12 Ocak 2009 Pazartesi

Sıkıysa Gündüz Gözüyle Yapsınlar

Üç aylık bir bebekken taşındığımız ve ben üniveristeyi kazanıp gidene kadar oturduğumuz evin önceleri oturma odası olarak kullanılan bir karanlık odası vardı. Oturma odasıydı ve güzeldi, hiçbir zaman televizyonun ekranına güneş gelmezdi. Commodore 64’ün ve bir yığın ıvır zıvırının hep ortalarda bulunduğu küçük ve karanlık bir oturma odası. Oniki yaşımdayken evin ileri gelenlerinden annem ile babam, abimle benim çok fazla kavga etmemizi bahane göstererek radikal bir önlem paketiyle bizim odalarımızın ayrılmasına, oturma odasının lağvedilmesine ve salonda oturulmasına karar verdiler. Annem o karanlık odanın yeni sahibi için üzülüyor, misafir odasının hepimizin odası oluşu içinse kara kara düşünüyordu. Uzun yıllar kulaklarımızda çınlayacaktı annemin oğlum nolur biraz toplasanız şu odayı dağıtmasanız, misafirim geliyor, buyur edebileceğim doğru dürüst bir tane oda yok sesleri. Karanlık oda ise anneme göre sağlıksızdı, güneş girmeyen eve doktor girerdi. Odalarımız ayrılırken, hangi odanın kimin olacağı da bir tartışma konusuydu tabii ki. Annem o sağlıksız odada ikimizin de kalmasına kıyamadığından, babamsa bu olayı pek de sallamadığından, evimizde aniden demokrasiye geçildi mutlak monarşiden. Abim ben karanlık odayı isterim diye tutturunca, bana da aydınlık oda kaldı. Annem ama aniden misafirin gelse bir tane düzgün odan olmuyor, seninki de büyük fedakarlık şekerim diyen misafirlerine çocukların bireysellikleri falan filan üzerine sempozyumlar vererek odalarımızı ayırmanın ne kadar doğru bir hamle olduğunu anlatırken, yıllar sonra öğrenecektim ki bu operasyonun meğer tek bir amacı varmış. Abimin sigara içtiğini öğrenen monarşik krallık benim de başlamamam için bu önlemi almış.

Evet gölgelerin gücünü abim alınca bana da ışığın seli kaldı. Abim karanlık odasının duvarlarını Blue Jean ve Beşiktaş posterleri ile doldururken, ben aydınlık odamda Anadolu Liselerine hazırlık testlerini çözmekle meşguldüm. Sonra abimin aklına parlak bir fikir geldi. Karanlık odasına black florasan diye mor bir lamba aldı. Madem mor, ismi niye siyah anlamadım ama o ışık yanarken beyaz bir kıyafetle odaya girersen kendini o Michael Jackson’ların Samantha Fox’ların arasında bir Tom Cruise sanabilirdin. Çünkü beyaz rengi, o ışık tarifi imkansız bir renge sokuyordu. Abimin evde olmadığı zamanlar üzerimde beyaz fanilam ile girerdim o odaya ve mal mal beyazın aldığı renge bakardım.

Ama bundan bir sahne şovu yaratmak hiç aklıma gelmedi be hacı. Her zaman olduğu gibi yapan yine yapmış yapacağını. Çek ışık tiyatrosunun önde gelen temsilcisi Image Theatre, dün Black Light Theatre tekniğiyle TİM'de yaptıkları gösteriyi izleyicilerin yani benim beğenime sundu.

Şimdi ben danstan anlamam, pek fazla ilgi de duymam. Saz ve söz adamıyım ben. Zaten buna da heveslenip gitmiş değilim. Bir arkadaşım sen de gelir misin diyince tamam gelirim dedim ve dün akşam da gittim. Gelirim diyip gittim evet, sözel olarak söz verdiğimin tersini yaptım, reel olarak verdiğim sözü tuttum. Kelimeler ve onların sihirli dünyası.

Neyse, TİM denen yere girince, gereğinden fazla miktarda güzel kızla karşılaştım. İlaçla zehir arasındaki fark dozdur misali başım döndü derken yanımdan sarışın kısa saçlı bir abla geçti ve ben içimden harbiden güzelmiş yaw dedim. Geçen Berna Laçin’di ve cidden güzel kadındı. Ama işte ben buralara ait değilim yürüyüşü ve kimseyi görmeyen, dokunma yanarsın bakışlarıyla tüm kalkanları açıktı onun da. Hemen yanına gidip güzelliğin on para etmez şu bendeki aşk olmasa demek istedim ama doğal olarak korktum ve çekindim. Ya bakışlarıyla beni buzadama çevirseydi. Ya yanındaki adama ilgilen şunla deseydi. Ya imdaaaat diye bağırsaydı.

Gözlerimde korkuyla hayır bakmamalıyım, Berna Laçin’e bakmamalıyım diye kendimi telkin ederken arkadaşım gel şurada sigara içme odası var dedi. Fakat arkadaşımın oda dediği şey eğer bir odaysa tüm İstanbul da bir evdir yani o derece. Gözlerimdeki hayal kırıklığını gören arkadaşım gel merak etme bak soba koymuşlar diyince rahatladım. Bu sobaları daha önce de kışın müşteri kaybetememek amacıyla bahçesi ile ünlü bazı kafelerde görmüştüm ama ilk defa bu kadar yakından inceliyordum. Bildiğin şofben lan. Ama işe yarıyor. O an dedim ki kendime imaj hiçbirşeydir, susuzluk herşey.

Sonra garip bir ses duyuldu. İnsanlar içeri girmeye başladılar. Meğerse o ses zilmiş. Yalnız Pavlov eğer deneylerinde bu zili kullansaydı, asla tarihe geçemezdi, zira köpek asla o sesi anlayamazdı. Ama ben anladım, köpekten zeki olmanın verdiği gururla girdim TİM’im kırmızı koltuklu yuvarlak salonuna.

İçerde Zeki Alasya’yı gördüm. Berna Laçin’in aksine cevre onu pek etkilemiyordu. Evet abi onlar da insan diye düşünürken, salaklığım sinirimi bozdu. Herşey bitti, şimdi de ünlülerin halkla ilişkilerine mi kafayı taktın lavuk dedim kendime. O anda Pavlov’un köpeğinin asla tepki veremeyeceği zil sesi yeniden çaldı ve ben gösterinin birazdan başlayacak olmasını anlamanın verdiği gururla ayağa kalktım. Endişelenecek bir şey yok, sadece gösteri birazdan başlayacak onu haber veriyorlar diye halkı uyardım. Halkın gözünde sağduyunun sesi olmuştum. O anda TİM Belediye Başkanlığı seçimleri yapılıyor olsa Berna Laçin bile oyunu bana verirdi. Herkesin gözlerindeki huzuru görünce yerime oturdum.

Gösteri başladı, havada uçan kumaşlar, tuhaf şekiller, parlak renkler ilgimi çekti. Zilin sesinin ne anlama geldiğini anlamış olmanın verdiği özgüvenle gösterinin perde arkasını çözmeye odaklandım. O sırada sahneye beyaz badisiyle dans ederek giren kız içimde acı bir pişmanlığa sebep oldu. Ben niye fanila yerine badiyle girmezdim ki abimin adı siyah olan mor ışıklı odasına? Fakat kamu görevi yaparken kendi duygusal hezeyanlarımla uğraşmanın etik olmadığını düşünerek yeniden gösterinin sır perdesini aralama görevime döndüm. Yaklaşık yirmi dakika sonra, yanımdaki arkadaşım benden nasıl oluyor lan bu benzeri sesler çıktığını iddia etti ama şiddetle inkar ettim. Ben dedim niye öyle bir şey demiş olayım ki, her işi ışık yapıyor, sıkıysa gündüz gözüyle yapsınlar bu gösteriyi o zaman ben de gururla nasıl oluyor lan bu sesi çıkarırım. Arkadaşım çok bozuldu, haklısın abi dedi her işi ışık yapıyor cidden. Peki dedi ya pandomimciler? Erol Taş kahkahamı attım üstüne yüz yıl önce Şarlo’nun yaptıklarını bana gösteri diye yutturamazlar dedim. O an arkadaşımın yüzünü görmeliydiniz. Düşmanının kafasındaki tenekeden zırhı çıkarıp Robert The Bruce’u gören William Wallace gibi kaldı öyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder