26 Mayıs 2009 Salı

Bunalımlı Bir Deli Saçması : Hiçbiryerde

Gitmiyordum. Yelkenim yoktu. Rüzgar da yoktu zaten, çarşaf gibiydi deniz. Hava kapalıydı, pamuk gibi bulutlar da yoktu, mavi bir gök de. Tatlı tatlı tenimi yakacak bir güneş yoktu, Dudaklarım dalgaların tuzunu tatmıyordu. Dalga yoktu ki...

Ama yine de ben yaşanmamış sevdalarda, yarım kalmış duygularda ve çığ tutmuş umutlardaydım. Yani ben de hiçbiryerdeydim. Hiçbiryer, yani Shakespeare’in halt ettiği yer. Olmaya ya da olmamaya kayıtsız kalınan yer. Meselenin sadece zamanın geçmesi olduğu yer. Hep aynı varoluşlardan bıktığın yer. Hiçbirşeyin öneminin olmadığı yer. Somut dertlerin yerlerini soyut kayıtsızlıklara bıraktığı yer. Hiçbiryer.

Adımızla bir sokak duvarında kalmaz aşk, bir ağaç kavuğunda, bir takvim kenarında, bir çiçekte, bir defter arasında, bir tırnak yarasında, bir dolmuş sırasında, bir odada, bir yastık oyasında, bir mum ışığında, bir yer yatağında, dilimizde yinelenen bir şarkıda kalmaz. Bir okul çıkışında, bir çocuk bakışında, bir kitapta, bir masal perisinde, bir hasta odasında, bir gece yarısında, bir durakta, yırtık bir afişte, buruk bir gülüşte, dağılmış yürüyüşte, bir sokakta, bir genel telefonda, bir soru yanıtında, bir komşu suratında, bir pazarda, bir kahve kokusunda, bir tavşan niyetinde, bir çorap fiyatında, bir yosunda, bir deniz kıyısında, bir martı kanadında, bir vapur bacasında kalmaz. Hiçbiryerdeysen eğer hiçbirşey kalmaz. Yalnızca kayıtsızlık ve bundan doğan bıkkınlık kalır. Anlamsızlık bile, akılsızlık bile, zevksizlik bile, düzensizlik bile, nefret bile, ölüm bile kalmaz.

Orada birkaç şarkı kalır, aklına gelir, mal mal saçmalattırır. Bir kaç rüya kalır, beyinsizce aklına takılır. Bir kaç yüz kalır, gözüne takılır. Hepsi bu.

8 Mayıs 2009 Cuma

Eski Bir Yazı : Al Bundy Tutunamayanlar Ansiklopedisi'nde

Bu arada söz Al Bundy'den açılmışken 2000 yılında Tutunamayanlar Ansiklopedisi'ne eklensin diye yazıp Turgut Özben'e gönderdiğim Al Bundy biyografisini de ekleyeyim dedim bloguma sevgili okur.

AL BUNDY

1954 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin sıradan bir kentinde doğdu. Bebekken ayaklarının büyükçe oluşu, uzun boylu olacağına delil sayıldı. Delil sayanlar yanılmadılar, Al Bundy gerçekten de uzun boylu bir adam oldu. Fakat büyük ayağı fizik kurallarına karşı gelemedi, ayağının kokusu dünyaca ün kazandı. Hatta bir gün Londra’da Buckingham Sarayı önünde saatlerce hareketsiz nöbet tutmaları ile ünlü nöbetçiler bile Al Bundy’nin vahşi ayak kokusuna dayanamadılar. Lisede iri yarı fiziği ile futbol takımının orta halli bir oyuncusuyken Peggy ile tanıştı. O günü hep hayatının dönüm noktası olarak kabul etti. Hayatı boyunca insanlara övünerek anlatacağı tek şey lisedeki futbol kariyeri olacaktı. Formasını hala sakladığı bilinmektedir. Daha sonra Peggy ile bir vesileyle (!) evlendi. Amerika Birleşik Devletleri’nin en aşağılık işi olduğu sanılan ayakkabı satıcılığına başladı. Defalarca girişimci ruhu ile bir şeyler yapmaya çabaladıysa da hep hüsrana uğradı. Çöpçülük sınavını bir türlü kazanamadı ve ayakkabı satmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. Güzel ama aptal bir kızı ile akıllı ama asosyal bir oğlu oldu. Evdeki bu üç insana rağmen en iyi anlaştığı canlı köpeği Buck’tır. Gelenekleri olan ailelere hep öykündü ve kendi ailesinin geleneklerini oluşturmak için çalıştı. Bundy selamını buldu. Fakat bu gelenekler başarı ile kabul gördüğünden aile bireylerinden hep tepki gördü. Sorunlara bulduğu basit çözümler daima tepki ile karşılandı. Sonunda veciz sözünü, “ Bir Bundy asla kazanamaz” ı söyledi. Ailesinin saygısını kazanmak için çok çalıştı ama bir tavşana bile yenildi. Ailesinden vefasızlık dışında hiçbir şey görmedi. Besin maddelerine ve televizyona karşı büyük zaaflar gösterdi. Televizyonun uzaktan kumandası ile veya yem olarak kullandığınız bir parça biftekle her istediğinizi yaptırabilirsiniz. Daima küçük şeylerden büyük umutlar çıkardı, fakat hepsinde gülünç durumlara düştü. Evliliği süresince hep ölmek istedi. Şu sıralar büyük ihtimalle yiyecek bir şeyler bulmaya uğraşıyor ya da televizyonda maç seyrediyordur.

Barney Stinson’dan Al Bundy’e

Toygar Oğulcan’ın düşünceli gözlerle anlattığı sorunlarını dinlerken bir yandan da üç ay önce İstanbul’a taşınacakken kendisine söylediği “heyecanlı mısın Toygar, Barney Sitinson’un geliyor” sözlerini düşünüyordu. Barney Stinson’un olacağım diye gelen herife bak ya, ne hale düştü adam dedi içinden.

Oğulcan Pirgelen bir sıcak iklim insanıydı. Güneylerin adamıydı, ama kader ona hep kuzeyleri vermişti. Tek dileği güneyde sıcak bir şehirde konforlu bir hayat sürmekti. Gelin görün ki, üniversiteyi kuzeyde, askerliğini kuzey doğuda yapmış, ilk işini soğuk bir İç Anadolu coğrafyasında bulmuş, nihayet güneyde konforlu bir iş bulduğunda da bir seneye kalmadan fabrikanın satılacağı hatta belki de kapanacağı söylentileriyle huzuru kaçmış ve sonunda tekrar ekmek parası için kuzeye, İstanbul’a gelmişti.

19 Şubat senin için bir milat olacak Toygar diyordu Oğulcan, seni tüm dertlerinden kurtaracak Barney Stinson’un gelecek. Toygar he he diyor geçiyordu, hayatta yalnız başına var olmayı becerebilmesi gerektiğini, kimseye yaslanmadan kendi başına yaşama yeteneğinin önemini kavrayalı çok olmuştu. Ne sen Barney Stinson’sun Oğulcan ne de ben Ted Mosby diye başından savdı Oğulcan’ı Toygar. Oğulcan 19 Şubat’ta gelemedi İstanbul’a, Toygar şaşırmadı. Kader ağlarını örmüştü ama Oğulcan için, 4 Mart’ta geldi. Gelir gelmez, İstanbul’un trafiğinden, yolda geçirdiği zamanın fazlalığından, ütü yapmanın kıllığından, bulaşık yıkamanın eziyetinden, havanın ısınmak bilmez soğukluğundan, doğalgazın pahalılığından, Ufo’nun dandikliğinden şikayetlere başladı. Toygar alışır herhalde diye pek ses etmedi önceleri ama ardından asıl şikayet konusu gündeme gelecekti. Oğulcan yeni başladığı işinden nefret ediyordu. Ona göre enkaz devralmıştı.

Öte yandan güneyde bıraktığı sevgilisiyle hızlı bir evlenme trafiğinin içinde buldu kendisini Oğulcan Nisan ayında. Mayısta nişan yapılacak, sevgilisi güneyden kuzeye gelecek, henüz öğrenci olan kardeşi ve Oğulcan ile birlikte evlenene kadar yaşayacaktı. Karar böyle verilmişti. Toygar değişmez bir biçimde ev arkadaşlarını üç ila dokuz ay içerisinde evlendirmeyi başarıyordu. Bu kural Oğulcan için de bozulmamıştı. Fakat Oğulcan düşünceliydi:

“3 milyar maaş alıyorum, satınalma yöneticisiyim, on gün sonra nişanlanıyorum, peki neden mutsuzum, yani bir insan daha ne ister ki? İstanbul, şirket, sevgili üçlüsü beni bitirdi abi yaa. Sevgilimden ayrılsam, işi bıraksam, İstanbul’dan da kurtulup anamın evine gitsem valla bundan daha mutlu olurum ya! Abi bu hava neden hala ısınmıyor yaaaa!”

Tüm bu serzenişler üzerine Toygar acımadı: “Barney Stinson dedin Al Bundy çıktın lan, sen Al Bundy, sevgilin Peggy, sevgilinin kardeşi de Kelly, evli ve çocuklu.”

7 Mayıs 2009 Perşembe

Jehan Barbur Uyan

Shadowboxer yaklaşık birbuçuk ay önce bana Jehan Barbur’un Neden adındaki şarkısını gönderdiğinde, babamın evinde bir laptoptan internete bağlanmıştım. Şarkıyı laptopun salak hopallörlerinden dinlemek zorunda kalmıştım. Ne yalan söyleyeyim şarkıyı ilk defa dinlerken bir yandan da anneme ve teyzeme laf yetiştirmeye çabalıyordum. Akustik düzenleme ile iyi çalınmış bir şarkıydı ama bana sıradan gelmişti. Yani bana akustik güzel bir düzenlemeyle Aboneyim Abone de çalsan burun kıvırmam ki. Hatta öyle ki, Shadowboxer’ın ısrarlı yorum beklentisi ve kaydın başındaki parazitlerden bunun bir demo kaydı olduğuna ve kızın Shadowboxer’ın albüm çıkarmaya çalışan bir arkadaşı olduğuna hükmetmiştim. Bir kaç defa daha dinleyince şarkının “Yorgunluktan mı bu halim” kısmında yapılan namenin ya da Kibariye’nin deyimiyle kerizin hoşuma gittiğini farkettim. Sonra bir kaç gün sonra habitatıma döndüğümde, iyi bir amfi hopallör güruhunun (aslında hayfay dünyası dikkate alındığında son derece dandik bir amfi ve son derece dandik iki kolondan söz ediyorum kaldı ki aletler 99 model) ne büyük nimet olduğunu anlamıştım. Şarkıyı iyi bir ses düzeniyle dinlediğimde şarkının yine de sıradan olduğunu fakat kadının sesini çok iyi kullandığını düşünmeye başlamıştım. Biraz araştırınca benim demo kaydı sandığım kaydın basbayağı bir albüm kaydı olduğıunu gördüm ve diğer şarkıları da dinlemek üzere albümü indirmeye karar verdim.

Bir kaç kez albümü baştan sona dinledikten sonra hiç de öylesine yazılmamış Öylesine isimli bir şarkı beni kelimenin tam anlamıyla esir aldı. Üstüste 20 30 kere dinliyordum şarkıyı. Daridararay diye başlayan introsundan itibaren kadın sesini yine şahane kullanıyordu. Müzik çok sade bir düzenlemeyle oldukça sakindi. Ben bir yandan şarkıyı dinliyor ve internette takılırken bir süre sonra neden bu şarkıya kafamı bu kadar taktığımı merak ettim. Sözlerinin neler anlattığının farkında değildim, hayranlığım kadının sesine ve müziğine bu kadar saf ve yoğun duyguları katabiliyor oluşunaydı. Sanki diyordum kendi kendime kadın içini dışına koymuş, biz de izliyoruz. İşte o an şarkının sözlerini internetten bulup okumaya başladım:

“Yüzümü gönlüne koysam,
Yemin tutsa kalbim beni sever miydin?
İçimi avcuna döksem,
Beni azıcık çözer miydin?
Yok olmuyor istemekle bitmiyor.
Hiç bir yol yarılanmıyor, uzadıkça uzuyor.
Kal demiyor söz vermiş susuyor.
Kelimeler düşmüyor içinde salınıyor.”

Benim için büyülü bir andı, benim müzikten anladığım duygular şarkının sözleriyle birebir örtüşüyordu. Burada bir parantez açmak istiyorum. Fahir Atakoğlu’nun Demirkırat Belgeseli albümü çıktığından beri müzikte tema konusuna kafamı takmış durumdayım. Gözyaşı ismindeki enstrümental bir şarkı nasıl oluyor da bana ağlama duygusu verebiliyor hayretler içinde anlamaya çalışıyorum. Bununla ilgili bana hissettiklerimin bir tür koşullanma sonucu olduğunu söyleyenler oldu. Yani şarkının adı Gözyaşı olduğu için ben o duyguları hissetmeye kendimi koşullandırıyormuşum da o yüzden o duyguları hissediyormuşum, şarkının adını bilmeden bunu hissedersem o zaman buna inanırlarmış. Bu koşullandırma kısmı doğru olsa bile, bu müzikle duyguların anlatılamayacağı anlamına gelmez, sadece benim müzikteki temalardan anlamayan ama temaları anlayanlara özenen biri olduğum anlamına gelir. Vivaldi Efendi ben Dört Mevsim isimli eserimde dört mevsimi anlattım demeyi biliyor, ona inanıyorsunuz da bana niye inanmıyorsunuz? Mevcut durumla ilgili bir başka teorim daha var. Şarkıyı sürekli dinlerken üst bilincim şarkının sözlerini anlamıyorken, bilinçaltımın tüm şarkı sözlerini beynime kaydetmiş olması ve benim farketmeden şarkının sözlerinde anlatılan duyguları hissetmiş olmam, ki bu mantıklı bir teori bence. Ama tüm bunları tespit etmenin imkanı olmadığına göre ben en çok hoşuma gideni seçiyorum ve bu büyülü anı bozmuyorum.

Bir süre sonra tüm albüme olan ilgim de arttı. Geç Kalmış Şermin’in Yeri, Uyan, Gidersen, Tesadüf gibi şarkıların hepsini sevmeye başladım. Müziklerdeki ve sözlerdeki yoğun Bülent Ortaçgil etkisinden de memnundum. Öyle ki, artık Bülent Ortaçgil ölecek diye üzülmeye o kadar gerek kalmadı falan gibi yorumlar yapabildim kendi kendime. Sonunda da meseleyi yerinde incelemeye karar vererek araştırmaya başladım ve 5 Mayıs’ta albümün tanıtım konserinin Ghetto’da yapılacağını öğrendim.

Gitmeye kararlıydım ama kimle gidecektim. Jehan Barbur’u dinlemeye gelir misin Asuman?/Jehan Barbur mu, o kim yaaa?/Ya yeni çıktı bu, Bülent Ortaçgil gibi./Bülent Ortaçgil mi, ben onu sevmiyorum ki türünden dialoglardan korktum açıkçası. Dolayısıyla ince elemeli sık dokumalıydım. Asosyal kişiliğim nedeniyle hiç zorlanmadım. Benim entel kuzenle gitmek dışında bir opsiyonum yoktu. Dikkatli okur burada bu entel kuzenle aynı mekana Şevval Sam konseri için gittiğimi hatırlayacaktır :p Şansımı yükseltmek için kendisine bir Jehan Barbur tanıtımı yapmam gerektiğini düşünerek kendisini aradım. Kuzen dedim, artık bir sene önce free shoptan benim için aldığın Simirnoff votkayı kapıp bize gelmenin zamanı geldi. Bir sene olmamıştır ya kuzen dedi. Doğru dedim daha fazla olmuştur. Abartıyorsun kuzen dedi. Ne abartacağım, İspanya free shopundan aldın sen o votkayı aç pasaportunu bak ne zaman gitmişsin İspanya’ya dediğimde, kesin galibiyetimi onaylarcasına aaa doğru ya dedi. Kaçacak yeri kalmamıştı, tamam dedi bu haftasonu geleceğim.

Votkalı, filmli, müzikli bir gecenin sonlarına doğru çakırkeyf bir anında kendisine Jehan Barbur’un birkaç şarkısını dinlettim. İlgisini çekti, kim bu falan dedi. Ben de Beyrut doğumlu İskenderun’da çocukluğunu geçirmiş, Bilkent mezunu biri olduğunu söyledim. Enternasyonel kişiliğine seslenmiştim, hımmm Beyrut doğumlu demek diyerek atladı. Sonrasında attık external harddiskine mp3leri, aldık 5 Mayıs için sözümüzü. 5 Mayıs günü de aradım kendisini, dedim gidiyor muyuz. Düzenli ve organize bir oğlak insanı olduğundan nereye gidiyor muyuz sorusunu sormaya gerek duymadan gidiyoruz dedi.

Rejans’ın yılışık garsonları ve limonlu votka eşliğinde yediğimiz yemeğin ardından saat 21.30 gibi Ghetto’ya geldik. Şevval Sam konseri ne kadar kalabalıktıysa, bu da o kadar tenhaydı. Çalışanları saymazsak 15 kişi falandık içeriye girdiğimizde. Benim gibi yaşlı bir insanın üç saat ayalta kalma kabusu gerçekleşmeyeceği için sevinmiştim. Sahneye uzak bir yer bulabildik ama oturduğumuz için çok da umurumuzda değildi. Ben votka kola söyledim, kuzen bira, beklemeye başladık. Gelen içecekteki votka miktarını gerçekten çok merak ettim, zira içtiğim şey votka kokulu sulu kolaydı. 22.30 gibi Jehan Hanım sahneye çıktığında, biz hala sahneye uzak yerimizde oturuyorduk ve içerisi de herhalde 50 kişi falan olmuştu. Araya kadar, Jehan barbur’un deyimiyle ilk set boyunca yerimizden kalkmadan dinledik. Aradan sonra ön tarafa gidip yakından izlemeye karar verdik.

Uzun zamandır bu kadar heyecanlı ve keyifli bir grup izlememiştim. Tamamıyla yeni olduklarından İstanbul’a kendilerini tanıttıkları bu gecenin onlar için de çok önemli olduğu belliydi. Bas gitar çalan abi de electric gitar çalan abi de benim ölçülerimde çok iyiydi. Her ne kadar iki şarkıyı bana göre berbat etmiş de olsalar yine de çok başarılılardı. Berbat ettikleri iki şarkının da cover olması (biri Bülent Ortaçgil’den Normal diğeri Mazhar Alanson’dan Bu Ne Biçim Hikaye Böyle) bunun önemini düşürüyor tabii. Özellikle konserin sonlarına doğru iyice coşku ve keyifle çalan grup emprovize sololar falan atmaya başlamıştı. Sonuç iyilerdi, gençlerdi, açlardı ve dolayısıyla coşkulu ve keyiflilerdi.

Meraklısı için yanlış hatırlamıyorsam sekiz tane albüm dışı cover parça çaldılar. Albümdeki tüm şarkıları çaldılar ve Leyla’yı BİS’te bir kez daha çalarak geceyi bitirdiler. Albüm dışı coverlar da aşağıdaki parçalardı:

Bülent Ortaçgil Deniz Kokusu
Ezginin Günlüğü Teninle Konuşmak
Mazhar Alanson Bu Ne Biçim Hikaye Böyle
Bülent Ortaçgil Normal
Bülent Ortaçgil Dalyan
Bülent Ortaçgil Bu İş Çok Zor Yonca
Erkan Oğur’un gündeme getirdiği bir Elazığ Türküsü Mamoş
Vedat Sakman Yani Yani

Hemen her konserde, dinlediğim bildiğim ama pek dikkatimi çekmemiş bir şarkının aslında ne kadar güzel bir şarkı olduğunu farkederim. Bu konser için de piyango Vedat Sakman’dan Yani Yani’ye vurdu.