5 Şubat 2009 Perşembe

Berbat Bir Film : The Curious Case of Benjamin Button

Yeni bir film, yine bir film sevgili okur ve ne yazık ki yine berbat bulduğum bir film. Bir kere Benjamin Button’ın hikayesi hiç “merak uyandırıcı bir vaka” değil. Notebook filmine ve çakma Notre Dame’ın kamburu hikayelerine olan düşmanlığımı daha önce de belirtmiştim, bu da öyle uzun soluklu klişe bir aşk hikayesi.

Hepinizi uyarıyorum yaşlı doğup, bebek ölmek, bu filmin ana hikayesi değil, bir meze. Fakat yediğiniz yemek o kadar berbat ki, hiçbir meze kurtarmaz onu. Ne rus salatası niyetine anlatılan “sliding doors” hadisesi, ne acılı ezme niyetine anlatılan saatçinin hikayesi ve ne de patlıcan ezmesi niyetine anlatılan yaşlı doğup, bebek ölme hadisesi. Et kötü pişmişse, inek deli dana hastalığına tutulmuşsa, o yemekten hayır gelmez. Dahası sofraya papazın iyileştime hikayesini bir sürahi su niyetine koymuşsun da sofrada bardak yok. Bir de, tüm bunların üstüne mezelerin çoğu daha önceden duyduğunuz, bildiğiniz klişelerse, hiç olmuyor.

Bu filmin ilk hikayesini duyduğumda aklıma Can Yücel’in “Hayatı Tersten Yaşamak” başlıklı aşağıdaki yazısı gelmişti ve umutlanmıştım keyifli bir film izleyeceğime dair. David Fincher ismi de iyiydi, Seven, Fight Club falan. Bu kadar keyifsiz sıkıcı bir Notr Dame’ın Kamburu hikayesi beklemiyordum yani.

“Hayatı Tersten Yaşamak

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş seklidir…
Şüphesiz ki yaşamı tersten yasamak daha güzel,
Hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mi ?
Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde,
Herkes karsınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor
Ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz,
yaşlı, Olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor,
aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev....
Altmışlı yaslara kadar herşey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün,
Size hoş geldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz..
Ve genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan
Tecrübeli bir insan olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan...
Vücudunuzda bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade...
Aman ne güzel günler başlıyor...
Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, "fazla çalıştın" diyor "artık eve dön, isi bırak,
Okumaya basla, harçlığın benden olsun..."
Keyfe bakar misiniz ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor.
Ekmek elden, su gölden bir dönem başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken Anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor,
Araba kullanma derdi de yok artık...
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar,
"Evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna" diyorlar..
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar,
Hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok,
Bir kordondan besleniyor, sıcacık, yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yasıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Ve günün birinde müthiş bir olayla hayatiniz bitiyor...”

Şimdi elinizde Can Yücel’in yazısında belirttiği türden duyarlılıkları barındıracak enteresan bir hikaye var ve siz bu güzelim hikayeyi berbat bir rostonun yanına patlıcan ezmesi olarak kullanıyorsunuz. Yapsana bir hünkar beğendi, biz de yiyelim afiyetle. Ama rosto o kadar berbat ki iki saat kırk dakika çiğniyorsunuz çiğniyorsunuz bir türlü sindiremiyor vücudunuz. Bütün o mezeler de ziyan oluyor, en çok patlıcan ezmesine üzüldüm.

Esasen bir filmin senaryosunu şurası şöyle olsaydı diye eleştirmekten hiç hazzetmem, çünkü adam sen de senin dediğin gibi bir film çek o zaman derse hık diye susar kalırsın. Ama film bütünsellikten o kadar uzak, o kadar dağınık ki, kah savaşın kötü bir şey olduğunu, kah hiçbirşey için geç olmadığını, kah aşkın en engel tanımaz duygu olduğunu, kah varlıklı Amerikalının neden Hint felsefesine sığındığını, kah “carpe diem”i, kah ucubelerin de yaşam hakkı olduğunu anlatıp duruyor. Ben hayatımda bu kadar kafası karışık bir film izlemedim. Ve film o kadar uzun ve o kadar rüzgarlı bir sonbahar akşamındaki ağaçtan kopan kurumuş yaprak ki, savrulmasını izlemekten yorgun düşüyorsunuz.

Bu kadar dağınık bir filme de spoiler vermeyeyim kaygısyla bu kadar dağınık bir eleştiri yazısı layıktır.

11 yorum:

  1. uzunlugu beni cok urkuttugunden oturu, sinemada izlerim lan, nasil olsa sinemada yerimden kalkmaya kalksam kalkamiyorum da, o kadar makalelerde falan bahsediom insanlar sinemada tutuklu durumdalardir die, ben de tutuklu olurum diyordum.

    bir yandan da, deyvid denyosunun zodyak isimli 157 dakikalik iskencesinden sonra kendisine olan guvenim bir kere sarsildigindan oturu, filme de cokca supheli yaklasiyordum.

    belki diyorum, bu yaziniz benim beklentilerimi iyice dusurur de, filmi katlanilir kilar.

    ama notebook dediniz, ask filmi dediniz. yeminlen hayattan sogudum 2 dkda

    YanıtlaSil
  2. Heee Zodiac daha bir meşhurmuş, Allah'tan isabet etmedi bana. Valla benim ölçülerimde film kesinlikle ne anlatacağını bilmiyor. Benim gibi bütünlüklü, yani bir sahnesini bile çıkaramayacağın, bir sahne bile çıkarsan filmin çok şey kaybedeceği türden filmleri seviyorsan bu film gerçekten berbat. Ama genelde beğenilmiş film. Yani ekşi sözlükte falan okudum biraz da, olumsuz eleştiren pek yok. Bende de arıza olabilir yani :)

    YanıtlaSil
  3. aman eksi sozluge de kafam girsin :p

    bazen bazi filmleri o kadar cok begeniyorlar ve o kadar cok gotume benziyor ki. sasip kaliyorum.

    misal ben babelden nefret etmistim, hayatta da sinemada 2. yarisini izlemeyip bi tane film varsa o da babeldir misal.. ama herkes super otesi bulmustu filmi.

    yine de, ben bugun ya da yarin, gidip de sinemaya, izlemeyi dusunuyorum bencamini

    YanıtlaSil
  4. Babil'i ben de beğenmiştim ya :)

    Hahahaha.

    YanıtlaSil
  5. ben filmi beğenenlerden biri olarak yorum yapmak istedim. film eleştirisinden anlamam. tüm kültleri seyretmişliğim yoktur. ama benjamin buttonda bana süreklilik duygusu veren, hikayeden ziyade, benjamin button'ın suratındaki o sürekli dingin ifadeydi. olay örgüsünü ikinci plana atabilecek kadar etkileyici geldi bana button'ın yaşlılığından çocukluğuna yüzünde hep aynı duran ifade ve o herşeyi olduğu gibi kabul eden, herşeye hazır ve açık hali...hatta söylediklerinizin aksine (bence), o yaşamlardaki dağınıklığın ortasında onun dinginliği ve sürekliliği ön plana çıkıyordu. ama hepimiz kendi görmek istediğimizi görüyoruz elbette...ben de onu istedim onu gördüm belki de...

    YanıtlaSil
  6. sevgili kelebekler ozgurdur.

    170 dakika boyunca bir ifade cekilir mi ? 170 dakika boyunca ben babami seyretmem be :)

    YanıtlaSil
  7. Valla ben de sinema gurusu olduğum için eleştiryor değilim zaten. Ben de anlamam yani. İşte Benjamin Button'ın suratındaki ifade bana yetmiyor. Mesela iki saat kırkyedi dakika süren bir filmde Daisy'nin kızı ile annesinin neden birbirlerine yakın olmadıklarını anlatmasını bekliyorum. Anlatmayacaksan o detayı niye koydun oraya diye sorarım David'e ki spoiler olmasın diye yazmıyorum, bunun gibi çok fazla olay var filmden çıkarsan filme hiçbir etkisi olmayacak. Ne bileyim Queenie'nin çocuk sahibi olmasını gerçekten papaz mı sağladı yani. O sahne neden var mesela? Hepsinden önemlisi, Benjamin de diğerleri gibi genç doğup yaşlı ölseydi film ne kaybederdi? Daisy ile çocukluk arkadaşı olsalar ve hep birbirlerini sevseler ne değişirdi? Benjamin de yine o dingin yüz ifadesini hep sürdürse mesela sen yine severdin filmi ben yine sevmezdim anlatabiliyor muyum? Veya o "sliding doors" mantığındaki kaza hikayesi o şekilde değil de gayet basitçe Daisy kaza geçirdi şeklinde anlatılsa film ne kaybederdi. Benjamin Hindistan'a gitmese nolurdu? O kadın 68 yaşında Manş Denizini geçmese nolurdu? Söylemeye çalıştığım şey basit filmde bir sürü detay var ve neredeyse hiçbiri ana hikayeye hizmet etmiyor. O zaman onca detay niye var?

    Anlatabiliyor muyum?

    YanıtlaSil
  8. bilmiyorum. the painted veil'den de edward norton'ın yüz ifadesi kazınmıştır hafızama. dediğim gibi, tercihler farklı olabiliyor.

    filmde alakasız birçok şey yama mantığıyla var. arada görüntülerin (anıların) eski filmlerden kesilip yapıştırılmış gibi komik bir biçimde verilmesi gibi...aslında filmde tam da sizin bahsettiğin o detayların birbirine iliştirilmemişliği belki de bilinçli birşeydir.

    ama dediğinizi anladım.

    YanıtlaSil
  9. kelebeklerözgürdür, tam da "neden sevdim acaba ben bu filmi" diye düşünüp bulduğum şeyi söylemişsiniz, yani tamamını değil elbette ama bir kısmını.. "suratındaki dingin ifade", çocukken yaşlı, yaşlıyken çocuk olmasından kaynaklanıyordu sanıyorum,ve bunun ne verip ne aldığını izlemeyi çok sevdim ben..

    hiç bir şeyin eksikliğini de hissetmedim, Selim Işık'ın aksine, Daisy ile kızının neden yakın olmadığına dair içimde hiç bir merak uyanmadı mesela..

    filme-filmlere "bunu çıkarsak ne olurdu? bunun bize ne faydası oldu?" diye yaklaşmak belki de genel bir yaklaşım çeşidi. ama uygulamaya kalktığımızda (şiirlerde dizeler, hayatta anılar ve günlük pek çok konuşma için)geriye elimizde ne kalıyor? "her şey boş değil mi?"ye varırım ben buradan..

    "Benjamin de diğerleri gibi genç doğup yaşlı ölseydi film ne kaybederdi?" sorusunun cevabı sanıyorum "film kendini kaybederdi" olabilir :)tüm o detayların "bağlantılı olmadan bütün lük içerisinde" verildiğini düşünüyorum çünkü. tek tek bakıldığında hiç bir manası olmayan, biraraya geldiğinde ise güzel bir yüzü oluşturan uzuvlar gibi..

    - spoiler olsun
    manş denizini geçen teyze ile birlikte olduğu odanın kapı numarası 52, daisy ile birlikte olduğu dairenin kapı numarası 25ti, her ikisi de o dönemde bulunduğu yaklaşık yaştı. fincher bu gibi şeyleri filme sokuşturmayı seven bir yönetmen, izleyenler kendileri bir şeyler arasın bulsun, tamamlasın da istiyor olabilir bu dağınık bilgilerle.. ha buldukların ne işe yarar dersen külah yapıp kafama takıcam :) --

    saygılar,

    s.

    YanıtlaSil
  10. Aslında çok uzun yazıyordum da feci sıkıldığımı hissettim.

    "Benjamin de diğerleri gibi genç doğup yaşlı ölseydi film ne kaybederdi?" sorusuna "film kendini kaybederdi" cevabını verebiliyorsan, dahası tüm o detayların bağlantılı olmadan bütünlük içerisinde verildiğini düşündüğünü söylüyorsan, sana diyeceğim tek şey film senin için gerçekten güzelmiş.

    Bu sorulara ben hiçbirşey kaybetmezdi ve tüm o detaylar belki de hayatın savrukluğuna, kaotikliğine vurguydu cevabını verdiğim için film berbat.

    YanıtlaSil
  11. Dün seyrettim de filmi. Hakikaten berbatmış ya.

    YanıtlaSil