılması.
SS50YGA: E tabii abi kocaman bir makine.
BS50YGA: Lan 2 yılda gökdelen dikiyorlar. Ne kocaman makine...
SS50YGA: Abi ona bakarsan Bolu Tünelini de 15 senede açamadılar.
.
.
.
.
BS50YGA:Ama vapur güzel haaa.
SS50YGA: Harbiden güzel be abi.


Tüm bu konuşmalar olurken ben de cep telefonumdaki son derece beyinsiz bir oyun olan Johny Crash Texas adlı oyunu oynuyordum. Özetle toptan fırlatılan, tatile gelmiş bir Johny’nin sadece tek bir düğmeyle yükselebildiği fakat alçalma işinde yerçekimini etkileyemediği bir biçimde kendisiyle alay eden Texaslı halkın saygısını kazanmaya çalışmasını anlatan sonunda da başarılı olursanız çiftçilere, kovboylara, petrol baronlarına gününü gösterdiği bir oyun bu. Kargalara çarptığında, kaktüslere çakıldığında, balondaki adamların parasını çaldığında, çamaşır ipindeki kot pantalonu aldığında tornadoya yakalanıp fırlatıldığında, yıldırımlara çarpıldığında, uçaklara değdiğinde falan puan veren bir saçmalık. Son leveli de bitirdiğinde tüm Texaslıların saygısını kazanmış biri olarak tatili bitiyor ve işine gücüne gidiyor herhalde bu Johny. Ben de elin Johny’si saçma sapan bir tatil geçirip Texaslılara madara olmasın diye ona yardım ederken bir yandan da üzerime gelen güneşe küfrediyorum. Vapurlarda yazın Eminönü’den Üsküdar’a geçerken akşam vapurun sol tarafına oturacaksın, Üsküdar’dan Eminönü’ne giderken de sabah vapurun sağ tarafına oturacaksın diye kendime daha önce yüz kere verip unuttuğum ultimatomu yüzbirinci kere veriyorum. Ve fakat beyaz sakallı 50 yaşlarında gösteren adam ile Siyah saçlı 40 yaşlarında gösteren adam hala konuşuyorlar vapurlar hakkında.

Kafamı kaldırdım, bir kendime bir onlara baktım, hangimiz daha salağız karar veremedim önce. Sonra kendime biraz da torpil yaparak onların daha salak olduklarına karar verdim. Çünkü benim en azından mazeretlerim vardı. Telefonda müzik dinlememi sağlayan hafıza kartı bozulmuş, üstüne kulaklığın kablosunu soktuğum yer paslanmıştı. Benimse yeni bir telefon almaya enerjim de param da yoktu. Mazeretim vardı yani. Tamam kitap okuyabilirdim, ki daha önce yapıyordum, o gerzek oyunu oynamaktan daha iyi başka şeyler de yapabilirdim ama yine de yaptığım işin hiçbir bilgi sahibi olmadığım vapurlar hakkında saçma sapan bir muhabbetin içerisinde hem de yaklaşık on dakika boyunca bulunmaktan daha akıllıca olduğunu kabullendim. İnsanların hiçbir bilgi sahibi olmadıkları vinç, buldozer, gemi, uçak, helikopter gibi araçlar hakkında ya da bu yıl da yağışlar az oldu, turistler az geldi, mahsul iyi bu sene gibi hiçbir istatistiki saçmalığa dayanmayan sallama muhabbettleri neden kurdukları üzerine düşünmekten ise üzerime gelen güneş ışınları yüzünden vazgeçtim.

Herşey ancak bu kadar salak, bu kadar gereksiz, bu kadar anlamsız olabilir diye düşünürken, tüm bunları anlattığım bir blog yazısının daha salak, daha gereksiz ve daha anlamsız olabileceğini keşfettim. Ben de Texaslıların saygısını kazanmak için aptalca şeyler yapan Johny Crash gibi sizlerin saygısını kazanmak için bu yazıyı yazmaya karar verdim. Belki de ben Johny’i gerizekalı bulup salak bu Johny diye içimden geçirirken, o da içinden benim hakkımda ne düşünüyorsan iki katı senin olsun diye bana dua ediyordu. Bilemiyorum, hiç bilemiyorum.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

100. Yazı: Badakizm

Aslında hiç sevmem ama bu benim 100. yazım. Aslında 100. yazım değil. 103. yazım ama 3 yazıyı sildiğimden. 100. yazım oluyor. 100. yazı şahane bir konuya denk geldi. Sağolsun Medea Cezire bana sen badaksın galiba diyince, ben de daha önce hiç duymadığım bir izm ile tanıştım. Badakizm.

Otisabi diye bir ekşi sözlük yazarının 1999’da ortaya koyduğu bir kavram olan badak yine Otisabi’nin deyimiyle “karşı cins ile ilişkilerinde tutuk, çekingen, pasif ve ezik tavırlar sergileyen insan tipi, ve yavrusu” anlamına geliyor. Fakat Otisabi’nin 2001 yılında Boxer dergisinde de yayınlanan yazısıyla tutuk, çekingen, pasif ve ezik gibi sıfatların tamamen baskın erkek tipinin bakış açısından dile getirildiği anlaşılıyor:

Bir badak aslında kadın psikolojisini erkek bedeninde yaşar. Badak seçilmek ister, hatta seçtiginin seçmesini bekler. Haybeden her önüne gelene yazpp, denk getirmektense, denk gelmeyi bekler. Badak adam çizgisini kalıbını belli eder, reaksiyon gosteren hatuna meyleder, reaksiyon gostermeyene bişi etmez.

Badak, farkettirmekten çok farkedilmenin derdine düşmüs insandır. Bir ya da birden çok karşı cins belirleyip onlara sov yapmaktansa, ortaya sov yapar, ya da ortada kendini gosterir, alana minnet eder, almayana tamah etmez.

Misal belledigi bir kızın karşısına geçip, Temel fıkrası anlatan, reaksiyona göre Temel fıkralarını Namık Kemal fıkralarına değiştirip cinsellik aşılayan adam badak değildir, badağin gözunde de pis abazandir.

Badak topluma mal olmuş Temel fıkralarına tamah etmektense kendisine ait iyi kötu esprileri kullanır, gülen, ilgi gosterene meyleder. Amma güldü, ilgi gosterdi diye kaplana dönüşmez, her türlü ilk adımı karşısından bekler.

Peki neden ilk adımı atmamak? Neden girişimci olmamak? Elbette ki bunun altında refuze edilip kendini dağa tasa vermek korkusu vardır. Elbette ki refuze olmayi gözde büyütmektir işin aslı, amma badak kendine guveni yoksa bile kendine saygısı maksimumda insandir. Böyle şeyleri riske edemez.

Ayrıca yöntemi zaten, ilk adım hiyerarşisini karşısına teslim etmektedir. Yani teklifler vesaireler badağı yorar, heyecanlandırır, bayar. Bu sebeptendir ki badak eğer uzaktan tanımadigi birinden hoşlanırsa acı çekmeye mahkumdur.

Badak barda hic tanımadığı kişiyle ortak nokta arayan womanizer degil, ortak nokta da kendisini woman bulmasını bekleyen pasifisttir. Kendi ortak noktasında durur bekler. Zaten ortak noktası olmadan uzaktan sevdiği kadın, ilişki olmasi durumunda bile onu bıktıracak, "bu muymuş?" dedirtecektir. Badak böyle ilişkilerin yorgunu insandır aynı zamanda.

Sonradan badak olanlar bundan badaklaşmaktadır. Bardan kaşına gözüne tav olup girdiği muhabbetin sığlığından, tabi olduğu davranışların ilkelliğinden, veyahut taban tabana zıtlığından çekmis adamdır.

Bu sebepten dünyanın tüm badakları!

Kendinizden nefret etmeyin. Tanışamadığınız, obsesyon yarattığınız kızların hülyasıyla deli divane olmayin. Siz kendiniz gibi olun ve kendiniz gibi olduğunuzda karşınıza çıkanların değerini bilin.

Yolda gordüğü kızlara merhaba diyen erkek ilişki yamyamıdır, prensip katilidir, barda, clubda yanına gelen kızla muhabbete girememek utanılacak bir şey değil övünülecek bir şeydir.

Tanışma cümlesi kurulmak zorunda değildir. Sözler değil, düşünceler, fiiller insanları bir araya getirir.


1999-2001 yılları arasındaki bu tavır değişikliği sonucunda badaklar artık kendilerini tutuk, çekingen, pasif ya da ezik olarak tanımlamayıp, bunun doğru ve asil bir davranış olduğunu savunmaya başlamış, hatta kutsamışlardır.

Ben badağım, ve bununla övünüyorum. Ben badak diye kimsenin hor görülmesine, dışlanmasına; aktif zampara hovarda çapkın diye kimsenin yuceltilmesine inanmıyorum.
Ben badağım, ve diskodan, bardan, internetten karı/erkek kaldırmak düşüncesinden tiksiniyorum. Diskoda, barda, ya da internette uyumlu olduğun kişilerle karşılaşmak ayrıdır, alabildiğine açgözlülükle her yere saldırmak ayrıdır diye düşünüyorum. Diskoda yanımda danseden kız, yanıma daha çok yaklaşırsa itmem, uzaklaşırsa ardı sıra seğirtmem. Bütün gece dans etse de, bana yazıyor muhabbet koyayım ismimi soyleyeyim demem. Bir elektrik olursa zaten karşı karşıya dans kacinilmazdir. Duvar örseler engellenmezdir.

Ben badağım. Alkolle, şiirle, filmle, muzikle gaza gelip aşık olmayı, hoşlanmayi, tanımadığım etmediğim insanlara kaşı gözü yüzünden muhabbet koymayı reddediyorum. Ortak nokta aramak için laf cambazlığını, nabız yoklamayı, yeri geldiğinde iki yüzlülüğü, samimiyetsizliği, duygu ve fikir kaypaklığını, saçmalıkları görmezden gelmeyi reddediyorum.

Kötu sonlanmış (kaçı iyi sonlanmıştır ki?) bir iliskinin sonunda kızdığımız, nefret ettiğimiz kişi sevgili bildiğimiz kişi midir? Bu kadar nefret, obsesyon, "ben onu çok sevmiştim"lerin, pişmanlıkların ardında kazık yememiz, aldatılmamız mı, kendimizi aldatıp, aldatılmaya meyilli bir hale gelmemiz mi yatar? Kaçıimız ilişkinin sonunda karşı tarafdan yediği kazıkların, götlüklerin kendi insiyatifinde olduğunu kabul edebilir ki? Kaçımız ilişki sonrası eski sevgiliden nefret ederken kendimize edeceğimiz nefreti sakladığımızın farkındayız? Beni aldattın diyen kişinin kini aldatana mı aldatılmıs olmaya mıdır? Cumburlop ilişkilere dalıp, "yok yok o öyle şey yapmaz"larla kendimizi kandırdığımız, hissetmediklerimizi söyleyip, hissedilmeyenleri duymamız, yoktan var edilen canavarların şerrine tabi olmamız hep bu aktifliğin, ilişki içinde olmalıyım, sevgilimleşmeliyimin uzantısı değil midir?

İşte bunları düşünen bilinçli badakların ideolojisidir badakizm.

Sıcak bir kucak, bir güler yüz görmek adına yapılan cambazlık, verilen ödün, "aşka inanmak" diyerek ozetlediğimiz tevekkül, badakların içinde bulunduğu sanılan tevekkülden daha kadercidir. Elbet bir gün doğru kızı bulacağım, doğru noktada kendimle zıtlaşmadan yaşamayı bileyim demenin kaderciliği mi, "elbet aşka inanarak onu yola getireceğim, sevmiyorsa bile sevdireceğim, kaybedersem aşk icin kaybederim" demenin kaderciliği arasında mantık olarak dağlar kadar fark vardır. Aşka inanmak, güzel olabileceği ihtimaline dayandırılan bir sevgi romantik, ve şairane görünüyorsa da acılar dunyasına bir yolculuktur, çok az kişi o yolculuktan mutlu yarınlara ulaşabilmiştir. Oysa ki badak kendi noktasında dururken, hareketsiz değildir, ortak noktalar elbet bir gün birbirini bulacak netice bir kez bile olsa mükemmel olacak ikincil düşünceler, art niyetler, maymun iştahları, yalanlar, palavralar işin içine girmeyecek ebedi aşk yakalanacaktır.

Kaşa göze vurulup, bir telefonla başlayan ilişkiler, ya da iki taraftan bir diğerinin diğerine meyledip layığıyla karşılık bulamadığı halde laf cambazlığı, gizli tehdit vesaireyle oluşturduğu sevgilimleşmeler, ödünler uzerinde yaşar. Kişi ya da kişiler, karşılarındakini idare etmek, ilişkiyi idare etmek, yapıcı olmak adına olmayacak musamahalar, ödünler verirler. Oysa ki Cenab Şahabettin diyor ki "musamaha kapısı aralanmaya gelmez, ardına dek açılır". O ardına kadar açılan kapıdan çıkıp giden aşk ve sevgili sanılanın ardından ağlamak, bağırmak, çağırmak küfretmek, tehdit etmek kendimize olan saygımızı kaybettiğimizin en açık belirtisidir. Tehditler, küfürler, asabiyetler, depresyonlar sadece bu kendi düşmemize ağlamamızdır. Dirseğimizi çarptığımız koltuğun kenarına küfretmek ne kadar mantiklı ise o kadar mantıklıdır. O orada durmaktadir, ve biz ona gelip çarpmışızdır amma "hay siktiğim koltuğu" demekte sakınca görmeyiz. Oysa ki bize uyuyor mu, ergonomimizle özdeş mi değil mi diye düşünmeden her koltuğa oturan adamın başına gelecek iştir bu. Suçlu, kabahatli bellidir.
İlişkiye girmek icin, hoşlandığımız kişinin bizden hoşlanması için verdiğimiz ödünler bize misliyle geri dönecektir, bilinçli badak bunu farkedip bu hataya düşmeyen badaktır. Söylenen söz, yapılan hareket unutulmaz, karşımızdaki unutsa biz unutmayız. Bunun acısı, ezikliğiyle yaşayıp, güzel gitme ihtimali olan bir ilişkiyi de mahvedebiliriz. Badaklık samimiyettir, dürüstlüktür, ham hayale prim vermemektir.

Doğuştan bir badak olarak tüm bunların bilincindeydim tabii ki, fakat buna badaklık dendiğini bilmiyordum. Bu eşsiz sosyolojik manifesto için Otisabi’ye tabii ki teşekkürü bir borç bilirim. Ancak özellikle aktivist olmamanın temel sebebinin reddedilmekten doğan korku olduğu fikrine katılmıyorum.

Tabii ki reddedilme korkusu da vardır derinlerde ama asıl sebep yazının daha sonraki bölümlerinde detaylı bir biçimde anlatıldığı gibi yanılmaktan hazzetmemek ve kendine saygıyı yitirmemektir diye düşünüyorum.

Yanılmaktan hazzetmeyen insanların temelde deterministik bir dünya fikirleri vardır. Yani onlar ne ekersen onu biçersine inanırlar. Buğday ekip arpa alan deterministik bir çiftçi ya “demek ki arpa ekmişim” der, ya da “biçtiğim buğdaydır” der. Ama lan nasıl oluyor bu demez. Modernizmin dünyasıdır bu. Planlamaya çok inanırlar.

Bendeki durum ise farklıdır. Ben dünyanın deterministik değil kaotik olduğuna inanırım. Öte yandan duygusal düzlemde yaşadığım herşeyin sorumlusu benimdir. İyinin de kötünün de. Duygusal düzlemde hayatım benim ellerimdedir. Gitmek istersem giderim, gidemiyorsam yeterince istemiyorum demektir. Burada bir parantez açarak duygusal düzlem dediğim şeyi de açmak isterim. Kastettiğim şey iç dünyamdır. Bu kendi kendine yaşadığım paylaşılamaz bir düzlemdir. Dış etkilerin tümünü bir şekilde içselleştirdiğin durumdur. Yani mesela bir kıza aşık oldum, bu durumda hayatımın benim ellerimde olması onun da bana aşık olacağı anlamına gelmez ve mesela kız beni beğenmediyse, yapabileceğim neyi eksik yapmışım ben onu sorgularım, kızın beni neden beğenmediğini değil. Reddedilmekten korku çok derinlerde olabilir ama yukarılarda pek yoktur.

Ayrıca ben sadece kadınlarla ilişkilerimde değil tüm insanlarla ilişkilerimde pasifist tutum sergilerim. Benim yaşamımın asıl amacı kendi kendime yeterliliktir. Kimseye bağımlı olmamaktır. İstediğim hayatı yaşarım, yanımda olanlarla iyi geçinirim, uzağımda olanlarla temas etmem. Yanımda kimse yoksa yalnız yaşarım. Hoşlandığım birşey olmaz bu, ama gerekirse yaparım. Saçma sapan bir sosyalliktense, ilkeli bir asosyalliği her zaman tercih ederim. Kendi kendime yeterliliğimi tehdit eden herşeyden nefret eder, hatta korkarım. Karşılığında kendi kendime yeterliliğimi satın alabileceksem ve başka bir alternatif yoksa lağımda bok temizlemeye bile razı olabilirim. Kimse beni terketti diye yıkılmam, sadece bundan üzüntü duyarım.

Bağımsızlığa olan düşkünlüğüm nedeniyle başkalarının bağımsızlığını da tehdit etmekten kaçınırım. Pasiflik sanılan budur, belki de pasiflik budur bilemiyorum. Israr edilmesinden de, ısrarcı olmaktan da nefret ederim.

İnsan ilişkilerinde en doğru yaklaşımın bu olduğunu düşünüyorum. Bu yaklaşıma yapılan en mantıklı eleştiri, ya karşındaki de senin gibi olursa eleştirisidir ki, bu eleştiriye de cevabım demek ki ortada paylaşacak yeterince güçlü bir duygu yokmuş olur. Zira, bu pasifist bünye sevdiği iki yazarla görüşmeyi başarmıştır. Demek ki, gerçekten güçlü bir duygu olduğunda o kadar da pasifist olmuyormuşum.

Son olarak bir badağın sevgilisine yazdığı mektuptan bir alıntı yaparak konuyu kapatmak isterim.

... Sen seven birinin kendini tutabileceğine inanmıyorsun. İnanma.

Ben seni incecik seviyordum oysaki, ağırlık yapmadan. Yoğun ama tahakkümsüz. İstemediğin ya da istediğinden emin olmadığın şeylere zorlamadan. Tüm bedenini saran incecik tülden bir giysi gibi. Seni soğuktan koruyamadan ama hayatına da perde olmadan. Yakından ve sıkmadan. Oysa sen kalın, kürklü, ağır bir palto istiyordun belki. Belki çok hafif geldim sana hissetmedin.

Seni sen olduğun için sevdim ben. Dönüştürmeye çalışmadım. Sanırım senin değişmek istediğin bir döneme denk geldim ve sen seni dönüştürecek birini istiyordun. Ben senin değerini yücelttikçe, dönüşme isteğin buna karşı çıktı. Benim hafifliğim sana boşluk gibi geldi. Tutkusuz geldi, pasif geldi. Bir varmış bir yokmuş gibi geldi. Aslında ben hep ordaydım ama sen sadece terlediğinde tülden giyisiyi fark edebildin.

Saflığım sana yetmedi. İnsan her zaman su içmek istemez. Bazen daha alkollü, tatlı, meyveli, asitli şeyler ister. Ben su istemediğin bir dönemde su vermeye kalktım sana. Çünkü su gibi aziz olmayı doğru bildim. İçime yabancı madde sokmadım.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Bir Erkek Yazısı: Yalansız Dönmüyor Dünya

Bugün size tam bir erkek yazısı yazmaya karar verdim sevgili okur. Erkek yazısı nasıl olur diyorsanız, erkeklerin kadınlara kolay kolay söylemediği, söylediğinde başının ağrıyacağı fikirlerini anlattığı yazıya diyorum.

Çocukken mahallede aşırı sevilirdim.Oturduğumuz apartmanın adı bile benden dolayı benim adımdı. Selim Apartmanı. Apartmandaki her daire beni çok severdi. Boyumdan büyük laflar edermişim ben onlar da beklemediklerinden hoşlarına gidermiş. Erkekler kadar hatta onlardan daha fazla apartmanın kadınları da severdi beni. Hele benden 10 yaş civarı büyük bir abla beni hep zeytin gözlüm diye severdi. Ben de tüm bu gazı alarak ergenlik dönemimde kendimi acayip yakışıklı birşey sanırdım. Kimseleri beğenmedim ortaokul lisede. Ehh işte diye düşündüklerim de basket takımının kaptanlarıyla falan çıkıyorlardı. Dolayısıyla hatun kısmına fazla bulaşmadan, kesinlikle aşık filan da olmadan liseyi bitirdim ben. Tabii bu arada hiç babamın arabasını çalmadım, hiç sigara ya da içki içmedim, okulda falan hiç başımı belaya sokmadım, bütün annelerin seveceği bir çocuktum. Herşeyim kararındaydı, spor yapardım ama profesyonel olacak kadar değil. Ders çalışırdım ama inek olacak kadar değil. Org çalardım ama barlara pavyonlara çıkmaya heves edecek kadar değil. Kafam da çalışırdı ama seçilip derecelere girecek kadar değil. Bildiğin normal bir çocuktum. Gençli dizilerinde idealize edilmiş salak tipler gibi birşey. Misal bir keresinde ondört yaşında filanım, okuldan kaçıp porno film seyretmeye gitmiştik, okuldan kaçtığımız falan anlaşılmış, eve geldiğimde annem sordu nerdesin diye, seks filmi izlemeye sinemaya gittik anne dedim. Annem de az deli değil, iyi oğlum gözün gönlün açılmıştır dedi. Bir ara okuldan kaçanlar mazeret kağıdı getirecek diye bir kural koydu bizim lisenin yönetimi, ben gittim bir tomar boş mazeret kağıdını anneme imzalattım. Kaçtıkça birşeyler uydurup veriyordum kağıdı müdür yardımcısına. Kısıtlama yok, başını belaya sokmak yok, yalan söylemek yok, dolaplar çevirmek yok. Saçma sapan şeylere heveslenmek yok, aşırı para harcamak yok. Güzel güzel üniversitemi de kazandım. Tam ideal evlat. Çikolata bebesi.

Üniversiteye gittim büyük şehire. İdeal evlat oldu ot. Millet bira içer, ben takılmam. Millet kahvelerde king oynar ben anlamam, kimisi daha birinci sınıftan kariyer derdine düşmüş inekler gibi ders çalışır ben lise zanneder ciddiye almam. Komunistlik oynanır, ben yokum; milliyetçilik oynanır, ben yokum; islamcılık oynanır, ben yokum. Orta yaşlı kadınların tamamen “out” olduğu bir dünyada ben de tüm cazibemi yitirdim. Sıkıcı, kıl bir tipim. Yalnış ata oynamışım hahaha. Neyse işte sonra sonra hatunların arasına karıştım biraz. Bu arada da kendimi acayip yakışıklı sanmam falan geçti. Gayet sıradandım işte. O sıralarda arz talep meselesi gereği bana basbayağı çirkin gelen hatunlara da kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Lan tamam çirkin ama çok iyi kalpli, çok entel, çok sevgi dolu falan diye kendi kendime telkinde bulunuyorum. Çok düşünüp az iş yaptığımdan yıllar sürebiliyor bu ikna süreci :) Nihayet çirkin bulduğum hatunlardan birine yazıldım. Benim çirkin bulduğum çıkmak için kendimi ikna etmemin aylar sürdüğü bu hatunda bir özgüven var anlatamam. İstediğim adamı elde ederimler, elimi sallasam 50 tane sevgili bulurumlar uçuşuyor havada. Ben şaşkın şaşkın bakıyorum. Bildiğin basbayağı çirkinsin lan işte, nereye elde ediyorsun istediğin adamı. Sen ancak kendisini seninle olmaya ikna edebilen kişileri elde edebilirsin, o da senden çok kendini ikna eden adamın işi olur. O kadar zorlu bir süreçtir yani ikna süreci.

Sonra ben baktım çirkini güzeli tüm hatunlarda aynı nakarat. Öyle bir özgüven ki, yabancı sınırlaması yüzünden 6 milyon euro eden İsmail Köybaşı gibi kendilerini Afrodit sanıyorlar. Sen ise Herkül olmadığının gayet bilincindesin. Doğru düzgün bir ilişki kurmanın imkanı yok. O zaman ben izlemeye başladım çevremedeki ilişkileri.

Erkek milleti meseleyi çözmüş, bir ben çözememişim meğer. Tüm dertlere deva bir ilaç çıkmış ben onu bilmiyormuşum. Üstelik bu ilaç da bedava, piyasalarda da tonla. Sıkıştın mı atıyorsun bir tane herşey düzeliyor. Hatun soruyor ben mi güzelim Angelina mı? Ben olsam hangi Angelina yaw, bir sürü Angelina var derim, ilaç sayesinde adam gayet kolayca cevaplıyor: “Sen tabii ki”. Kız devam ediyor, senle ayrılsak perişan olur musun? Ben olsam ne perişan olacağım lan allallah derim, adam yine haplanmış: Tabii ki aşkım kahrolurum”. Bu ilacın adı yalan. Adamla hatun yokken konuşuyorsun, abi sana hayranım, ne kadar aşıksın hatuna. Ne aşık olacağım oğlum tarladan mahsul almak için önce çapalarsın, sonra ekersin sonra sürersin sularsın falan, sonunda da alırsın mahsulü. Yani hatunu Angelina’dan daha güzel bulduğun, ayrılsanız kahrolacağın yalan mı abi? Tabii ki yalan oğlum, elimi sallasam onun gibi elli tanesini bulurum. Abi peki haplanmış gibi davranmayı nasıl beceriyorsun hatunun yanında. Ben bu işe yıllarınmı verdim oğlum. Kitabını da yazar mısın abi? Tabii koçum, kralını yazarım.

Siberaelme takıldım bir dönem. Hala da zaman zaman girip hatun profilleri okuyorum. Tabii 3000 hatuna 9000 adamın düştüğü bir ortamda hatun profilleri genelde şöyle oluyor:

“Güzelim, sevecenim, akıllıyım, vücudumda en çok bacaklarım, göğüslerimi ve gözerimi beyenirim. 25 yaşında, 1.75 boyunda 60 kiloyum. Beni Moniva Bellucci’ye benzetirler. Sohbet edeceğim insanın herşeyden önce dürüst olmasını ve adam gibi adam olmasını isterim. Arkadaşlarım bana prenses lakabını taktılar, beyaz atlı prensimi bekliyorum. Ciddi olan yakışıklıları bekliyorum. Profilim okumadan gelenlere cevap vermiorum. Ama şimdiden söyliim. Göz kırpanlara, sadece meraba diyenlere, sex manyaklarına ve herkese aynı mesajı gönderenlere cevap vermiyorum. İngilizce biliorum. En sevdiğim actör Bruse Vils. En son zorunluluk olmadan bu formu okudum :) En iyi yaptığım yemek hünkar beğendi. 10 milyon dolarım olsa napar mıyım, bu siteyi satın alır herkesin gerçek kimliklerini açıklarım. Şaka şaka yapmam öyle bişey iş kurar 10 milyon doları iki senede 100 milyona çıkarırım. Günün her anında kitap okurum. En sevdiim kitap Marlo Morgan’dan Bir Çift Yürek. En sevdiğim yazar Mehmet Coşkundeniz ile Sunay Akın. Orhan Pamuk’un kitaplarını asla okumam.”

Böyle bir hatuna mesaj yazıyorsun, profilini inceledim, (bu çok önemli, okuduğunu belli etmen lazım, okudum da değil inceledim, analiz ettim yani öyle böyle değil) çok farklı göründü (ne kadar da farklı değil mi gerçekten). Bir de Sunay Akın’ı ben de çok severim. Ayrıca ben de hünkar sayılırım yap bakalım bana bir beğendi beğenecek miyim :). Hatun cevaben msn adresini veriyor. Ve saçma sapan yazışmalar başlıyor. Sonunda tanışmaya karar veriyorsunuz. Hatun bir geliyor 1.65 boy 75 kilo. Belli ki toplamı değiştirmeden kendine bir güzellik yapmış. Tüm ilişlinizde güzel olan tek şey de bu olmuş. Yanlış yatırım, vakit kaybı. Kendini ne mühendisler ne doktorlar istemiş de beğenmemiş onu anlatıyor. Kilit soruyu soruyorsun, aşık olduğun ama beraber olamadığın biri oldu mu hiç. Olmadı, ama aşk kısa sürüyor, erkeklere güven olmuyor diyor. Aslında vermek istediği mesaj belli. Benim kıymetimi bil, bana sahip olmak için çok çaba göstermen lazım. Tabii bir daha görüşmüyorsunuz. Bu sefer bir iki sert yapıyor, beni neden aramıyorsun falan diyor. İşim vardı diyorsun, çok çirkinsin diyemezsin ya. Sen kaybedersin diyor engelliyor seni. Kapında yalvaracağını sanıyor bu hareketten sonra. Oysa sen de basitçe onu engelliyorsun, herşey yolunda.

Sonuç olarak yazının ana fikri:

Ey Türk Kadınları,

%5 civarı bir kısmınız hariç hiçbiriniz evrensel ölçülerde güzel değilsiniz. Rus ırkı diye bir ırk var bu dünyada. %30 cıvarı bir kısmınız dışında hiçbiriniz kültürlü, akıllı falan da değilsiniz. Hem güzel hem akıllı olan %1’lik kısmınız dışında hiçbiriniz istediğiniz her erkeği elde edemezsiniz. Neredeyse hepiniz bir hayal dünyasında yaşayan kontrol manyağı insanlarsınız. Senaryosunu sizin yazdığınız bir filmde oynuyor gibisiniz. Film senaryo dışına çıktığında nevrotikleşiyorsunuz. Film de genelde senaryo dışına çıkıyor. O nedenle mutsuzsunuz. Sizi mutsuz eden adamları esasen sizler yaratıyorsunuz. Dürüst adama kesinlikle katlanamıyor, çok sıkıcı buluyorsunuz. Bu da çok normal çünkü gerçek çoğu zaman sıkıcı zaten. Normal olmayan, katlanamadığınız halde dürüst adam talep etmeniz.

ve,

Ey Türk Adamları,

Yalan pratik bir çare olabilir. Yalana sizi kadınlar mecbur bırakıyor da olabilir. Ama yalan uzun süreli mutluluk getirmez. Biz de çok yakışıklı, akıllı, kültürlü insanlar sayılmayız. Kendinizi bir bok sanmaktan vazgeçin. Erkek muhabbetlerinde farklı, hatun muhabbetlerinde farklı konuşmaktan vazgeçin. Abazanlığınızla, kadınları bu hale getiren de sizin bu aşırı talebiniz. Arzın ve talebin bu kadar şişirilmiş olduğu bir piyasada, denge fiyatı bulunmaz.

Çok bilmiş bir edayla yazdığım bu saçma salak yazıyı bir ata sözüyle bitirmek isterim: “At sahibine göre kişner.” Artık hanginiz atsınız hanginiz sahipsiniz onu da sizlere bırakıyorum ey okur.

5 Temmuz 2009 Pazar

Eti Puf Alt Folyolarındaki Sıkıntı

Sayın Kale Nobel Yetkilileri,

Uzun zamandır içimdeki sıkıntıyı anlamaya çalışıyor fakat bir türlü bulamıyordum. Ta ki, 27 Haziran 2009 sabahına kadar. İnsanın doğumgününün bir Cumartesi gününe denk gelmesi elbette şahane birşeydi. Fakat sabah sabah evdeki abur cubur yığınının içerisinden aldığım Eti Puf’un altındaki folyoyu, üstündeki PVC folyodan sabah mahmurluğuyla ayıramıyor olmam, beni önce çileden çıkardı; fakat hemen ardından da beni içsel bir yolculuğa götürdü. İnsan bekliyor ki, doğumgününde hiçbir işi aksamasın, hiçbir şey canını sıkmasın. Yıllardır farkediyorum bu problemi ama sanırım böyle bir günde başıma gelmesi bana artık harekete geçme kararını aldırdan şey oldu. Bu bir işaretti belki de.

Eti Puf ile ilk tanışmam 80’li yıllarda olmuştu. O zamanlar marshmallow ve jöle kıvamında tatlılar meleketimizde henüz yaygınlaşmamıştıi. Bunlara benzeyen geleneksel tat lokum ise hem tatta, hem pahada ağırdı. Leblebi tozu gibi şimdiki çocukların yüzüne bakmayacağı şeylerden mutlu olmak durumundaydık o zamanlar. Demir para çocuklarıydık, kuruş nedir bilmezdik. 1 litrelik cam şişelerde sattılan kolaların adı aile boyu kolaydı. 5 liraya bir sakız 10 liraya bir eti puf alınabiliyordu. En büyük para 10,000 liraydı ki 1,000 adet Eti Puf parasıydı. İlkokulda matematikte sınıf birincisi oluşumun sebebi belki de kaç paraya kaç tane Eti Puf alınır konusundaki merakımdı. Amcaların, abilerin cüzdanlarının içerisinde gördüğüm iki 10,000 TL’lik iki 5,000 TL’lik banknot başımı döndürüyor, 3,000 tane Eti Puf yığınının içerisine altnlarının içine balıklama atlayan Varyemez Amca gibi atlıyordum hayallerimde. Eti Puf benim için bir para birimiydi ve hemen cüzdanlardaki ceplerdeki paraların Eti Puf cinsinden değerini hesaplyordum. Ve tüm bunların sebebi annemin babamın bana en çok iki tane Eti Puf alacak kadar para vemeleriydi; ben Eti Puf’a bir türlü doyamıyordum. Bunun fakirlikten olmadığını da yıllar sonra öğrenecektim.

Bakkalların dünyasıydı o günler, marketler yoktu. Bayat Eti Puf’a da hayır demezdik, çünkü yemesi uzun sürerdi, tazesi gibi hemen ağızda eriyip gitmezdi, ama yine de taze Eti Puf için bakkala Eti kamyonunun geldiği günleri iple çekerdik. Kamyonun bakkala mal getirmesinin ardından bakkala koşar taze Eti Puf sorardık ve çoğunlukla boynumuz bükük ayrılırdık bakkaldan. Topyekün tüketim hamlesi henüz yapılmamıştı. Ya elinde hala yeterince Eti Puf olduğu için almamış olurdu bakkal, ya da almış olsa bile, önce eskisi bitecek deyip yeni koliden Eti Puf vermezdi bizlere. En sevimli hallerimizi takınıp bakkala yalvarırdık taze Eti Puf için. Ben duygu sömürüsündeki eşsiz tecrübemi Eti Puf’a borçlu olduğumu söyleyebilirim mesela. Bakkalı yumuşatmayı başardığımız nadir günlerde alabildiğimiz taze Eti Puf’u yemeyi bir ayine çevirişimiz ondandır:

Eti Puf ambalajı sabırsızlıkla açılmaya çalışılır, başarılamaz, o alt folyo üstündeki PVC folyoya öyle bir yapışmıştır ki, bir türlü bırakmaz. Üstüne “Buradan açınız” yazmakla etiket oradan açılmaz. Allem edilir kallem edilir bir şekilde etiket imha edilir. Önce teze Eti Puf ambalajından çıkarılmadan uzun uzun koklanır. Yavaşça çıkarılıp bisküvisi alta gelecek şekilde temiz bir yüzeye konur. Ambalajın içine dökülen granüller avuca boşaltılır ve seri bir hareketle ağza atılır. Yumuşacık Eti Puf’un üzerindeki granüller tek tek yenir önce. Bisküvinin üstünde bembeyaz bir marshmallow kalır. Sonra yumuşacık marshmallowu parmaklarla tutularak Eti Puf’u ters çevrilir ve tek bir hareketle bisküviye hücum edilir. Artık elinizde bembeyaz katıksız bir marshmallow kalmıştır. Bisküvinin tadının ağızdan tamamen gitmesi için biraz beklenir. Ve o an geldiğinde, marshmallow ağza atılır ve ağızda mümkün olduğunca fazla kalması sağlanır. Doyumsuz tat ağızdayken mutlu gözlerle gökyüzüne bakılır ve taze Eti Puf’u gönderen Allah’a şükredilir. Ayin marshmallow tutan parmakların yalanmasıyla sona erer.

Sizin de anlattığım bunca şeyden sonra, artık tahmin edebileceğiniz gibi, Eti Puf benim için sadece ürettiğiniz etikette yazdığı gibi granül kaplamalı marshmallow bisküvi değil, büyümenin en güzel taraflarından biri, 32 yıllık ömrümün en güzel hatıralarında yerini sıklıkla almış bir ikon, çocukluğumdan beri vazgeçemediğim bir tat ve sanki benimle büyümüş bir arkadaş. Senelerce pek çok şeyimi değiştirdim; yaşadığım şehri, evimi, arkadaşlarımı, eşyalarımı, fikirlerimi ve hatta inançlarımı; ama Eti Puf’a olan sevgim hiç değişmedi. Çok az şeyin sabit kaldığı, değişmeyen tek şeyin değişim oluşunun marifet sayıldığı dünyada, eşsiz lezzeti, özgün şekli ve efsanevi ambalajıyla kaybolmayan nadide güzelliklerin başında gelir Eti Puf.

Serdar Turgut, 27.11.2001 tarihinde Hürrüiyet’te yayınlanan yazısında rakı kapakları ile ekonominin gidişatı arasında bir korelasyon olduğundan söz etmektedir: “Babam gibi 60 yıldır, benim gibi de 30 yıldır istisnasız her akşam içiyor ve bununla da övünüyorsanız, Türkiye'nin ekonomi tarihini birtakım yazılara bakarak izleme zulmünden kurtulursunuz. Sadece rakı kapağına bakmanız yeter. Türkiye'de ne zaman köylüleri seven bir iktidar işbaşına gelmişse, rakı kapakları bir çevirişte açılmamaya başlar. Ve ne zaman yapılması gerekeni yapan, yani köylülüğü fiziksel olarak tasfiye etmeye soyunan bir iktidar başa gelirse, rakı kapağını bir çevirişte açarsınız. Bu kesin bilimsel bir tespittir.”

Benzer bir durum Eti Puf ambalajlarında yoktur. Eti Puf ambalajarı Türk ekonomisi iyiye de gitse, kötüye de gitse zor açılır. Hadi çocukken kafamız basmıyordu, allem edip kallem edip açıyorduk, hadi üniversite yıllarımızda da “tembel adam yaratıcı olur” düsturuyla bir Eti Puf paketinin sivri köşesini diğer Eti Puf’un göbeğine çakarak açıyorduk da, artık 32 yaşına geldim yahu. Eti puf paketi açacağım diye kalem, kürdan, çatal, bıçak gibi nesneler bulmaya mecbur muyum ben? Yazık değil mi artık bana, çektiğim çileler yetmedi mi? O Eti’nin ambalaj satın almacılarının da gözleri kör olmasın, bunca yıldır adam edemediler şu etiketi.

Sayın Kale Nobel Yetkilileri,

Lütfen hemen şimdi dışarı çıkın ve en yakın marketten ya da bakkaldan bir Eti Puf alın. Ürettiğiniz etiketi buradan açınız yazan yerden tutun ve lütfen çekin. Hadi lütfen yapın bunu. Doğru düzgün laminasyon yapamadığınızı göreceksiniz. Çünkü göreceksiniz ki o folyonun üstünde yazılar yazan yeri kavlayacak, fakat ambalajı açmış olamayacaksınız. Çünkü kavlayan etiketin altından üzerinde kırmızı Eti yazan şeffaf bir folyo daha çıkacak ve o ikinci şeffaf folyoyu açmak için özel bir şekilde kesilmiş tırnaklarınız yoksa kalem, kürdan, çatal, bıçak gibi bir yardımcı nesneye ihtiyacınız olacak. O zaman belki memleketin çocuklarına yaptığınız zulümden utanırsınız da şu iki folyonun laminasyonunu adam gibi yaparsınız.

Sayın Kale Nobel Yetkilileri,

Sizce de memleketin çocukları yeterince zulüm görmediler mi laminasyonu kötü yapılmış Eti Puf etiketlerinden? Artık bu işi çözmeniz gerekmez mi? Sakın bana sorun bizde değil, Eti’nin ambalajlama makinelerinde falan da demeyin. Bana ne yahu! Koca koca kalite kontrol bölümleriniz yok mu? Gidin çözün işte. Sadece benden yediğiniz küfür, yedi sülalenize yeter. Artık ne bana küfür ettirin, ne de kendiniz benden küfür yiyin yahu. Lütfen.

Sayın Kale Nobel Yetkilileri,

Benim nevrotik bir şahsiyet olmam, sizin o ambalajları adam gibi yapmadığınız gerçeğini değiştirmez. Hadi Eti için ambalajlama yan bir faaliyet ve gözleri kör olmayasıca ambalaj satınalmacılarının tek derdi ambalaj stoklarını belli bir seviyede tutmak. Belki düzgün ödeme yapamadıkları için de size şikayet etmeye yüz bulamıyor olabilirler, bilmiyorum o kadarını. Ama ambalaj sizin ana işiniz. Internet sayfanızı inceledim, bayağı da kocaman tesislere sahipsiniz. Şu konuya bir el atın ve lütfen çözün artık. Gözüme uyku girmiyor, sabahın altısında mektup yazıyorum size yahu!

Saygılarımla,

Selim Işık

29 Haziran 2009 Pazartesi

Tehlikeli Oyunlar'ı Tiyatroya Taşıyan Seyyar Sahne'nin Değerli Oyuncusu Erdem Şenocak'a

Erdem Bey,

Selim Işık nickiyle Günlerin Selinde Akıp Giden Bir Işık Selinin Peşindeki Özben adlı blogu yazan biriyim. Oğuz Atay 2000 yılından beri büyük bir tutkuyla sevdiğim bir yazar. Tehlikeli Oyunlar’ı sizin oyunu izlemeden 10 gün önce ikinci kez okumuştum. Tehlikeli Oyunlar’a kafa yorup alt metinleri anlamaya çalıştığım bir dönemde tesadüfen sizin romanı tehlikeli bir biçimde oyunlaştırdığınızı gördüm. Tarih 25.06.2009’du. Ertesi güne hemen kitabı okumamış bir arkadaşımla bilet aldım ve ne yapmışlar acaba diye merakla geldim. Genelde tek kişilik oyunlarda mırıl mırıl konuşmalar çok olur ve arkalardaysanız duymazsanız bazı konuşmaları. O nedenle önlerden izlemek istedim. Tesadüfen yanınıza oturmuşum. Bana döndünüz ve burası güzel bir yer ama açısı biraz ters oyun açısından dediniz. Ben de size dedim ki, açı falan çok önemli değil, söyleneleri duyayım yeter dedim. Siz de tamam o zaman dediniz, ama iki dakika sonra bizi oradan kaldırdılar. Sonra baktım sahneye siz çıktınız.

Gülmeye başladım kendi kendime. Adamlar sekiz ay romana görsellik katalım diye kafa patlatmışlar, ben açı filan önemli değil, söylenenleri duyayım yeter diyorum ki, o sırada iki tane salıncak, bir tane adamla ne açısı abi diyordum içimden.

Oyun başladı. Hikmet’in gördüğü kabus ile, tam tahmin ettiğim gibiydi. Ben asıl Nurhayat Hanım’ı Hüsamettin Albay’ımı tüm o kalabalığı nasıl canlandıracağınızı merak ediyordum. Kimi zaman parmaklarınızla, kimi zaman ayak parmaklarınızla tüm o kalabalığı gayet güzel canlandırdınız. İlk bölüm sona ererken en çok takdir ettiğim şey, yaklaşık 150 sayfalık bir bölümü neredeyse hiç eksiksiz anlatmanızdı. Merak ettim bu kadar hızlı konuşulan bir oyunu romanı bilmeyen bir izleyici takip edebilir mi? Romanı okumayan arkadaşıma sordum, gayet güzel takip edebildiğini söyledi. Oysa ben bile çok zorlanmıştım. Sizin haliniz ise inanmakta güçlük çektiğim bir enerjinin dışavurumunun ardından biraz perişandı. Hikmet ile birlikte siz de tükeniyordunuz sahnede. Nasıl devam edecektiniz ikinci perdeye merak ediyordum.

Çıktınız ve Austerlitz savaşıyla başladınız, enerjiniz düşmemişti. Şarj mı ediyorlardı acaba sizi. Fransız ihtilali, ardından Hikmet’in Sevgi’nin evine gidişi. Çok yorgundunuz artık Hikmet gibi, albayım diyordunuz ben artık daha fazla devam edemeyeceğim oyunlara. Son yemekten sonra da sahnede Hikmet gibi tükendiniz.

Elbette oyunda eleştirilecek çok şey vardı. Romandan pek çok önemli metni oyun dışında tutmuştunuz ikinci bölümde. Alt metinlere çok az girebildiniz. Hikmet’in adı neden Hikmet’ti (wisdom) Bilge neden Bilge’ydi (sage), Sevgi’nin (love) fonksiyonu ne idi? Sonundaki İsa göndermeleri nereden çıkmıştı. Buna benzer alt metinler eksik kaldı ama bence yine de mükemmele yakın bir iş çıkarmıştınız.

Oyundan çıktıntan sonra arkamda bir kız ile bir oğlan oyun hakkında konuşuyordu. Oğlan ben çok birşey anlamadım bu oyundan dedi, kız ise anlamayacak ne var, sonunda esas oğlan ölüyor diye cevapladı. O kadarını ben de anladım dedi oğlan.

Sizi tebrik ediyorum, bu delice işe giriştiğiniz için. Dediğim gibi oyunda eleştirilecek çok fazla şey bulunabilir ama sizden daha iyisini yapacak başka bir deli bulunmaz diye düşünüyorum. Ezberlediğiniz tiyatro tekstinin en az 200 kitap sayfası olduğunu tahmin ediyorum ki sadece ezber kısmı bile delice. Salıncakları kullanışınız, el ve ayak parmaklarınızı kullanışınız, sesinizi kullanışınız, türkü söyleyişiniz gerçekten çok çok başarılıydı.

Saygılarımla,

Selim Işık

Hikmet Ne İster

“En büyük hatan, cevabı bulmada başarısız olman değildi. Yanlış soru sorarsan doğru cevabı bulamazsın. Doğru soru, "Woojin beni neden esir aldı?" değil "Beni neden serbest bıraktı?" olmalıydı. Bir kez daha sormak gerekirsei neden Woojin, Dae Su'yu 15 yıl sonra serbest bıraktı?” (Oldboy filminden bir replik)

Anlamaya çalıştığım şey Oğuz Atay’ın bu romanın alt metinde ne anlatmak istediğiydi. Fakat bunu böyle sorunca parçalar bir türlü yerine oturmuyordu. Oldboy imdada yetişti. Yanlış sorular soruyordum. Hikmet’in, Sevgi’nin, Bilge’nin ne istediğini anlamalıydım önce. Öyle ya Hikmet ne isterdi de, gecekonduya çekildi.

Hikmet’in kelime anlamına dönelim önce biraz. Hikmet öğrenme ve öğrendiğini uygulayabilme kapasitesi demiştik iki yazı önce. Biraz etimolojik araştırma yaptığımızda ise ilginç sonuçlar çıkıyor karşımıza. HKM kelime köküne sahip kelimeler gerçekten enteresan: “Ahkam, hakem, hakim, hüküm, hükümdar, hükümet, hükümran, istihkam, mahkeme, mahkum, muhakeme, müstahkem, tahakküm, tahkim, hekim”

Hikmet çevresindeki hayata ve dünyaya hükmetmek ister, hakim olmak ister, ahkam kesmek, hüküm vermek ister. Heşeyi kontrolünün altına almak ister. İstediği kadını almak ister, istediği hayatı yaşamak ister. Sürpriz olmasın ister. Kendisine ilgi gösterilsin ister. Sevilmek ister. Kendisine muhtaç olsun insanlar ister. Başrol ister, Hamlet olmak ister, kurtarıcı olmak ister, İsa olmak ister, değiştirmek ister, Fransız İhtilali yapmak ister.

Hikmet başrolü iki türlü elde edebilir. “Tozlu ülkemizin yollarında Sevgi ile iki kişilik bir ülke kurarak” o ülkenin kralı olabilir ya da dışa açılarak, çok çalışarak, yaşamın yasalarını iyice anlayarak, kısaca bilgeleşerek, dünyanın kralı olabilir.

Hikmet önce Sevgi’yi dener. İçe dönmek ister. Ülkemizin sorunlarından kurtulmak ister, kitapları okumayı bırakır. Sürekli üşüyen Sevgi’nin, beceriksiz Sevgi’nin ihtiyaç duyduğu Hikmet’i yeterli bulmaya çalışır. İhtiraslarından arınmaya, izole bir yaşam sürmeye çalışır. Sonunda ne yazık ki, çok sıkılır. Sevgi’yi idare etmek yetmez Hikmet’e. Beklediği ilgiyi ne Sevgi’den, ne dış dünyadan bulabilir Hikmet. Bu iki kişilik ülkeyi kimse tanımaz, kimse bu iki kişilik ülkeye büyük elçi atamaz.

Yavaş yavaş Hikmet dış dünyaya açılır, önce arkadaşların gelmeye başlar eve. Sevgi içeride uyuyordur. Hikmet arkadaşlarıyla dünyayı kurtarıyordur. Herkese kendisinin ne kadar zeki, ne kadar donanımlı, ne kadar ilgi çekici biri olduğunu kanıtlamaya çalışırken, iki kişilik ülkenin yegane tebası o sırada içeride uyuyordur. Hikmet Bilge’den Sevgi’nin bilmediği bir dili, İngilizce’yi öğrenirken, Sevgi bir köşede üşümektedir. Hikmet, “hangi renklerin güzel olduğunu, hangi şarkılara duygulandığını, güzel kadının tanımını, tabloları duvara nasıl asmak gerektiğini, hangi yazarların büyük olduğunu, hangi renklerin yanyana gelebileceğini, ikinci sınıf bestecilerin kimler olduğunu, misafire pijama ile çıkılıp çıkılamayacağını, ne biçim bir evde yaşayacaklarını, duvarları nasıl boyayacaklarını, hangi gömlekle hangi kravatı takacağını, hangi devlet düzeninde yaşanabileceğini, hangi devlet düzeninin insan ruhunu öldürdüğünü, insan insanın kurdu muduru, aşkın ölümsüz olup olmadığını, dünyanın en büyük oyun yazarının kim olduğunu, Hikmet’in yatağın neresinde yatacağını, Sevgi’nin yatağın neresinde yatacağını” anlatırken de Sevgi, Hikmet’in yargılarına katılmadı. Hikmet artık iki kişilik ülkeye bile hükmedemiyordu.

Bilge ise, kolej çocuğu Fikret ile takılıyordu. Fikirlere, hükümlerden daha çok değer veriyordu Bilge. Fikirler geleceği şekillendirirken, hükümlerin kısa vadeli sonuçları oluyordu. Bilge soyutu, somuta tercih ediyordu. Matematik, somut yaşamdan daha değerliydi. Matematiği hayata uydurmaktansa, hayatı matematiğe uyduruyorlardı çoğu zaman. Hikmet o zaman hayata değil, matematiğe hükmedebiliyordu.

Sonunda Hikmet yıktı dünyasını, gecekonduya çekildi. Aklında bir dünya kurdu, o dünyaya ilişkin oyunlar yazdı. Rolleri istediği gibi dağıtıyor, gerçekleri dilediği gibi çarpıtabiliyordu. Kimin başına ne gelecek, hangi savaşı kim kazanacak, hangi deliler ihtilal yapacak hep o karar veriyordu. Bilge gel diyordu, Bilge geliyordu, Bilge otur diyordu, Bilge oturuyordu. Bilge seviş benimle diyordu, Bilge sevişiyordu. Herşey kontrolü altındaydı aklının dünyasında. Hükümet gibi adamdı Hikmet. Hüsamettin Albay soruyordu, “senin gerçekçiliğin nerede kaldı Hikmet?” Cevap açıktı, “çok gerilerde kalmıştı” Hikmet’in gerçekçiliği.

Hikmet, ansiklopedi yazıyor, Hikmet, Fransız İhtilali yapıyor, Hikmet kral Mesih oluyor, dünyayı kurtarıyoırdu aklında. Oysa tıpkı İsa gibi onun da krallığı bu dünyada değildi. Aklının dünyasındaydı Hikmet’in krallığı. Son yemeği tertipleyip, kendini çarmıha germesi bundandı. Tıpkı İsa gibi o da kaçabilirdi, kendini kurtarabilirdi. Havarilerden birinin kendisine ianet edeceğini bildiği halde önlem almayan İsa gibi, Hikmet de sonunu bile bile bu yola girmişti. İsa’nın gerçeği kendisini çarmıha geren Yahudiler’in gerçeğinden ne kadar farklıydıysa, Hikmet’in gerçeği de Sevgi’ninkinden, Bilge’ninkinden o kadar farklıydı. Hikmet’in hayatla görülecek hesabı vardı, hayatın karşısında ölümü oynatmak isterdi. Ölümle oynamak isterdi Hikmet, ama kadınlar bırakmıyordu.

Sonunda Hikmet, hayatı da, kadınları da, aklını da bıraktı. Tehlikeli oyunlardı oynadığı, sonunda ölüm vardı.

19 Haziran 2009 Cuma

Hikmet’in Sevgi’si

Öncelikle Tehlikeli Oyunlar’ı dün gece bitirdiğimi söyleyeyim. İlk okumamın ne kadar dandik bir okuma olduğunu da görme fırsatım oldu. İlk bölümü okuduktan sonra yazdığım yazıyı da şimdi hiç beğenmiyorum. Oysa yazarken iyi gibi gelmişti. İkinci bölümde Sevgi’nin hayatı detaylıca anlatılıyormuş. Erken ötmüşüm, kesin başımı. Aşağıda Sevgi’nin hayatını özetledim. Yorumsuz alıntı yazmayı sevmem aslında, ama Oğuz Atay’ın cümleleri o kadar şahane ki, yoruma yer bırakmıyor. İnşallah kitabın bütünü hakkında yazmayı hayal ettiğim kadar iyi bir yazı yazabilirim. Bu arada kitabın muhteşem olduğunu, okumayanların mutlaka okuması gerektiğini de bir kez daha ifadeetmek isterim. Şimdi buyrun size Oğuz Atay’ın Sevgi’si (Love).

Sevgi “ufak tefek solgun yüzlü Leyla Nezihi Hanım ile daha genç yaşta saçları iyice dökülmüş olan esmer ve iriyarı Süleyman Turgut Bey gibi Fransızca-Almanca, romantik-realist, taşralı-büyük şehirli, hastalıklı-sağlam, çekingen-atılgan, muğlak-kat’i gibi bir çok bakımdan zıt kutupları temsil eden” (1) bir anne babanın kızıydı. Kısa sürede izdivaçlarının ilk büyüsü sona ermiş ve Süleyman Turgut Bey, becerikszliği ve büyük şehirli tavırları yüzünden karızına tarizlere başlamıştı ama, Leyla Nezihi Hanım, almış olduğu terbiye sebebiyle bu vaziyeti kimselere anlatmıyordu. Sevgi bir yaşındaydı.” (2) Oturdukları tek katlı evin “daha henüz temelleri, atılırken getirilen mermerlerin Bergama tipi sütunlarda işe yaramayacağı anlaşılınca, bütün ev, salonlar ve odalar dahil, beyaz mermerle kaplanmıştı. Evin muhtelif yerlerinde büyük kömür sobaları yakılmakla birlikte, bu mermerler yüzünden taşranın kışı evde bütün soğukluğuyla hissediliyordu. Leyla Nezihi hanım daima üşüyordu.” (3) “Karakterinde zamanla müsbet bir inkişaf kaydedemeyen bütün evli erkekler gibi Süleyman Turgut Bey’in de şahsiyetinin tek renkli tarafı cimriliği olmaya başlayınca sobaların sayısı azaldı. Leyla hanım da bu yüksek tavanlı ve beyaz mermerli evde, omuzlarına daha çok sayıda şallar örterek, babasının evinden getirmiş olduğu Avrupa malı battaniyeyi bütün kış müddetince sarınarak, elinden düşürmediği Fransızca romanlar arasında gittikçe küçüldü. Sevgi beş yaşına basmıştı.” (4) “Sevgi babasından ciddiyeti annesinden de üşümesini aldı.” (5) “Sevgi soğuk mermer denizinin ortasındaki koltuğunda annesinden Fransızca öğrendi ve babası onu, ilk mektebi bitirince, İngilizce’yi iyi öğrettiği söylenen yabancı bir okula yazdırdı. Sevgi itiraz etmedi. Yalnız, mektebe başlamadan iki gün önce, gece yatağına yatarken, annesinin babasından daha çok yaşaması için yarısı Fransızca bir dua okudu. Piyano dersinden de fazla masraf olduğu esbabı mucibesiyle vazgeçildiği gün gene sesini çıkarmadı. Piyanonun üzerindeki ellerine bakarak bir süre düşündü. Ellerini ve ayaklarını çirkin buldu; erkeklerini onu beğenmeyeceğini, hiçbir zaman evlenemeyeceğini düşündü. Odasına gitti ve yatağının altında sakladığı ruju, renkszi dudaklarına ilk defa sürdü. Oniki yaşındaydı. Babasından ilk tokadı, aynada kıravatını bağlayan bir Süleyman Turgut Bey’i seyrederken yedi. Süleyman Turgut Bey, gece dolaşmalarından birine, sokak dişilerinden biriyle buluşmak için çıkmak üzereydi; kızının gözlerinde, babasının nereye gittiğini bilen, mahzun ve küçümsemeye kararlı bir ifade gördü aynadan. Süslenişiyle, kokular sürünüp ipek gömlekler giymesiyle alay edildiğini, durgun ve donuk bir istihza ile karşılandığını sezdi. Üşüyen yaratıkların soğuk istihzası. Annesinin gözleri. Sobaları kaldırtarak bizi üşüten bir cimrinin, sokak kadınlarına para yedireceğine inanmıyorum gözleri. Sen ciddi görünüşlü, gülünç bir çapkınsın gözleri. Aynadan kızına baktı: Dizkapaklarını örten kalın, çirkin çoraplar giymiş; kalın ayakkabılar. Erkeğe benziyor. Annesinin elbisesinden bozma, bol ebtari. Sizin şıklığınızla alay ediyorum baba kılığı. Birden elini kaldırdı Süleyman Turgut Bey. Boşuna atılmış bir tokat. Gözler, aynı gözler. Sevgi ağlamadı. Süleyman Bey, bir türlü yapılamayan şöminesinin, saçsız başının, Almanca’yı üç senede unutmasının ve daha bir sürü gülünçlüğünün şuurunu yaşadı bu gözlerde.” (6) Sevgi, “Çok üşüdüğü için ve güzel olmadığı için ve daima o sırada söylenecek sözü hemen bulup söyleyemediği için kendinden de zaman zaman nefret etti.” (7) “Sevgi, sobanın yanına oturur ve anlamakta güçlük çektiği matematik ya da fizik kitabına dalgın gözlerle bakardı.” (8) Babasına göre, “matematik öğretilemezdi, bu bir kabiliyet meselesiydi.” (9) “Sevgi, hemen cevap veremezdi; düşünürdü. Kendisinden ne istendiğini anlamak için, karşısındakinin gözlerine bakardı. Acele kararların uğursuzluğuna inanışı; ıstırap, acı, sefalet gibi uzakta belirsiz duran ve insan acele etmedikçe orada sadece birer kelime olarak bekleyen kavramlara karşı ürkekliği; üşümek gibi vücudunu kaçınamadığı felaketlerin belki de düşünceyle ilgili bir taklihsizlik olduğunu hissetmesi onu tutuk, bekleyici ve her dinlediği sözün üzerinde sanki uzun uzun düşünen bir insan yapmıştı. Oysa, pek düşünemezdi. Derinliklerinde bir yerde, beklemesini bilirse bütün tuzakların ortaya çıkacağını ve kötü insanların konuşarak sonunda kendilerini ele vereceklerini hissederdi.” (10) “Kendilerine yazık edenler, zamanın herşeyi nasıl halledeceğini bilemeyenlerdi.” (11)

Anlatımı ne kadar değişti Oğuz Atay’ın iş Sevgi’ye gelince, kitabın bütün bir ikinci bölümü boyunca klasik bir roman üslubuna geçiverdi. Sevgi mutsuz bir çocukluk geçirmişti. Yaşadıkları sonunda maddiyatçılığı geri planda tutup maneviyata yönelmişti. Başına gelenleri değiştirmekten çok katlanmayı seçiyordu. Pasifti. Onaltı yaşında Sevgi’nin annesiyle babası ayrıldı. yıllarca önce bir yolculuk sırasında adresini almış olduğu babasının mektepten arkadaşı, şişman, gür beyaz saçlı, Selim Bey evlerini ziyaret etti. Süleyman Turgut Bey evde yoktu. Leyla Nezihi Hanım boşandıktan sonra ziyaretlerine gelen ilk ve tek kişiydi Selim Bey. O da yalnızdı. “Neden yaşıyoruz sanki biz diye soruyordu Selim Bey. Kısa zamanda samimi olmuşlardı.” (12) “Ne iyi oldu da şu ihtiyar günlerimde birlikte sıkılacak dostlara rastladım”(13) diyen 50 yaşındaki Selim Bey’in karısı beş yıl önce ölmüştü. Selim Bey’in karısı bir zamanlar başka bir erkekle kaçmış, bir sene sonra eve dönmüş ve herşey ama herşey eskisi gibi olmuştu. Selim Bey karısına kendisinden ayrı geçirdiği yıl hakkında hiçbirşey sormamıştı. O yaz Sevgi ile Leyla Nezihi Hanım mermer döşeli soğuk evden Selim Bey’in karısı için titizlikle döşediği büyük şehirdeki deniz kenarındaki evine gittiler. Selim Bey’in evinde “her biri kendi kafasındaki dünyayı yaşadığı halde, hep birlikte oldukları için, aynı nedenle duygulandıklarını, aynı şeylere güldüklerini sanıyorlardı.” (14) “Sevgi, belirsiz fakat güzel şeyler beklediğini sanıyordu; durgun yaşantısını düzenli ve aklı başında bir hayat olarak yorumluyordu. Aslında meseleler basitti. Onları karıştıran insan ihtirasıydı. İhtiras kelimesini düşündü Sevgi bir süre. Hayır düşünmedi: Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim Bey gibi bir insanın bile onu yüzüstü bırakan bir kadın için gece yarılarına kadar kan ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları, kanapeleri, dolapları masaları eve taşımasıydı; bir gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı; sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras, Sevgi’den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Bey’in yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar yazılabilirdi, birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. Olağanüstü gibi bir kelimenin hırpalamayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa, ihtiras, insanın başkalarında koltuğunda oturuken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı.” (15) “Yaz ortasında annesi birden hastalandığı için dönmek zorunda kaldılar. Doktorlar hastalığı pek anlayamadılar.” (16) Annesinin hastalığı sırasında hastane koridolarındaki “koşuşmalar sırasında Sevgi’nin bilime karşı duyduğu düşmanca korku, yerini inançsızlığa bıraktı.” (17) “Fakat hiçbir zaman beylik bir hastayakını olmadı: Peşinden koştuğu beyazgömleklilere ne körü körüne bağlandı; ne de onları amansızca eleştirdi. Elbette öğle vakti yemek yiyecekler, elbette sabah sekizde benim gibi gelemezler, elbette bana farklı davranmayacaklar; onlar da insan. Onlar da insan. (Sevgi’nin gözünde onlar hiçbir zaman dalailama olamadılar)” (18) “Leyla Hanım muayene olurken, bir yerindeki sıkıntısından söz edince, bilim böyle bir rahatsızlığın olamayacağını bildirerek hasta kadını susturursa Selim Bey de hemen bilime katılıyordu: Sıkıntılarını sen bilimden daha mı iyi bileceksin diye paylıyordu Leyla Nezihi Hanım’ı. Bir çok dert de, ne yazık, bilimin istediği tanımların içine sığmıyordu. İnsanın bilimdışı ne kadar çok hastalığı vardı.” (19) “Sevgi günün birinde, bilimle alışverişini bütünüyle kesti: İlaçlardan büyük bir kısmını ortadan kaldırdı, koridorlarda koşuşmaktan vazgeçti. Bu ilaçlar daha kötü etkiliyordu annesini; karşı konulması imkansız bir kadere boşuna isyan ediliyordu. Selim Bey’in itirazlarına da aldırmadı: Bir zamanlar Nazım bey’in bile korktuğu Sevgi olmuştu artık. Evin mutlak hakimiydi; Selim Bey de çekiniyordu ondan. Leyla hanım da esikisi kadar şikayet edemiyordu. Hastalık, sözü edilmesi yasak bşir günah olmuştu. Bazı şeyleri bizden iyi bilen yüksek kuvvetler vardı. Istırap, hastalık, ölüm gibi, insan kaderine hükmeden büyük kavramları, günlük yaşantı içinde olur olmaz kullanmanın cezası çekiliyordu: İşte ölüm, işte hastalık, işte ıstırap deniyordu insana. Bu onsekiz yaşında, bu küçük, bu güçsüz kız, gizli bir kuvvetin yeryüzü temsilcisi gibi titretiyordu çevresini: Yakın akrabalar, onun korkusundan ziyaretlerini kısa kesiyorlardı. Leyla hanım bileyatağının ucuna ilişenlerle alçak sesle konuşuyor, Sevgi’nin kızma ihtimali olan olan sözleri, kız odadan çıktıktan sonra söyleyebiliyordu. Herkes, Sevgi’nin gözlerine baktıkça, Leyla Hanım’ın eriyip gitmesinden kendini sorumlu tutyordu. Bir iki yıldır görmedikleri yakınları, kapıyı çaldıkları zaman Sevgi’nin acı gülümsemesi ile karşılaşıyorlardı: Şimdiye keadar neredeydiler? Bu dünyada anne-baba-çocuklar üçlüsünün dışında kala her topluluk, insan ilgisinin (sebebi ne olursa olsun) dışında mı kalmalıyıd? Evet, kalmalıydı, Sevgi annesinin yatağını yanına getirmiş olduğu koltuğa büzülüp şalına sarınıp sabahlarken, bütün bunları düşündü; sonunda insanları, karıncalar gibi kalabalık ve nereye koşuştuğunu bilmeden çarpışıp duran önemsiz varlıklara benzetti. Her gün onları annesinin yatağından kapının önüne süpürmekten usanmaya başlamıştı.” (20) Annesi kısa bir süre sonra öldü Sevgi’nin. “Zamanından önce öksüz kalmanın da, boşanmak ve evini terketmek ve başka birine aşık olmak gibi yersiz bir durum olduğu belliydi. Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro ile bulunmak gerekiyordu: Anne, baba, hatta kardeşler, ve hatta minimum sayıda akrabalar.” (21) Sonunda Sevgi defterine “Burada doğdum. Çok büyümedim. Bir ay önce annem öldü. Onu severdim. Bana benzerdi. Bazı haksızlıklar oldu. On sekiz yaşındayım. Daha liseyi bitirmedim. İyi bir öğrenci değilim. Annemi burada bırakıyoruz. Yalnız kaldım. Uzun yazmayı sevmiyorum. Kadınca bazı dertlerim var. Utanıyorum. Annem gibi ölmüş olmayı isterdim. Fakat, annem gibi genç yaşta ölmekten de korkuyorum. Beni anlayacak biri çıkar mı acaba?” (22) yazacaktı.

Sevgi annesi için iyi dileklerde bulunarak “türbeleri kiliseleri mum yakarak dolaşırken” (23) Nursel Hanım ile karşılaştı. Nursel Hanım, ressam kocasını yitirince, “günlerce bir sandalyenin üzerinde oturmuş ve karanlık düşüncelere dalmıştı. Ölmek istiyordu; yani bir kolaylık peşindeydi, her şeyden birdenbire kurtulmak istiyordu. Oysa Nursel Hanım’ın ölümü, budünyadan kocasının varlığının bütünüyle silinmesi demekti. Sonra Nursel Hanım’ı bu durumda-sandalyenin üstünde karanlık bir durumda- gören bazı arkadaşları- kocasının arkadaşları- ona bu dünyaada daha işinin bitmediğini anlatmışlardı. Bunlardan biri piyano dersi vermeye başlamıştı Nursel Hanım’a. Acısını unutturmak için düşünmemek için, piyanodan başını kaldırmıyordu. Ne kadar ilerlemiş olmalıydı ki, kısa bir süre sonra tanınmış bir baritonla biraz müzik yaptıkları zaman bu meşhur şarkıcı hayran kalmıştı Nursel Hanım’a. Dul kadının ayrıca iyi sesi olduğuna da karar verilmişti. Sonra iyi resim yaptığına da karar verdiler. Hep başklaraının yargılarıydı bunlar. Seramik yapabileceğine de, başkaları karar vermişti. Yabancı dilini biraz daha ilerletirse, çok güzel tercümeler yapabileceğine de karar verilmişti. (Hatta buna Nursel Hanım bile inanamamıştı önceleri).” (24) Sonuçta “onlar karar veriyordu, Nursel Hanım çalışıyordu.” (25) “Sevgi çekinerek ben ne yapabilirim diye sordu. Liseyi çok zor bitirdim doğrusu. Ben hiçbirşey beceremem. Dul kadın heyecanla itiraz etti: Sen bilemezsin bunu. İnsan kendini anlayamaz böyle işlerde.” (26) Böylece “Sevgi de bir sanat-edebiyat-müzik-metafizik-büyü-felsefe seline kapıldı; daha doğrusu elinden geldiği kadar bu akışı kıyıdan izledi.” (27) “Sevgi bu ortamı sevmedi; dışarıya karşı sarsılmaz bir birlik gibi görünen bu topluluğun, kendi içinde yakışık almaz çekişmelere düştüğünü söyledi Nursel Hanım’a. Birçok tanınmış, başka tanınmışların eserlerini, en uygunsuz yerlerde ve en uygunsuz organlarıyla bilee yapacaklarını söyleyerek övünüyorlardı. Her birine göre bir başkası sanat hayatının sonuna gelmişti. Özel yaşantılarda da uygunsuzluklar görüyordu Sevgi. Evliliklerde biraz aşırı sayıda transferler oluyordu; sonunda yanılıp ilk karısıyla evlenen bile vardı.” (28) Sevgi Nursel Hanım’ın bir felsefe öğrencisi ile beraber olduğunu duyduğunda, Nursel hanım ile iki hafta görüşmedi. Nursel Hanım gelip felsefe öğrencisinin onu ne kadar kırdığını anlatınca bir de üstüne üstlük felsefecinin Sevgi’ye attığı iftiradan bahsedince (Güya felsefeci Sevgi ile yatmıştı.), Sevgi Nursel Hanım’a yardım etti, Nursel Hanım’ın küçük evini pek çok şeyi atarak ya da satarak düzene koydular. “Sevgi’nin her çeşit kalabalıktan başı ağrıyordu; insan kalabalığı kadar eşya kalabalığı da onu yoruyordu.” (29) “Sevgi bir süre sonra Selim Amca ile oturmanın güçlüklerini farketti. Sessiz dünyası, ihtiyar adamın canını sıkıyordu galiba. Ergun da amcasının bu yabancı kıza miras bırakmasından endişelenerek, Sevgi’ye karşı düzenler kurmaya hazırlanıyordu. Bir akşam üzeri, Selim Bey’le yaptığı küçük bir tartışmadan sonra Sevgi, bir iki parçadan ibaret olan giyim eşyasını topladı ve kimseye veda etmeden çıkıp gitti.” (30) “Sevgi dul kadının evine yerleşti. Hayatta başka hiç kimsesi kalmamıştı, hiçbirşeyi yoktu. Annesi ölmüştü, babası ölmüştü, bir iki parça eşyasını da Selim Bey’de bırakmıştı; başka bir akrabası ya da varlığı zaten yoktu. Çok kitap da okumamıştı; sadece Nursel Hanım’la birlikte yaaşdığı gürültülü hayat sırasında bazı kitaplardan bahsedildiğini duymuştu. Bahsedenler de genellikle bunları başkalarından duymuş oldukları için, kitaplar hakkında da fazal bilgi edinememişti. Ev kadınlığını da öğrenememişti; erkekleri çekecek hayat kadınlığından da uzaktı. Bazı haksızlıklara uğramıştı; başka söylenecek hiçbirşey yoktu. Solgun yüzüne bakan erkekler, orada dinlendirici bir manzara bulurlardı. Bir gece çok sarhoş bir ressam yanındakine, bu kızla evlenmeli azizim, demişti, insan senatoryuma girmiş gibi olur.” (31) “Sevgi, uzun bir kış uykusuna yatmış gibiydi; uzun boylu bir kahramanın kendisini öperek uyandırmasını bekliyordu. Bir genç kızın yaşamak isteyeceği rüyaların kötü sonlarını gördükçe ümitsizliğe düşüyordu Sevgi: Babası, masum da olsa, düznsiz yaşayışı yüzünden eriyip gitmişti; annesi, rahat bir ömür sürdürmek gibi zararsız bir hayal uğruna, sevmediği bir insana yıllarca katlanmıştı; Nursel Hanım bütün insanlığı kucaklamak isterken, neredeyse bu dünyanın altında eziliyordu. Sevgi’nin beklediği uzun boylu prensin işi oldukça zordu; ona bütün dünyanın nimetlerini, bütün insanlarından kaçırarak vermek zorundaydı. İnsanlığın bu iki sevgiliye anlayışla davranması gerekiyordu: Herkesin hediyesini onların önüne bıraktıktan sonra iki adım geri çekilmesi ve saygılı bir selam vererek kaybolup gitmesi şarttı. Onları görmeye gelen bir insan, fazla heyecanlanmadan, vazgeçilmez bir yakınlık duymadan çekilip gitmeliydi. (Hiç bir su sonuna kadar içilmeyecek, hiç bir sofrada yemeğin sonuna kadar oturulmayacaktı.) Herkesin kendi evinde, kendi dünyası kurulmalıydı. Ancak kendi dünyasını kuramayanlar, başkalarının evlerine koşarlardı. Milyonlarca krallık kurulmalıydı: Aralarında yalnız diplomatik ilişkiler bulunan milyonlarca bağımsız ülke.” (32) Sevgi tam bunları düşünürken Hikmet ile tanıştı. Çok kısa sürede evlenmeye karar verdiler. “İkisi de daha önce toplumun bir kenarına itilmişti. İkisi de küçümsenmişti. Herkesi yargılayan ve kimseyi beğenmeyen Sevgi’ye, şimdiye kadar sahip çıkan olmamıştı. Herkese akıl öğreten Hikmet, bir türlü üniversiteyi bitirememişti.” (33) “Hikmet belki de kendini beceriksiz ve başarısız buluduğu için, Sevgi’yi herkese beğendirmek zorunda olduğunu sanıyordu.” (34) “Bu gösteri pek başarılı olmadı: Mesela Naciye Teyze ile Asuman güzel bulmadılar Sevgi’yi. Hikmet pekala Asuman’la evlenebilirdi dendi (arkalarından). Hikmet’in arkadaşları da, şimdiye kadar bu çocuğa neden doğru dürüst birini bulamadık diye üzüldüler.” (35) Evliliklerinin ilk zamanlarında “iyileşmekte olan iki hastaya benziyorlardı. Dumrul onların bu durumunu – özellikle Hikmet’inkini – geçici bir iyileşme sayıyordu. Dumrul’a göre hastalık, Hikmet’in kafasında – belki de beyninin kıvrımları arasında – geçici ve sinsi bir uykuya yatmıştı.” (36) “Sevgi’yle Hikmet’in evi kısa bir süre sonra gördüğü ilgiyi kaybetti. İnsan bu evde, bir sahne sonra ne olacağını merak etmiyordu; sürekli olarak yeni heyecanlar beslenmiyordu, hep havada kalıyordu. Evlerindeki koltuk sayısı da bir türlü ikiye çıkmıyordu; oysa artık bir akrabalarının olması için gerekli zaman geçmişti. Böyle bir ortamda marşın basmaması, yolda giderken arabanın ses yapması, direksiyonda boşluk olması, radyatörün su kaynatması, arabanın çabuk hararet yapması, kapı kollarının bozulması, küçücük bir parçaya dünya kadar para verilmesi, park yerlerinin yetersizliği, parçacılarda ön cam satılmaması, iki lastiği birden patlaması, yeni arabaların pahalı oluşu, koltukların yeni yüz istemesi gibi son derece elle tutulur gerçekler, birer soyut kavram durumuna düşüyordu. İnsan neredeyse bunları konuşmaktan utanacak gibi oluyordu. Bu evde dedikodu da yapılamıyordu; Sevgi’nin böyle konuşmalardan başı ağrıyordu. İnsan da her zaman Sevgi’nin verdiği öğütleri dinlemekten sıkılıyordu doğrusu. Ve işte o zaman evin boşluğu ve heyecansızlığı, yani yükselip alçalmaların yokluğu göze çarpıyordu. Bu evde oturacak yer sayısı bir arabadakinden azdı. Belki bu evde bir kokteyl parti verilebilirdi; ona da bardak ve tabal yetişmezdi. Onları partilere çağırmak da yararlı olmuyordu: Kim diye takdim edeceklerdi Sevgi’yle Hikmet’i? Kimse de onlar gittikten sonra kimdi bu sevimli çift diye sormuyordu.” (37) “Sinemalara gittiler sıcak yaz günlerinde: Sevgi uyudu, Hikmet terledi. Geceleri, abajursuz ve avizesiz ve çıplak elektriklerin altında, konuşmadan uyku vakitlerini beklediler. Hikmet gittikçe artan bir isteksizlikle neyin var karıcığım diye sordu. Sevgi de gittikçe artan bir halsizlikle hiç diye karşılık verdi.” (38) “Hikmet’e babasından biraz para kalmıştı; nedense bu parayı saklamak istiyordu. Sevgi’nin sözlerine başını sallarken, bu parayla çalışmadan nasıl yaşanabileceğini kuruyordu kafasında: Bir evde en ucuz kaça oturulabilirdi? Bir günlük yiyecek kaç para tutardı? Sevgi de işyeri olarak kullanacakları binayı tarif ediyordu: O gün çok elverişli bir han görmüştü; tam istedikleri gibi. Tam kaça çıkar böyle bir yaşantı diye aklından geçiriyordu Hikmet.” (39) Bir kavga sonrası Hikmet Sevgi’nin küçük defterine yalnızlık balıklı bir yazı yazdı: “İkimiz de bu dünyanın insanı değildik. İyi kötü bir şeyler yapmaya çalıştık. Ben suçluyum: Sevgi’den farklı olduğumu gizledim. Gene de bizi yargılayanlara karşıyım. Ne yazık ki, sonunda onlar haklı çıktılar. Onlara göstermeliydim. Fakat anlatması çok zor: Benim becerebileceğim bir iş değil. Neler söyleyeceklerini duyar gibi oluyorum; duymak istemiyorum. Bir fırsat daha kaçırdık. Sevgi kendisini ve olanları hiç anlamayacak. Ben bir şeyler yapabilseydim. Başım ağrıyor, yorgunum. Boşu boşuna denecek, boşu boşuna. İşte buna dayanamıyorum.” (40)

(1) Tehlikeli Oyunlar sf. 168
(2) Tehlikeli Oyunlar sf. 168
(3) Tehlikeli Oyunlar sf. 169
(4) Tehlikeli Oyunlar sf. 169
(5) Tehlikeli Oyunlar sf. 170
(6) Tehlikeli Oyunlar sf. 170-171
(7) Tehlikeli Oyunlar sf. 171
(8) Tehlikeli Oyunlar sf. 172
(9) Tehlikeli Oyunlar sf. 172
(10) Tehlikeli Oyunlar sf. 175-176
(11) Tehlikeli Oyunlar sf. 176
(12) Tehlikeli Oyunlar sf. 186
(13) Tehlikeli Oyunlar sf. 186
(14) Tehlikeli Oyunlar sf. 196
(15) Tehlikeli Oyunlar sf. 196-197
(16) Tehlikeli Oyunlar sf. 197
(17) Tehlikeli Oyunlar sf. 200
(18) Tehlikeli Oyunlar sf. 201
(19) Tehlikeli Oyunlar sf. 201
(20) Tehlikeli Oyunlar sf. 202-203
(21) Tehlikeli Oyunlar sf. 204
(22) Tehlikeli Oyunlar sf. 211
(23) Tehlikeli Oyunlar sf. 213
(24) Tehlikeli Oyunlar sf. 222
(25) Tehlikeli Oyunlar sf. 222
(26) Tehlikeli Oyunlar sf. 223
(27) Tehlikeli Oyunlar sf. 224
(28) Tehlikeli Oyunlar sf. 227
(29) Tehlikeli Oyunlar sf. 229
(30) Tehlikeli Oyunlar sf. 230
(31) Tehlikeli Oyunlar sf. 230-231
(32) Tehlikeli Oyunlar sf. 231-232
(33) Tehlikeli Oyunlar sf. 236
(34) Tehlikeli Oyunlar sf. 237
(35) Tehlikeli Oyunlar sf. 238
(36) Tehlikeli Oyunlar sf. 240
(37) Tehlikeli Oyunlar sf. 242
(38) Tehlikeli Oyunlar sf. 248
(39) Tehlikeli Oyunlar sf. 251
(40) Tehlikeli Oyunlar sf. 252