5 Eylül 2008 Cuma

Bir martı, bir yaşlı teyze, bir böbrek hastası, bir alt geçit ve geçitten hergün geçen 500,000 kişi

Bir martı, boğazdaki suyun içindeki mısır kabuğunu alıyor, ağzına 2 metre gitmeden düşürüyor. Taşıyabileceğinden büyük, almaya çalıştığı mısır kabuğu. Ayrıca rüzgarda savruluyor. Ama martıya farketmiyor. Tekrar alıyor, tekrar düşürüyor. Tekrar ve tekrar.

Bir yaşlı teyze, Eminönü’ndeki tramvay alt geçidinde ayağında sünger ayakkabı, gözünde en az çerçevesi kadar kalın camlı bir gözlük, önünde bir karton kutu, üzerinde kağıt mendil, yara bandı ve sakız satmaya çalışıyor, gün boyu ayakta. Kazandığı para neye yeter, o kadar saat ayakta nasıl durur ? Bilemiyorum. Tekrar ve tekrar her gün o alt geçitte sakız, yara bandı ve kağıt mendil satıyor.

Yaşlı teyzenin hemen yanında yaşlı bir amca, kaval çalıyor. Kavalın sesi pek çıkmıyor, o kalabalık ve gürültülü alt geçitte. Bu amca da sanırım böbrek hastası. Sırtını alt geçidin duvarına vermiş oturuyor öylece. Gelen geçen arasında gören, farkeden pek az.

O alt geçitten bir dakikada en az 500 kişi geçiyor. Bir günde belki 500,000 kişi. Makine düzeninde hızlı adımlarla bir yerlere yetişen yüzlerce kişi. Merdivenlerden hızlıca inen, hızlıca yürüyen, merdivenlerden hızlıca tırmanan, insan trafiğine takıldıklarında sinirlenen, o alt geçidin ortasında durup sağına soluna bakarak trafiğin hızını kesen turistlere kızan yüzlerce kişi.

O alt geçitten hafta içi hergün iki kez ben de geçiyorum. Ben de aceleci adımlarla, sinirli sinirli anlamsızca bir yerlere yetişiyorum.

Tekrar ve tekrar. Hafta içi hergün.

Hayır, beni martıyla, yaşlı teyzeyle ya da kaval çalan amcayla özdeşleştiresiniz diye yazmıyorum bunları. Ben sadece bu anlamsız aceleye, anlamsız sinire, anlamsız yabancılaşmaya dikkat çekmek istiyorum.

Yabancıyım çevreme. Gezdiğim yollar, gördüğüm insanlar bana hiçbirşey ifade etmiyor.

İşime yabancıyım. Yaptığım hiçbir iş bana manevi tatmin vermiyor. Zaten işleri 64 parçaya bölüp her parçadan birini sorumlu tuttuğunuzda, 64 kişinin her biri de sadece kendi sorumluluk alanıyla ilgileniyor. O zaman da hiçkimsenin işin bütünü hakkında bir fikri olmuyor. Bir işi iyi yapmak, kötü yapmak anlamını yitiriyor. Çünkü 64 kişinin çalışmasından çıkan üründe iyilerin de kötülerin de sahibi bilinemiyor. Herşey birbirine karışıyor. Çuvallandığında da, başarıldığında da her kafadan bir ses çıkıyor.

Ustalar gittikçe azalıyor. Mesela tek başına bir ahşap evi sıfırdan inşa edecek kabiliyette İstanbul’da sadece bir dülger kaldığına dair bir haber izlemiştim. Bütün ahşap tarihi eserleri ona restore ettiriyorlardı ve arkasından bu işleri yapabilecek hiçkimse yoktu. Oysa adamın kazancı da gayet iyiydi.

Tam rekabet piyasasının geçerli olduğu dünyada hiçbir işte uzun vadede aşırı kar elde edilemezdi. Zira uzun vadede, o işe yeni girişler olurdu ve aşırı kar azalarak normal karda dengeye gelirdi. Ütopya işlemiyordu. Adam tekti, ama yeni dülgerler çıkmıyordu.

Ve İstanbul’un tek dülgeri sokaklarda hızlı yürümüyor, anlamsızca bir yerlere yetişmeye çalışmıyordu. Restorasyon projesinin mimarı ile eşsiz tecrübesini paylaşarak ortaklaşa uygulama projesi yapıyor, sonra da uygulamasına geçip mimar ile mutabık kalıyordu. Projenin bütünü hakkında, hatta tasarımı hakkında söz sahibi olan dülger de yaptığı işe yabancı kalamıyordu.

Bu anlamsız aceleye, telaşa dur demenin yollarını bulmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder