24 Haziran 2008 Salı

Organik Türkiye

Avrupa Ortaçağdan bugüne kadar hep tekniği bilimi öne çıkardı. Maddeye önem verdi. Madde ötesini reddetti. Bütün eğitim sistemleri pozitivistti. Duyguların kaynağını beyindeki kimyasallarda aradı. Yani bir ön kabulü vardı ve tüm araştırmalarını gelişimini onu doğrulamak için yaptı. Herşeyin neden sonuç ilişkisine dayandığı, aynı nedenlerle hep aynı sonuçların alınacağını söyledi durdu.

Bütün bu bakış açısı ister istemez mekanik sistemleri beraberinde getirdi. Muhteşem mekanik yapılar, makineler icat ettiler. Tasarladıkları makinelerde basit parçaların yaptığı basit işlerin toplamda karmaşık ve büyük işler ortaya koyduğunu gösterdiler. İşbölümüne müthiş önem verdiler. İş bölümü sayesinde işin içerisindeki faktörlerin her birine basit işlevler yüklediler ki, iş o faktör olmadan yürümesin, ama o faktörün de yedeği kolayca bulunabilsin. Yani faktör iş için çok önemlidir, ancak iş dışında da çok önemsizdir. İsviçre saatlerinin içindeki çarklar gibi. Tek başlarına bir işe yaramazlar ama o çark olmadan da saat çalışmaz. Öte yandan kırılan bir çarkın yerine kolayca bir yenisini koyabilirsiniz.

Bu mekanik vizyon, Avrupa’yı çok geliştirdi. Dev binalar, müthiş makineler yaptılar. Ancak bu vizyon sosyal hayatlarına da yansıdı. Toplumlarını insan toplamı olarak gördüler. Her bir insan o toplum için iş bölümüne katkıda bulunuyordu ancak toplumdan ayrıldıklarında boşlukları kolayca dolduruluyordu. Kısaca insanı büyük bir makinenin kolayca ikame edilebilir bir parçasına indirgemişlerdi. O yüzden “Mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan insanlarla dolu” gibi deyişler hep Avrupa’dan çıkmıştır.

Öte yandan doğa incelendiğinde, organik sistemler görülmektedir.

Organik sistemler ile mekanik sistemleri basit bir örnekle anlatabiliriz. Örneğin bir masa düşünelim. Dört ayağın üzerinde düz bir platform vardır. Basit bir masada 4 ayak, bir de ayakların üzerinde duran platform vardır ve bu parçalardan herhangi birinin başına bir şey gelse sistem çalışmaz. 4 ayaklı olarak tasarlanmış bir masa 3 ayaklı olarak işlev görmez. Öte yandan ayakların yerlerini değiştirerek üç ayaklı yeni bir masa tasarlanabilir. Ancak yeni masa da başka bir mekanik sistemdir. Yeni bir tasarım olmadan 4 ayaklı basit bir masanın ayaklarından herhangi biri kırılıdığında, masa işlevini %100 yitirir. Öte yandan bir insan elini düşünelim. 5 parmak vardır. Baş parmak ve bir parmak daha olduğu sürece sistem işlevini gösterir. Yeni bir tasarıma ihtiyacı olmaksızın. İşlevini %100 sürdürmez belki ama halen işlevseldir.

Bütün bu açıklamalardan sonra Türkiye milli futbol takımını düşünelim. Daha kadrolar açıklanırken yapılan tartışmalara bakalım. Fatih Terim’in kadro tercihleri ne kadar eleştirilmişti… İbrahim Toraman neden çağrılmamıştı, Mehmet Topuz neden çağrılmamıştı, Fatih Tekke neden çağrılmamıştı, Yıldıray neden gönderildi, Halil Altıntop neden ? Diğer taraftan, Colin Kazım’ın Emre Aşık’ın bu kadroda ne işi vardı ? Semih yerine neden Ümit Karan, Mehmet Yıldız alınmamıştı ? Sabri miydi Türkiye’nin sağ beki ? Bir kısmına hepimizin katıldığı bu eleştirilerin gerekçelerini ve doğruluk paylarını Fatih Terim bilmiyor muydu ? Fatih Terim ne yapmaya çalışıyordu ?

Futbolun tarihsel gelişimine biraz göz atmak lazım. Önceleri futbol bireysel yeteneklerle oynanıyordu. Bu konuda açık ara önde olan Brezilyalılardı. İnanılmaz yetenekli oyuncularıyla çok başarılı oluyorlardı. Peleler, Garinchalar çıkarmışlardı. Bireysel yetenekle Brezilyalıları yenmek mümkün değildi. Bunun üzerine sistemli turnuva takımları çıktı. Almanlar makine gibi takımlar yarattılar. Her parça kendi işini iyi yaptığında yaratılan sinerji ile bireysel yetenekleri yenebildiklerini gösterdiler. Ayrıca asla pes etmiyorlardı. Başlama vuruşuyla makineyi çalıştırıyordunuz, bitiş düdüğüyle kapatıyordunuz. Oyun disiplininden asla kopmuyorlardı. Örneğin bu mekanik sistem, Almanlara karşı bir türlü başarılı olamayan İngilizlerin önemli forveti Gary Lineker’e “ Futbol 11’er kişilik iki takımın oynadığı ve sonunda Almanlar’ın kazandığı bir oyundur” sözünü söyletmişti. İtalya savunma sistemlerine eğilmişti. Etten duvarlar örüyorlardı rakip gol atamasın diye.

Bu sistemler sonucunda, Brezilya’yı yenmeye başladı Avrupalılar. 1970’de Brezilya Pele ile dünya şampiyonu olduktan sonra 24 yıl boyunca kupayı alamıyordu. Hem de Socrates’lere, Zico’lara rağmen alamadılar. 1994’te Brezilya kupayı aldığında, Parreira Brezilya takımına sistemli oynamayı öğretiyordu. Brezilyalılar kendi takımlarını çok eleştiriyorlardı. Ancak Brezilya dünya şampiyonu oldu. 2002’de bir kez daha şampiyon oldu. 1998’de ise finalde Fransa’ya kaybettiler. 2006’da ise yeniden takımın başına gelen Parreira, bu defa sistemli oyunu daha bireyselleştirerek 60’lı yıllardaki Brezilya gibi hem kazanan hem de zevk veren bir takım yaratmak istedi. Başaramadı. İtalya aldı kupayı.

1998’de şampiyon olan Fransa takımı ise sonradan bu şampiyonluğun belgeselini yaptığında gördük ki, sistemli bir takıma bir ruh da eklemek istemişti. Teknik Direktör Aime Jacquet futbolcularına açık açık diyordu ki, biz bu şampiyonayı bireysel yeteneklerimizle ya da sistemli bir takım olarak kazanamayız. Bir takım ruhu oluşturmalıyız. Bir kardeşlik duygusu yerleştirmeliyiz takıma. O zaman bireysel yetenekleri de takım disiplinleri de bizden iyi olan takımları yenebiliriz.

2008’de Fatih Terim tıpkı meslekdaşı Aime Jacquet gibi duygular içinde olmalıydı. Ama daha farklı bir şey denedi. Kaleci ve defans bloku dışındaki tüm oyuncuları farklılıklarına göre belirledi. Hiçkimse hiç kimsenin alternatifi değildi. Çünkü aynı işi yapmıyorlardı. Emre Belözoğlu’nu orta alana koyduğunda verdiği katkıyı alternatifi gibi görünen Tümer vermiyordu. Tümer’in takıma katkısı çok daha farklıydı. Özellikle kanatlarda bu durum çok belirgindi. Sol kanatta oynayabilecek Türk futbolcuları Tuncay, Arda, Uğur Boral her biri çok farklı katkılar veriyordu. Sağ kanatta, Hamit, Kazım, Gökdeniz, Mevlüt aynı şekildeydiler. Nihat’ın alternatifi Semih olamazdı. Bambaşka özelliklere sahip forvetlerdi.

Fatih Terim farklılıkların takımını yaratmıştı. Hazırlık maçlarında her maç değişik şeyler deniyordu. İnsanlar da eleştiriyordu. Bir sistemimiz yok, ne oynadığımız belli değil. Bu gibi eleştiriler Fatih Terim’in yaratmak istediği takımın temel nitelikleriydi zaten. Sürprizli anlaşılamayan bir takım yaratmak istemişti hoca ve başardı.

Örneğin Çek maçının ilk yarısında topları geriden şişiren bir milli takım vardı. Ben de o zaman demiştim, madem şişireceksin Hakan Şükür’ü neden almadın milli takıma. Ama cevabı galkibiyetin ardından basın toplantısında soru sorulmadan geldi. Topları şişirip ileride baskı yapacaktık. Uzun toplara onların vuracağını biliyorduk. Biz vuralım diye atmadık o uzun topları. Ama orta sahamız eksik kaldı, beklediğimiz gibi basamadık dedi. Hırvatlara karşı ise bu baskıyı yapabildik. Dinamik, çabuk ve kısa oyuncularla uzun boylu nispeten daha ağır futbolculara kendi sahalarından kolay çıkma imkanı vermedik. Maçın genelinde başa baş oynadığımız tek maçtı belki de.

Fatih Terim her maç değişebilen her tür sisteme uyum sağlayan bir takım yaratmak istemişti. Darwin’in sözünü içselleştirmişti belki kimbirlir : “En güçlüler değil en iyi uyum sağlayanlar yaşayakalır.”

Biz en güçlü takım değildik. Ama benzersiz bir uyum yeteneğimiz vardı. Çünkü eldeki parçaları sisteme uydurmaya çalışmıyorduk. Tersine eldeki parçaların sistemi oluşturmasına imkan tanıyorduk. Sistemin parçaları yerine parçaların sistemini seçmişti Fatih Terim.

Bireysel yeteneklerden mekanik sistemlere derken organik sistemli bir takım hayal etmişti Fatih Terim belki de. Eksik de kalsa, sakatı cezalısı çok da olsa, baş parmağı olduğu sürece işlevli bir sistem. Baş parmağın yanındakileri kendine uydurduğu, yeni şartlara uyum sağlayan, her bir parmağın da farklı özelliklere sahip olduğu yaşayan organik bir sistem. Yedek kaleciyi orta sahada oynatırım esprisi bunu doğrulamıyor mu ? Takımın zor anlarda yarattığı ekstra güç ile can havliyle kaçan bir ceylanın yarattığı ekstra güç benzemiyor mu birbirine ?

Biz makine düzeniyle oynayan mekanik sistemli bir takım değiliz. Bu çok açık. Ama bu eleştiri bizim takımımızın bir sistemi olmadığını anlatmıyor bize. Değişik bir sistemimiz olduğunu anlatıyor. Herkesin kendi değerini bildiği, ihtiyaç olduğunda santrforun kaleye, kalecinin orta sahaya geçebildiği, her biri kendi içinde organik birer sistem olan multifonksiyonel parçalardan oluşan bir organik megasistem bizim milli takımımız. Ne olduğunu anlamayanlar da mekanik dünya görüşüne sahip Avrupalılar.

Turnuva başında Fatih Terim’in ne yapmak istediğini kısmen anlamış biri olarak bu takımdan şu şekilde söz ediyordum: “Bu takımın yapacağı hiçbirşey beni şaşırtmaz. 0 puanla gol atamadan da dönebilirler, kupayı da alabilirler.” Kaderin cilvesine bakın, şu an herkes aynı şeyi söylüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder