25 Şubat 2011 Cuma

Çalışmak, Çalışmak Çalışmak -2

Kaldığımız yerden devam edersek, peki Oblomov neden çalışmayı anlamsızlaştırıyor, ya da ben neden “eylemsizlik, bazen yapılacak en iyi eylemdir” cümlesini kurdum?

Herşeyden önce şunu teslim etmeliyim ki; bütün bu yazdıklarım ve yazacaklarım, sefil ve tembel varoluşumu gizlemek için uydurduğum, kendimi de kandıran bir savunma mekanizmasının işlevi olabilir. Evet, bu ciddi bir ihtimaldir ve ben bunu kabul ediyorum. Bu ihtimal vuku buluyorsa, sefil ve tembel varoluşum, aslında “yüce ve çalışkan bir varoluşa” dönüşmek istiyor demektir. Dönüşemediği için ve bu sebeple ortaya çıkan bu başarısızlığı örtmek için de “yüce ve çalışkan bir varoluşun” içini boşaltmaya çalışıyordur. Peki, ama o zaman, “yüce ve çalışkan bir varoluşun” ne olduğunu, yapısını, şeklini, şemalini biliyor olmalıdır değil mi?

Ben bunu bilmiyorum. Adaşım Selim Işık gibi ben de “yüce” bir şeye tutunamıyorum. Ne yani memleketin başına Hamlet mi kesileyim? İsa mı olayım? Olmuyor işte. Hani sürekli sen okyanus içinde bir damlasın diyorlar ya, ben de işte ha bir damla eksik, ha bir damla fazla diyorum. Bir damlanın okyanusu etkileme gücüne inanmıyorum, bari damlayı kurtarayım diyorum. Onu kurtarmanın yolu da okyanusa karışmamaktan, yani var olmamaktan geçiyor sanıyorum. Olmuşu öldürecek halim de yok. Kendimce bulaşmamaya, karışmamaya çalışıyorum. Hani yeni doğmuş çocuklar günahsız oluyor ya, bunun sebebinin bu bebeklerin hiçbir eylem yapmamış olmamaları olduğunu zannediyorum. Çünkü bu “toplu yaşamın” kaotikleştirdiği hayatta bir şey yapıp da, günaha bulaşmayanın olmadığını düşünüyorum. Düşünürken, düşünürken laptop kucağımda uyumuşum.

Rüyamda, kullanıcının komutu olmadan, gözükmeden, sessiz sedasız, kendi halinde çalışan Windows programcıklarından biri, ne bileyim bir svchost.exe, bir ctfmon.exe gibi varlığını Windows’a armağan eden ve sabırla format atılacak anı bekleyen bir varlığa dönüşmüş, bu arada da “hayat Windows’a fena halde benzer” gibi güldürürken düşündüren cümleler kuruyorum. Herkes gülsün bu cümlelere istiyorum, gülerlerken de düşünsünler istiyorum. Sonra birden “ben ve benim gibiler olmadan bu Windows çalışmaz arkadaş” diye bağırmak istiyorum. Yumruğumu masaya vurmak istiyorum. Greve gitmek istiyorum. “Sıkıysa lokavt yapsınlar lan” diyorum. “Sıkı değil” diyor dayı en Tuncel Kurtiz haliyle, “baksana tel tel dökülüyor”. Dayı” diyorum, “ben sıkı olmak istiyorum.” “Ancak yeterince sıkı olanlar sıkılmazlar” diyorum. “Sıkılıyorum, demek ki yeterince sıkı değilim” diyorum. “Sıkılıyorum, öyleyse varım” diyorum. Dayı yüzüme bakıp gülüyor.

Sonra tersten düşünmeye başlıyorum, olmayana ergi yapıyorum. “Varım da ondan sıkılıyorum” diyorum, “baksana, yoklar hiç sıkılıyorlar mı?” “Yok” diyor dayı, “Yoklar hiç sıkılmıyorlar.” “Bir de ermeyene olgu metodu uydursalar” diyorum, “hep olmadıklarımıza eriyoruz, bir türlü ermediklerimize olamıyoruz.” “Konuyu sulandırma yeğen” diyor dayı, “sek ağır geliyor dayı” diyorum. “Yalan söyleme yeğen” diyor dayı, “sana çalışmak ağır geliyor.” Dayıya “sen de mi Brütüs diyen Sezar gibi bakıyorum, “yaw o da ağır geliyor, bu da” diyorum, “ağır gelmek sırayla mı?” Sırıtarak, “Hayır” diyor dayı, “Parayla. Parayı bulmak için de çalışman lazım yeğen.” “Çalışmam için ne lazım sen bana onu söyle dayııı!” diyorum, “ağır kaldırmayı bileceksin yeğeeeen” diyor dayı. “Yeğenin” diyorum saygıyla dayıya, “yeğenin kurban olsun sana dayıııı.”

“Dayı” diye seslenip, soruyorum, “sen bilirsin, nedir bu çalışmak?” “Çalışmak, yaşamaktır yeğen” diyor, “Çalışmadan yaşayamazsın, yaşamadan çalışamazsın.” “Dayııı ben de bunu söyledim geçen gün” “Ama” diye soruyor dayı, “Ama,” diyorum, “durmadan koşamazsın, koşmadan da duramazsın, o zaman durmak da koşmak mı dayıııı?” Dayı beni şöyle bir süzüyor memnuniyetsiz bir suratla, hemen oracıkta tenzil-i rütbe yapıyor bana, yeğen olan rütbemi anında kardeşe indiriyor, “Çok biliyorsan kardeş” diyor bana, “sen anlat da biz dinleyelim.”

Ikea’dan aldığım uzanma koltuğundan 8 biçiminde uyanıyorum. Televizyonda Ezel oynuyor. “Ulan ben de merak edip duruyordum neden 8, neden 8 diye; demek ki, bu Kıvanç Tatlıtuğ da Ikea’dan aldığı uzanma koltuğunda uyuya kalıp, uzun boyunu o koltuğa sığdırmaya çalışırken aldığı pozisyon gereği 8 olmuş” diye düşünerek gülümsüyorum: “Kardeş, dayı bile bilmiyor, çalışmanın ne olduğunu, o da benim gibi yaşamaktır maşamaktır diye geveleyip duruyor.”

Hemen akabinde sevindim: "Lan allahtan rüyamda dayıyı gördüm, ya Sakıp Ağa'yı görseydim!"

24 Şubat 2011 Perşembe

Çalışmak Çalışmak Çalışmak

Sakıp Sabancı’nın tuhaf vurgulamalarıyla söylediği bu sözleri duyar gibiyim. Peki ama neden “çalışmak çalışmak çalışmak”?

Bu soruya cevap verebilmek için çalışmak ne demektir onu tam olarak tanımlamak lazım.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre çalışmak “bir şeyi oluşturmak ya da ortaya çıkarmak için çabalamak, emek harcamak” demek. Yani çabalamanızın sebebi, oluşturacağınız ya da ortaya çıkaracağınız “bir şey” olacak. Zevk için, yapmadan duramayacağınız için ya da sürecin bizatihi kendisi için olmayacak. “Bir şey” için olacak. Doğrusu tuhaf bir tanım. Mesela çocuk yapmak için seks yaparsan, çalışmış olacaksın, ama prezervatif takarsan, tembellik etmiş olacaksın.

Yine Türk Dil Kurumu sözlüğünde ”çalışmak” kelimesinin ikinci anlamı, “herhangi bir iş üzerinde olmak”. Bu daha da tuhaf bir tanım bence ne yalan söyleyeyim. Üçüncü anlamı “İşi veya görevi olmak, bulunmak” Bu tanımda işin içine görev girdi ki, çok fena yapar adamı. Görevin kaynağı nedir sorusu beni yazmak istemeyeceğim yerlere götürür. Dördüncü anlamı “Makine veya aletler işe yarar durumda olmak veya işlemekte bulunmak”. Kapsamı çok dar makine veya alet olman gerekiyor tanımın kapsamına girmek için. Beşinci anlamı, “Bir şeyi yapmak için gereken çarelere başvurmak, o şeyi gerçekleştirmek için kendini zorlamak, çaba harcamak”. Birinci tanımın aynısı. Altıncı anlamı ise, “bir şeyi öğrenmek veya yapmak için emek vermek.” Birinci tanıma öğrenme amacını da eklemiş.

Sevan Nişanyan’ın etimolojik sözlüğüne göre Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lugatit Türk sözlüğünde vurmak çarpmak anlamında çalmak filli varmış. Çalışmak bu kökten vuruşmak, çarpışmak anlamında türetilmiş. Yani göçebe bir toplumda, sadece savaş ekonomisi geçerli gibi gözüküyor. Yine de demiri dövüp kılıç üreten adamın yaptığı eyleme ne deniyordu acaba diye düşünmeden edemedim. Herneyse, çok da önemli değil.

Önemli olan, eğer yalnız bireyler halinde yaşasaydık, hayatımızı sürdürmek için yapacağımız herşey, kısaca yaşamak, çalışmanın ta kendisi olacaktı. Çünkü hayatta kalmak için sürekli bir şeyler yapmamız gerekecekti. Belki de etimolojik sözlükte çalışmak fiilinin çarpışmak, vuruşmak anlamında türetilmesi; çarpışmadan vuruşmadan hayatta kalınamayacağına işaret ediyordu. Sonuçta savaşmak, uyumak, avlanmak, barınak yapmak, yemek pişirmek, hep insanın hayatta kalmak için yaptığı şeyler olacağından tamamı çalışmak kapsamına girecekti. Evet özellikle uyumak. İnsanın tarih boyunca vazgeçemediği şeylerden biri.

Peki ne oldu da çalışmak ile yaşamak birbirinden ayrı düştü de tembellik diye bir şey çıktı? Tabii ki cevap “toplu yaşam”. Çünkü toplu yaşam, bazı insanların hiçbir şey yapmadan topluluğun artıklarıyla yaşayabilmelerini mümkün kıldı. Becerikli ve “çalışkan” insanlar ihtiyaçlarından fazlasını ürettiler ve bunu önce paylaşmaya, zamanla satmaya başladılar. Yavaş yavaş, liderler, yönetimler, iş bölümleri, iş birlikleri, ölçek ekonomileri, takaslar, soylular, köleler, sömürü düzeni falan oluşmaya başladı. Toplum kompleksleştikçe bu ilişkiler de kompleksleşti. Hakkı teslim etmek de zorlaştı tabii.

Sonunda Oblomov doğdu.

Oblomov, kendisi için çalışan 300 köylüye sahip, onların ürettikleri sebebiyle yatağından çıkmadan da yaşayabilen, ilk insandan, yalnız insandan çok farklı bir insan türü. Şimdi “toplu yaşam” imkanlarıyla, bu düzeni kurup da, Oblomovluğa şaşırıp, onu kınamayı çok anlamlı görmüyorum açıkçası. Zira tarih, yapılması mümkün olan şeylerin er ya da geç bir gün yapıldığını bize defalarca gösterdi. Yatağından hiç çıkmadan yaşamanın mümkün olduğunu fark eden, bir gün yatağından hiç çıkmadan yaşamayı da başarabilir yani.

Yıllar önce kuşak çatışmasının tartışıldığı bir televizyon programında orta yaşlı bir vatandaş, bir rock grubu üyesine “saçınızı neden uzatıyorsunuz” diye sormuştu. Cevap güzeldi: “Biz uzatmıyoruz, kendiliğinden uzuyor, asıl sorulması gereken; sizin saçlarınızı neden kestirdiğiniz.” Oblomovluk da buna benziyor, “nasıl yatağından hiç çıkmadan yaşayabiliyorsun” sorusuna Oblomov, eğer Oblomov’u Stoltz’un ağzından Goncarov değil de mesela yukarda sözünü ettiğim rock grubu üyesi yazmış olsaydı; “çok basit, hiçbir şey yapmıyorum, kendiliğinden oluyor” cevabını verebilirdi.

Bana kalırsa, şaşırtıcı olan Oblomov değil, Stoltz’dur. Stoltz, Oblomov’un başında senede bir boza pişirir, “neden şunu yapmadın, neden şuraya gitmedin” diyen, sanayi toplumuna geçişin kahraman iş adamlarından bir Alman’dır. Senede bir Oblomov’u bu sefil hayatından kurtarmaya gelir, onu “kurtuluşa” zorlar, “ya şimdi ya hiç” diye tehditler savurur, Oblomov’un kanına girmeye çalışır, tüm bunları da sırf Oblomov’un temiz yüreğini sevdiği için yapar. Aynı Stoltz mekanik bir Alman olarak, Oblomov’u “kurtuluşa” götürecek toplum mühendisliği projesinin yaratıcısı ve yöneticisidir. Çocuksu bulduğu için aşık olmayı aklından bile geçirmediği genç Olga’yı Oblomov’un “kurtuluş” projesine memur eder.

Olga da genç bir mühendis hevesiyle, Oblomov’u deney faresi gibi kullanarak, kendi “mühendisliğinin” sınırlarını zorlar, tecrübesini artırır. Oblomov’un hakkındaki “soylu” endişelerini Olga pek de kaale almadan mühendisliğini sınar durur. O sırada Oblomov dul ev sahibinin ev işlerindeki kabiliyetine hayran hayran kadının güzel dirseklerini kapı aralarından dikizlemektedir. Oblomov’u bir türlü “kurtuluşa” götüremeyen Olga ve Stoltz, tencere kapak olup birbirlerine aşık olurlarken, Oblomov da dul kadınla tencere kapak oluverir. Yıllar geçtikçe, Olga ile Stoltz’un Oblomov projesindeki başarısızlıkları akıllarına geldikçe Oblomov’u “kurtuluşa” sevk edecek yeni eylemelerde bulunurlar. Fakat bu eylemler de saman alevi gibidir.

Stoltz’un 1800’lerin ikinci yarısında Oblomov’a bir türlü yaptıramadığı bu işleri, 50-60 sene sonra başka bir Alman olan Karl Marx, başka bir Rus olan Lenin’e yaptıracaktır. Çalışmanın, üretimin kutsanacağı Alman-Rus ittifakı bir süper güç olan Sovyetler Birliği’ni yaratacaktır.

Çalışmak ya da Çalışmamak, İşte Bütün Mesele Bu

Herneyse, biz tekrar asıl konumuza dönelim: “Çalışmak ya da çalışmamak, işte bütün mesele bu.”

Bu mesele, yukarılarda da belirtildiği gibi “toplu yaşam” bağlamından koparılamaz. Bireylerin “toplu yaşam” içerisinde bağımsızlıklarını sağlamaları bir şekilde engellenmiştir. Çünkü büyük resmi görebilen “ilerici” insanlar toplumu dolayısıyla, bireyleri manipule etmenin yolunu her zaman bulmuşlardır. Büyük resim; onlara, gökdelen yapmak, uçak üretmek, uzaya gitmek, piramitler inşa etmek istiyorlarsa, bunu tek başlarına yapamayacaklarını söyler durur. Alman mühendisler hemen işe koyulurlar ve insanı bir diğeriyle kolayca ikame edilebilir bir cıvata parçasına indirgeyen “megamachine” tasarlarlar. İnsan hayatını kolaylaştırdığı iddia edilen teknoloji, aslında iş hayatını etkinleştirmek dışında bir amaç gütmez. Tam otomatik çamaşır makineleri, bilgisayarlar, cep telefonları, süpersonik uçaklar sayesinde, insan “megamachine”e daha fazla hizmet etme imkanına kavuşturulur.

Hani diyorlar ya, dünya artık çok küçüldü diye, bütün evren genişlerken, dünyanın küçülmesi bana pek manidar geliyor. Dünyanın küçülmesi dedikleri şey, aslında “toplu yaşam”ın çılgınca büyümesinden başka bir şey değil.

Oblomov benim. Hayır Oblomov benim

Bir anti-kahraman olarak tasarlanan, hatta karikatürize edilen Oblomov, hiç şüphesiz Oblomovluk illetine yakalanmış insanlar kendilerinden utanç duysunlar diye yazılmıştır. O günün Rus toplumunda çok etkili olduğu da açıktır. Oysa bugün, Oblomovluk içinde yaşayan insanlar, bundan utanç duymuyorlar. Çünkü Oblomov tembelliğine bahane bulmak için çalışmayı anlamsızlaştırırken, pek de haksız değildir. Mesela ben bu blogda “eylemsizlik bazen yapılacak en iyi eylemdir” cümlesini kurmuş adamım. Oblomov’a da inanılmaz benziyorum. Benim de 300 tane köylüm olsa ve her sene bana para gönderseler, Oblomov gibi evimden hatta belki yatağımdan çıkmadan yaşayabilirim. Bundan da utanç duymuyorum. Tersine Oblomov karşısında yüceltilen Olga ile Stoltz’dan tiksiniyorum.

Bana göre Oblomov’a söylenebilecek tek şey, “kardeşim sömürdüğün köylülere ayıp olmuyor mu?” olabilir.

4 Şubat 2011 Cuma

Mısır'da Dönen Dolaplar

Çok ilginç, gerçekten çok ilginç. Blogu hiçbir zaman haberciler gibi kullanmak istemedim, ama bu hikaye gerçekten ilginç ve ben hiçbir yerde buna benzer bir şeyler okumadım.

Mısır’da internet erişimi 3 4 gündür normale döndüğünden beri, Mısır’da beraber çalıştığım, ki çoğunu işe kendim aldım, genç üniversite mezunu çocuklarla MSN’den yazışıyorum. Söyledikleri ile gazete haberlerini birleştirdiğimde çok farklı bir Mısır hikayesi oluşuyor.

Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi bu yazıştığım çocukların hepsi gösterilerin ilk günlerinde Tahrir Meydanı’na gitmiş çocuklar. Hepsinin söylediklerinin ortak noktası, Hüsnü Mubarek’in gelecek seçimde aday olmayacağını belirten açıklamasının tatmin edici olduğu ve sonrasında meydanlara kesinlikle gitmediklerini söylemeleri. Hatta şu an meydanda bulunan ve çatışan göstericilere fena halde öfke duyduklarını söylüyorlar.

Yani Mısır’daki gösterileri iki bölümde incelemek gerekiyor. Hüsnü Mubarek’in gelecek seçimde aday olmayacağını belirten açıklamasına kadarki Mısır gösterileri ve bu açıklamadan sonraki gösteriler.

Hepinizin hatırlayacağı gibi gösterilerin ilk günlerinde Müslüman Kardeşler’in ya da diğer örgütlü muhalefetin bu gösterileri yönetmediği hatta katılmadığı yazılıp çiziliyordu. Protestocular, twitter, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde kendiliğinden örgütlenmişlerdi. Hemen ilk gösterinin gecesinde Hüsnü Mubarek önce bu siteleri Mısır’a kapattı, ertesi gün gençlerin cep telefonlarıyla örgütlenip yine protestolarına devam etmelerini görünce, cep telefonlarını da tüm internet erişimini de askıya aldı.

Bunlar bir taraftan gerçekleşirken, meydanlara ciddi kalabalık çıktığını gören muhalifler belli ki bunu fırsat olarak görüp ortaya bir bir çıkmaya başladılar. Önce Müslüman kardeşler, geçen Cuma günündeki gösteriye destek vereceklerini açıkladılar; ardından El Baradei gösterilere katılmak üzere geçen Perşembe Avusturya’dan Mısır’a geldi. Yani cumaya kadar protestolar Mısır’lı gençler tarafından örgütsüzce gerçekleştirilirken, Cumadan sonra örgütlü muhalefet de protestolara katıldı.

1 Şubat gecesi Hüsnü Mubarek gelecek seçimlerde aday olmayacağını, gençlerin reform taleplerini anladığını ve gelecek seçime kadar bunları hızla hayata geçireceğini söyledi. Hemen ardından hükümeti görevden aldı. Bu açıklama ve tavır örgütsüz gençleri fazlasıyla memnun etti. Bunun üzerine protestoların ilk günlerine katılan örgütsüz gençler evlerine çekildiler.

Burada Müslüman Kardeşler ve El Baradei devreye girerek, açıklamaların tatmin edici olmadığını, Hüsnü Mubarek’in bir an önce istifa etmesi gerektiğini ve ardından seçime kadar geniş tabanlı bir geçiş hükümeti kurulması gerektiğini söylediler. Bu arada internet hala kapalıydı ve medya ancak örgütlü kesimlerin sesini duyabiliyordu. Müslüman Kardeşler Hüsnü Mubarek’in açıklamasının ardından gösterilere katılımı kendi taraftarlarıyla kendisi organize etti ve Hüsnü Mubarek gidene kadar da protestoları sürdüreceğinin işaretlerini veriyor.

Bunun üzerine Hüsnü Mubarek iki hamle yaptı. Önce interneti ve cep telefonlarını serbest bıraktı ve ardından gösterilerden çektiği polisi yeniden şehirlere soktu.

Çocukların söylediğine göre şu an Kahire’de Tahrir Meydanı hariç her yerde güvenlik sağlanmış durumda ve her şey normalleşme eğiliminde. Ancak Müslüman Kardeşler’in örgütlediği Tahrir Meydanı’nda kalabalık var. Bu arada uluslararası medyanın haberlerinden de hiç memnun olmadıklarını söylemem lazım. Hatta onlara göre global medya Mısır'ın düşmanı.

Bu arada konuştuğum çocuklar kesinlikle Müslüman Kardeşler’den de, El Baradei’den de hazzetmiyorlar. Hep söylendiği gibi belirgin bir liderleri de olmadığından gelecek seçime kadar Hüsnü Mubarek’in görevde kalmasının iyi olacağını seçime kadar geçecek sürede de genç lider adaylarının ortaya çıkacak vakitleri olacağına inanıyorlar. Bence de saflık ediyorlar, ama ben söylediklerini söylüyorum.

Müslüman Kardeşler’in Mısır’daki Hristiyan nüfusu ve İsrail ile olan barışı fena halde tehdit ettiğini, Müslüman Kardeşler’in idareyi devralmaması için de mücadele edebileceklerini söylüyorlar. Müslüman Kardeşler’in ülkede yarattığı iç savaş havasından da ciddi endişe duyuyorlar.

Kısacası hepimizin sempatisini toplayan genç devrimciler şu anda meydanlarda protesto gösterileri yapanlar değil. Protesto gösterileri maksadından sapmış görünüyor ve bu durum gençleri çok rahatsız ediyor.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Mısır’daki Gösteriler

Öncelikle Hüsnü Mubarek 82 yaşında hasta ve yerine oğlunu cumhurbaşkanı yapmaya çalışıyordu. Fakat oğlunu kimse de benimsemiyordu. Bu ben oradayken de konuşulan şeylerden biriydi. Yine Baradey denen Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Hüsnü Mubarek’ten sonra cumhurbaşkanlığına en yakın aday olarak gazetelere çıkıyordu. Ancak, protestonun p’si, devrimin d’si ortada yoktu.

Mısır halkı gözlemlediğim kadarıyla tuhaf bir halktı. Gururluydular, ama gururları genellikle akıllarına gelmiyordu. Örneğin ücret zammı gibi konularda bu gururlarını tetikleyebiliyordun, ama çok da etkili sonuçlar, fevri hareketler çıkmıyordu. Çok duygusaldılar. Bu duygusallıkları nedeniyle bazen anlamsız alınganlıklara kapılıyorlar ve tuhaf tepkiler verebiliyorlardı. Uysaldılar ve yabancı hayranıydılar. Bizi kendilerinden üstün görüyorlardı. Çok üstlerine gidip, aşağılamadığın sürece sözünü dinliyorlardı.

Hani kelebek etkisi derler ya, Tunus’ta devrimin yapılması gerçekten Mısırlılar için kelebek etkisi yarattı. Zira Mısır kendisini Arap dünyasının doğal lideri olarak görüyor ve diğer Araplardan kendilerini üstün tuttuklarından Cezayirlileri, Tunusluları falan aşağılıyorlardı. En son 2009’da Cezayir ile oynadıkları bir futbol maçında olaylar çıkması üzerine Cezayirlilerden nefret etmeye başladılar. Cezayirli lafı bir tür küfür olarak dillerine girdi. Öte yandan Cezayir ile aralarındaki ticaret sekteye uğradı.

Tunusluları da tembel ve işe yaramaz diye yaftalamışlarmış meğer. Bu tembel ve işe yaramaz gördükleri Tunuslular devrim yapınca, sanırım kendilerinden utanmaya başladılar. Böylece facebook ve Twitter üzerinden milliyetçi bir dalga yayılmış.

Kendi hükümetlerini özellikle İsrail yanlısı buldukları için eleştiriyorlar, ama bir şey de yapmıyorlardı. Örneğin Filistin’e gidecek yardım konvoyuna Mısır kendi topraklarını açmamıştı ve bu ciddi biçimde eleştirildi. Mavi Marmara olayı nedeniyle Türkler’deki yüreğin kendilerinde de olması gerektiğini söylediler ve Türklere manevi olarak destek verdiler. Öte yandan Türkler üstündü, o nedenle benzeri kelebek etkisini yaratmadı.

Mısır’da yolsuzluk olduğu, Hüsnü Mubarek’in çevresinin çok zenginleştiği falan da sıkça dile getiriliyordu, ancak bu da bir eyleme dönüşmüyordu.

Tunuslular ayaklanıp, devlet başkanlarını devirince, bir şekilde tüm bu toplumsal dinamikler birleşti ve halk lidersiz bir şekilde kendiliğinden ayaklandı. Internet üzerinden örgütlenip gösterilere başladılar. İlk gösteriler yanlış okumadıysam, Ismailiye kentinde başladı ve asıl büyük şehirleri Kahire, İskenderiye ve Süveyş’ten de çok hızlı bir şekilde yankı buldu. Gösteriler sürdükçe, gösterilere halkın katılımı da arttı. Polisin şiddet eylemleri ise büsbütün göstericileri kenetledi.

Polisin şiddet eylemleri üzerine halk “polis gitsin ordu gelsin” demeye başladı. Polis yetersiz kalınca Hüsnü Mubarek de orduyu şehirlere soktu. Orduya silah kullanma emri verildiği söyleniyor. Ancak ordu karşısındakinin düşman olmadığının bilinciyle göstericilere bir şey yapmadı. Halk da orduya sevgi gösterisinde bulundu. Ordu sadece kamu binalarını, müzeleri, tarihi eserleri ve diplomatik merkezleri korumakla yetindi. Sonuçta bugün protestoların 6. Günü ve protestocular hala ayaktalar.

Bence Hüsnü Mubarek’i devirmeden de sakinleşecekleri yok.

İşe aldığım Mısır’lı genç mühendislerden biriyle gösteriler sırasında konuşma fırsatı buldum. Bu mühendis, iyi huylu, aklı başında, resme meraklı, kumaş üzerine resimler yapan (hatta bunlardan birini ben giderken bana armağan etti) iyi İngilizce bilen, ortanın üstü bir Mısır’lı ailenin çocuğuydu. Gösterilerin ikinci günüydü, daha internet ve cep telefonları kesilmemiş, sadece twitter, facebook, youtube gibi sosyal paylaşım siteleri kapatılmıştı. Sen de protestoculardan mısın sorusuna evet cevabını alınca, neyi protesto ettiğini sordum. Daha iyi bir Mısır için, yoksulluğu durdurmak için, özgür olmak için, haklarımızı geri almak için protesto gösterileri yaptıklarını söyledi. Ona göre Mısır yolsuzluklar içinde yüzüyordu. Bu defa sen Hüsnü Mubarek’e karşısın değil mi diye sorduğumda, “hayır ben bütün sisteme, hükümete karşıyım” cevabını aldım. Mısırlıların %5’i gelirin %95’ini alıyorlar, Mısırlıların %95’i %5’ini alıyorlardı ona göre. Ben her yerde aynı bu dediğimde, tekrar yolsuzluklardan bahsetti ve “Çok yaşa Mısır” diyerek konuşmayı bitirdi.

Büyük Cuma’dan hemen sonra Cumartesi günü Türk arkadaşlardan birine ulaştım. İyi olduklarını ve fabrikanın bulunduğu yer dışında tüm Kahire’nin karıştığını söyledi. Fabrika 1 vardiya çalışmaya devam ediyordu. O gün yine beraber çok çalıştığım, 24 yaşında bir Mısırlı benimle konuşmak istedi. Bu çocuk da hafif fırlama, üniversite mezunu, iyi İngilizce bilen, Amerikan Kültürünü çok iyi takip eden ortanın üstü bir Mısır’lı ailenin çocuğuydu. Ona da sen de protestocu musun diye sordum. Evet cevabını alınca neyi protesto ediyorsun sorusunu sordum ama hat gelip gidiyordu, ne dediğini anlayamadım.

Pazar gecesi fabrikadaki tüm Türklerin fabrikayı kapatarak, Türkiye’ye döndüklerini duydum. Bu sabah ulaştığım arkadaşlardan biri, kaldığımız yerin ve fabrikanın yakınlarının da karıştığını, dışarıdan silah sesleri duymaya başladıklarını, ekipteki kadınların ağlamaya başladığını ve bunun üzerine dönmek zorunda kaldıklarını söyledi. Diğer Türk fabrikalar da aynı şeyi yapmışlar. Akşam bu ekiple görüşmeyi düşünüyorum, orada biraz daha detaylı bilgi alabilirim. Şimdilik Mısır’dan aktarabileceklerim bu kadar.

30 Ocak 2011 Pazar

Özgür Olmaya Çalışan Mecburların Kaçınılmaz Mutsuzluğu

Bu aralar hayat hızlı akıyor, bense hasta oldum, öksürüp duruyorum.

Önce Murat Uyurkulak'ın Har'ını da okudum. Yorumum Tol ile aynı. Murat Uyurkulak muhteşem bir yazar, ama bence berbat bir düşünür. Yine enfes bir dil, yine kötü bir içerik. Kokain müptelası Cebrail, yolsuzluğa bulaşmış melekler, dünya işleriyle hiç uğraşmayan Büyük A. ve bir peygamber adayı. İki kitabın ortak noktası Netamiye'nin ezilmişlerini ancak bir peygamber kurtarır. Bu peygamber de öyle bildiğiniz peygamberlere benzemez. Kitap sanatsal olarak bence çok iyi fakat felsefi olarak dökülüyor.

Herneyse, gelelim Mısır'da olanlara... 2009 Ekiminden 2010 Aralıkının sonuna kadar Mısır'da kalmış bir adamın memleketine döndükten üç gün sonra Mısır'ın karışması enteresan değil mi? Bu tesadüfi vaka üzerinden yapılabilecek hüsn-i talillerin haddi hesabı yok da, onlara girmeyeyim şimdi. Tam zamanında kaçmışım demekle yetineyim. Özgür olmaya çalışan mecbur Mısır'ın dramı beni aşar.
Mısır'dan geldiğimden beri, giderken aldığım evin işleri ile uğraşıyorum ve sonunda babamla kavga da ettik. Bence bu kaçınılmazdı, ortamda o kadar çok gaz vardı ki, bir kıvılcım yeterdi patlamaya. Kıvılcım da o kadar boktan ki... Google maps te babam resmi aşağı çek de yukarı görünsün dedi, ben de aşağı ne demek ya yukarı git desene dedim. O zaman sen tarif et de gidelim dedi, ben de ben tarif edemem, gitmeyelim dedim. İyi gitmeyelim dedi. Gitmedik, ben gittim yattım, 16 saat kalkmamışım, nasıl bir uykuysa bu.

Zaten babamla kavga etmenin en kolay yolu onun jargonunu kabul etmeyip, herkesin kullandığı dille konuşmaya onu zorlamaktır. Autocad'deki pan komutunu dünyanın tek gerçeği kabul edip, bütün scroll literatürünü onun üzerine kurmuş babamın yukarı git diyeceğine resmi aşağı çek demesinden daha doğal ne olabilir ki. Fakat babamın o anda resmi aşağı çek demesini tüm bu düşünce süreçlerinden geçerek anlayıp, sessizce yukarı git düğmesine basmak da o kadar zor ki. Bir anlık dalgınlıkla, aşağı git düğmesine bastığınızda ise sevgili babamın yükselen volümlü sesiyle kendinizi son derece masum hissedip alttan alamamak o kadar kolay ki.

Bu boktan sebep, babamın iletişim becerilerini o kadar aşağı seviyelere çeker ki; tüm zekasına, bilgisine, becerisine karşın, hayatta vasatlıktan kurtulamamış, hak ettiği takdiri hiç görememesine sebep olmuştur bana göre. Tüm dünya yukarı git derken, dünyayı aşağı çek demenin bana göre hiçbir mantıklı izahı yoktur. Ama dedim ya sevgili babam, 50'sinden sonra girdiği bilgisayar dünyasında, autocadin pan komutunu scroll literatürünün tek gerçeği olarak kabullenmiştir bir kere ve bundan geri dönüş yoktur. Farklı bir jargonda konuşuyor olmasının söylediklerini anlaşılmaz kılmasını ise asla kabullenemeyen ve kendisinin Türkçe konuştuğunu iddia ederek, muhataplarının kendisini anlamamasının tamamen kendi hataları ve dahi salaklıkları olduğunu varsayan sevgili babam, bir gün de pan komutunun scroll literatürünün oldukça küçük bir parçası olduğunu anlamaya çalışmaz. Çünkü o gerçek hayatında gözleriyle yukarı bakmak yerine hep baktığı nesneyi aşağıya çekmeye kalkar.

Son bir buçuk senedir hayatımın neredeyse bütün komutasını eline geçirmiş sevgili babamın, 33 yaşındaki küçük oğluna kendi tercihlerini sanki küçük oğlunun tercihleriymiş gibi dayatması ise oldukça tuhaftır. Bir buçuk sene önce ev alalım dediğinde, ya ben İstanbul'da kalmayabilirim niye ev alıyoruz dediğimde, parayı ev almazsak koruyamayacağını söylemişti. Buna karşılık baba parayı bana ver ben korurum cevabıma da güvenmeyerek beni 10 senelik bir borca gömüp, Mısır'a göndermişti. Aslında Mısır'a gitmek falan da istemiyordum ben, ama git 1 2 sene para kazan gel diyerek aklımı çelen sevgili babam, döndüğümde de ben eve para harcamak istemiyorum, tek derdim borcumu kapatmak dediğimde, krediyi kapatmanın hiç sorun olmadığını ve adam gibi bir evde oturmanın benim hakkım olduğunu söyleyerek, beni 1 ay boyunca İstanbul trafiğinde süründürerek, göçebe hayatı yaşamamı sağladı, üstüne üstlük eve harcanan para da neresinden baksan 15 milyarı buldu. Oysa bu 15 milyarın yaklaşık 8 milyarını kendi cebinden ödeyen babam, bu parayı bana verseydi, evin borcundan komple kurtuluyordum.

Buna benim şiddetli itirazım kabul görmedi ve en nihayetinde ben ne haliniz varsa görün, bana bulaşmayın diyerek evde yapılacak hiçbirşeye elimi sürmeyeceğimi belirtmemden sonra, bana zorla boya, parke, fayans seçtiren sevgili babam en nihayetinde ciddi emek harcayıp kendini de yorarak evi çok güzelleştirdi. Artık son kısma geliniyordu, evin salonuna mobilya alınacaktı. Bunun için IKEA'ya gidilecek, kanape koltuk, yemek masası, sehpa televizyon ünitesi ıvır zıvır alınıp gelinecekti. İşte Ümraniye'deki IKEA'nın yerini öğrenmeye çalışırken çıkan bu tartışma sonucu süreç koptu. Esasen süreci koparan şey bu bile olsa, aslında süreci gererek incelten annemin banyoya aldıkları jakuzinin 5 santim daha geniş olması halinde banyoya yine de sığacağını iddia ederek, bu 5 santimin nelere kadir olduğunu sevgili babamın anlayamayacağını iddia etmesiydi. Burada ziyadesiyle sinirlenen babam bir de Google maps'te aşağı yukarı gerginliğini kaldıracak durumda değildi.

Bense hastaydım, öksürüyordum, burnum akıyordu. Başım ağrıyor, kendimi yorgun hissediyordum. IKEA'da benim beğeneceğim şeylerin mantıksız, anlamsız bulunmasına, belki daha iyisi vardır fikriyle saatlerce ekstradan mağazada dolaştırılmaya takatim yoktu. Ama bunu böylece söylemek, babamda biz günlerdir herifin evinde çalışıyoruz, beyefendi gidip kendi eşyasını seçmeye üşeniyor düşüncesi oluşturacağından, bende bulunmayan, ya da bulunsa bile benim feda etmek istemeyeceğim bir göt isterdi.

Tam evden çıkarken jakuzinin 5 santimi ile alevlenen kavga, IKEA'nın yerini bilmiyor oluşumuz ve olası bir kaybolmaya benim tepkim ile babamın tepkisinin farklılığı sebebiyle yeni bir boyuta taşındı. Ben altımda araba varken kaybolsam ve İstanbul'u gereksiz yere yarım saat dolaşmak zorunda kalsam, bunu komik bulur ve sadece gülerdim. Babamsa akıllı insanın buna maruz kalmasını kabullenemeyip, sinirinden deliye dönerdi. Bu sebepten ben yolu öğrenmeyi tek başıma üstüme almayıp, sorumluluğu paylaştırmaya çalıştığım için haritada gidilecek yolu babama gösteriyordum. İşte tam o sırada patlak veren aşağı çek, yukarı git tartışması sonucu IKEA'ya gidilemedi.

Tüm bu olanların en ilginç ortak noktası ise hem annemin, hem babamın, hem de benim mutsuzluğumdu. Sırf beni mutlu etmek ve kendi vicdanını rahatlatmak için eve yaklaşık 80 milyar para gömüp, ciddi ciddi de çabalayan babam mutsuzdu. Çünkü biz nankörlük ediyor; kendisine destek olmak yerine, onu yalnız bırakıyor ve ortaya çıkan sonucu da sadece eleştiriyorduk. Tembellikten boğulmak üzereydik, ama yine de eleştirmekten geri kalmıyorduk. Annem mutsuzdu, çünkü evin mükemmel olması lazımdı, ama evin ona göre hala bir sürü eksiği vardı. Eleştirdikçe babam zıvanadan çıkıyor, annem evi mükemmelleştiremeyeceğini anladıkça üzülüyordu. Ve ben mutsuzdum, çünkü hayatım benim için bana rağmen devrime maruz kalıyordu. Ömrünü bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik üzerine inşa etmeye çalışan ben; sıkıldığında, ortamı beğenmediğinde istifasını verip mahkum bir hayat yaşamamak amacıyla hayatını küçük şeyler üzerine kuran ben; en az on sene aralıksız çalışmamı mecbur kılacak bir borcun altına sokulmuştum. Üstelik dışarıdan bakıldığında nankör gibi görünüyordum.

Dış müdahalelerle kendi ektiğini biçemeyen insanoğlunun çalışkan mutsuzluğu Netamiye'nin sıradan bir olgusuydu işte. Mecburlar değil ancak özgürler mutlu olabilirler oysa. Ne acı, iyilikten bir kez daha maraz doğuyor.

13 Ocak 2011 Perşembe

Bir İntikam Romanı: TOL

Mısır'dayken kesin dönüşüme 40 gün kala tüm işlerimi yerime gelen ilgili arkadaşlara devrederek, sorumsuz Cumhurbaşkanları gibi işsiz oturmaya başladığımda, zaman geçirmenin zorlaştığını fark ettim. Önce dizilere falan daha da bir asıldım, ama işyerinde dizi seyretmek pek yakışık almayacağından, uzun zamandır yapmadığım bir şeyin yeniden peşine düştüm: Kitap okumak.

Önce ebook düşündüm. Mesela Okumaya başlayıp başlayıp bir türlü bitiremediğim Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u bilgisayarımda vardı. Bu arada bayramda geldiğimde okuyacağıma çok da ihtimal vermediğim 4 tane kitap alıp Mısır'a götürdüm. İlki ebooku olsa bile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur isimli romanıydı. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı, Kemal Tahir'in Esir Şehrin İnsanları ve son olarak da Paul Auster'in Ay Sarayı kitaplarını beklediğimden çok hızlı okudum. Fakat devamı yoktu. Mısır'da Türkçe kitap satılmıyordu.

Bu arada Behzat Ç isimli dizinin çok övgüsünü görüyordum sağda solda ve izlemeye başladım. Gördüm ki dizi Serdar Akar'ın projesi. Serdar Akar, Gemide, Barda, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar gibi benim çok sevdiğim filmlerin yönetmeni. İzlemeye başladım. 8. bölümden itibaren falan Şule karakteri üzerinden Serdar Akar'ın gizli kitap reklamları yaptığını fark ettim. Şimdiye kadar Murat Uyurkulak - Har ve Alper Camıgüz - Babalar ve Rencide Ruhlar kitaplarını yakaladım. Bu iki yazarı biraz araştırınca ekşi sözlükte özellikle Travis & Tyler Durden'ın Murat Uyrkulak'ı öven yazılarını gördüm. Blogunu çok severek okuduğum bu arkadaşın da beğenmiş olmasını olumlu bir referans sayarak, Murat Uyurkulak'ın 2, Alper Camıgüz'ün 3 kitabını Türkiye'ye gelir gelmez aldım. Fakat aldığım kitaplar arasında Kemal Tahir'in Esir Şehir üçlemesinin ikinci ve üçüncü kitabı da vardı. Önce Kemal Tahir'leri temizledim.Ardından Tol'a başladım ve az önce bitirdim.

Öncelikle Murat Uyurkulak okuduğum en iyi yazarlardan birisi. Buna dair hiçbir şüphem yok. 1972 doğumlu bir adam 30 yaşında ancak bu kadar güzel yazar. Oğuz Atay'a benzer ama taklit olmayan bir dille çok coşkulu bir roman yazmış. Bu dili nasıl bu hale getirebiliyorlar gerçekten anlamıyorum. Bu kadar çarpıcı duygusallık nasıl kelimelere geçebiliyor çözemiyorum.

Kitabın orta yerindeyken, kitabı o kadar beğenmiştim ki, duramadım ve kitap hakkında yazmaya başladım:

" Aşık oldum bu kitaba ben. Yaşlı aşkım Tutunamayanlar ve erkek kardeşi Tehlikeli Oyunlar'dan sonra hiçbir kitabı bu kadar yürekten sevebileceğimi düşünmemiştim. İnsanın başına zeki şeyler, güzel şeyler, kusursuz şeyler, rasyonel şeyler her zaman gelebilir ama aşk insanın başına kolay kolay gelmez.

Aşık olduğunun özü, sözü, başı, sonu çok önemli değil, fikri, zikri de önemli değil. Yüzü, vücudu, içi dışı değil. Huyu, suyu mu, yok değil. Anası, babası, atası değil. Aşık olduğunun sana aşkı, sevgisi, saygısı, becerisi, başarısı hiç değil. Sebebi, sonucu, kokusu, gülüşü, güldürüşü değil. Şekli, şemali, anlamı değil. Fiziği, kimyası, edebiyatı, matematiği, tarihi coğrafyası değil. Havası, atmosferi, stratosferi değil. Terbiyesi, ahlakı, estetiği, zenginliği değil. Peki nesi?

Öncesi ve sonrası.

Benim özüm bundan yaklaşık 13 - 14 sene önce Tutunamayanlar'la değişmişti. O gün bugündür, hiçbirşey eskisi gibi değil. Şimdi de Tol bir kez daha hiçbirşeyi eskisi gibi olamayacak şekilde değiştiriyor.

Büyük bir tüketme arzusu ile saldırdığım bu kitap, tıpkı Tutunamayanlar'ın da zamanında yaptığı gibi yarım sayfada bir beni yerden yere vuruyor. Sürekli güldürüp eğlendirerek beni tavlayan İlk 32 sayfasıyla bu kitap, şimdi beni santimlerden çıkarmıyor. 7 santim bir türlü bitmiyor. Ben saldırdıkça, kitap bir cümleyle, bir kelimeyle beni bataklığa balyozluyor. Daha T'sinde dizlerime kadar battım. Korunaklı evimi yıktı, zırhımı söktü aldı, beni çırılçıplak bataklığa gömüyor. Dahası, benim gıkım çıkmıyor.

Bu kitap "otobüs garları gibi biraz, kirli bir sağlık, ferahlık, hafiflik, bir şarkılar ve küfürler cümbüşü. İnsanın hep uzak, sert bir hayatlar toplamı olarak, yarı heyecan, yarı hüzün ve yarı korkuyla, bu yarım fazla, bir buçuk oldu, korkuyla baktığı, ama içine daldığında bir daha çıkmak istemediği bir bataklık. Üstelik burası daha iç içe, alt alta, üst üste ve daha dilbaz." (1)"

Bunları yazmasaydım, kitabın ilerleyen sayfalarını okuyamam gibi gelmişti. Yazdım ve rahatlamaya başladım. Şu an bitirdiğimde ise duygularım orta yerindeyken olduğu kadar coşkulu değil.

Bunun nedenlerine dair ipuçları biraz yukarıda yazdığım satırlarda var esasen. " Aşık olduğunun özü, sözü, başı, sonu çok önemli değil, fikri, zikri de önemli değil." demişim. Devrimci olmasam bile, devrimden hazzetmesem bile, devrimi kutsayan bir kitabı çok sevebileceğimi görmüş, bu nedenle de fikren benimsemediğim bir romanı bu kadar coşkuyla bana sevdiren şeyi sorgulamaya başladığım için kitapla aramızdaki ilişkiyi aşka benzetmiştim. Ancak aşk, fikri, zikri, özü, sözü, şekli şemali önemsiz hale getirebilir çünkü.

Devrim, dedim kendi kedime, solcuların kıyameti, her ikisi de kalabalık yığınlar tarafından öncesinden ve sonrasından bağları kopartılarak kutsanıyor, her ikisi de bir tür reset düğmesi. Oysa bana kalırsa, her ikisi de içinde bir sonu barındıran yeni başlangıçlar. "Hiç ölmeyecekmiş gibi ve yarın ölecekmiş gibi" hayata ve ölüme ya da "hiç devrim olmayacakmış gibi ve yarın devrim olacakmış gibi" devrime hazırlanmalı bence insan.

Buradaki "hiç olmayacakmış gibi" ve "yarın olacakmış gibi" dengesi her babayiğidin harcı değildir. Devrimden sonra ne yapacakları hakkında pek de kafa yormamış profesyonel devrimcilerin harcı hiç değildir. "Bunun hesabını devrimden sonra vereceksin" ile "öteki dünyada hesaplaşacağız"ın birbirinden bana göre zerre farkı yoktur. Adaleti ertelemenin vicdanı rahatlatan tezahürleridir ikisi de. Bugüne dair bir şey söylemez.

Devrime giden yolda herşey mubah ve tek yol devrim dayatmalarından ömrüm boyunca hazzetmedim. Halk için halka rağmen devrim de ne saçmalıktır. Bu kadar küçümsediğin halk için ne diye devrim yapmaya kalkarsın ki!

Hani demiştim ya kendi kendime devrim, solcuların kıyameti diye, kıyamet ne zaman kopar diye soranlara da herkesin kıyameti kendine cevabını veririm ben ezelden beri. Öyle ya son peygamber 1400 yıl önce bıraktı gitti insanı.

Neticede TOL edebi olarak çok çok iyi bir roman, fakat içerikten kaybetti biraz benim nazarımda. Sırada Har var, onu okumaya başlamalı.

(1)Tol, sf. 117