19 Haziran 2009 Cuma

Hikmet’in Sevgi’si

Öncelikle Tehlikeli Oyunlar’ı dün gece bitirdiğimi söyleyeyim. İlk okumamın ne kadar dandik bir okuma olduğunu da görme fırsatım oldu. İlk bölümü okuduktan sonra yazdığım yazıyı da şimdi hiç beğenmiyorum. Oysa yazarken iyi gibi gelmişti. İkinci bölümde Sevgi’nin hayatı detaylıca anlatılıyormuş. Erken ötmüşüm, kesin başımı. Aşağıda Sevgi’nin hayatını özetledim. Yorumsuz alıntı yazmayı sevmem aslında, ama Oğuz Atay’ın cümleleri o kadar şahane ki, yoruma yer bırakmıyor. İnşallah kitabın bütünü hakkında yazmayı hayal ettiğim kadar iyi bir yazı yazabilirim. Bu arada kitabın muhteşem olduğunu, okumayanların mutlaka okuması gerektiğini de bir kez daha ifadeetmek isterim. Şimdi buyrun size Oğuz Atay’ın Sevgi’si (Love).

Sevgi “ufak tefek solgun yüzlü Leyla Nezihi Hanım ile daha genç yaşta saçları iyice dökülmüş olan esmer ve iriyarı Süleyman Turgut Bey gibi Fransızca-Almanca, romantik-realist, taşralı-büyük şehirli, hastalıklı-sağlam, çekingen-atılgan, muğlak-kat’i gibi bir çok bakımdan zıt kutupları temsil eden” (1) bir anne babanın kızıydı. Kısa sürede izdivaçlarının ilk büyüsü sona ermiş ve Süleyman Turgut Bey, becerikszliği ve büyük şehirli tavırları yüzünden karızına tarizlere başlamıştı ama, Leyla Nezihi Hanım, almış olduğu terbiye sebebiyle bu vaziyeti kimselere anlatmıyordu. Sevgi bir yaşındaydı.” (2) Oturdukları tek katlı evin “daha henüz temelleri, atılırken getirilen mermerlerin Bergama tipi sütunlarda işe yaramayacağı anlaşılınca, bütün ev, salonlar ve odalar dahil, beyaz mermerle kaplanmıştı. Evin muhtelif yerlerinde büyük kömür sobaları yakılmakla birlikte, bu mermerler yüzünden taşranın kışı evde bütün soğukluğuyla hissediliyordu. Leyla Nezihi hanım daima üşüyordu.” (3) “Karakterinde zamanla müsbet bir inkişaf kaydedemeyen bütün evli erkekler gibi Süleyman Turgut Bey’in de şahsiyetinin tek renkli tarafı cimriliği olmaya başlayınca sobaların sayısı azaldı. Leyla hanım da bu yüksek tavanlı ve beyaz mermerli evde, omuzlarına daha çok sayıda şallar örterek, babasının evinden getirmiş olduğu Avrupa malı battaniyeyi bütün kış müddetince sarınarak, elinden düşürmediği Fransızca romanlar arasında gittikçe küçüldü. Sevgi beş yaşına basmıştı.” (4) “Sevgi babasından ciddiyeti annesinden de üşümesini aldı.” (5) “Sevgi soğuk mermer denizinin ortasındaki koltuğunda annesinden Fransızca öğrendi ve babası onu, ilk mektebi bitirince, İngilizce’yi iyi öğrettiği söylenen yabancı bir okula yazdırdı. Sevgi itiraz etmedi. Yalnız, mektebe başlamadan iki gün önce, gece yatağına yatarken, annesinin babasından daha çok yaşaması için yarısı Fransızca bir dua okudu. Piyano dersinden de fazla masraf olduğu esbabı mucibesiyle vazgeçildiği gün gene sesini çıkarmadı. Piyanonun üzerindeki ellerine bakarak bir süre düşündü. Ellerini ve ayaklarını çirkin buldu; erkeklerini onu beğenmeyeceğini, hiçbir zaman evlenemeyeceğini düşündü. Odasına gitti ve yatağının altında sakladığı ruju, renkszi dudaklarına ilk defa sürdü. Oniki yaşındaydı. Babasından ilk tokadı, aynada kıravatını bağlayan bir Süleyman Turgut Bey’i seyrederken yedi. Süleyman Turgut Bey, gece dolaşmalarından birine, sokak dişilerinden biriyle buluşmak için çıkmak üzereydi; kızının gözlerinde, babasının nereye gittiğini bilen, mahzun ve küçümsemeye kararlı bir ifade gördü aynadan. Süslenişiyle, kokular sürünüp ipek gömlekler giymesiyle alay edildiğini, durgun ve donuk bir istihza ile karşılandığını sezdi. Üşüyen yaratıkların soğuk istihzası. Annesinin gözleri. Sobaları kaldırtarak bizi üşüten bir cimrinin, sokak kadınlarına para yedireceğine inanmıyorum gözleri. Sen ciddi görünüşlü, gülünç bir çapkınsın gözleri. Aynadan kızına baktı: Dizkapaklarını örten kalın, çirkin çoraplar giymiş; kalın ayakkabılar. Erkeğe benziyor. Annesinin elbisesinden bozma, bol ebtari. Sizin şıklığınızla alay ediyorum baba kılığı. Birden elini kaldırdı Süleyman Turgut Bey. Boşuna atılmış bir tokat. Gözler, aynı gözler. Sevgi ağlamadı. Süleyman Bey, bir türlü yapılamayan şöminesinin, saçsız başının, Almanca’yı üç senede unutmasının ve daha bir sürü gülünçlüğünün şuurunu yaşadı bu gözlerde.” (6) Sevgi, “Çok üşüdüğü için ve güzel olmadığı için ve daima o sırada söylenecek sözü hemen bulup söyleyemediği için kendinden de zaman zaman nefret etti.” (7) “Sevgi, sobanın yanına oturur ve anlamakta güçlük çektiği matematik ya da fizik kitabına dalgın gözlerle bakardı.” (8) Babasına göre, “matematik öğretilemezdi, bu bir kabiliyet meselesiydi.” (9) “Sevgi, hemen cevap veremezdi; düşünürdü. Kendisinden ne istendiğini anlamak için, karşısındakinin gözlerine bakardı. Acele kararların uğursuzluğuna inanışı; ıstırap, acı, sefalet gibi uzakta belirsiz duran ve insan acele etmedikçe orada sadece birer kelime olarak bekleyen kavramlara karşı ürkekliği; üşümek gibi vücudunu kaçınamadığı felaketlerin belki de düşünceyle ilgili bir taklihsizlik olduğunu hissetmesi onu tutuk, bekleyici ve her dinlediği sözün üzerinde sanki uzun uzun düşünen bir insan yapmıştı. Oysa, pek düşünemezdi. Derinliklerinde bir yerde, beklemesini bilirse bütün tuzakların ortaya çıkacağını ve kötü insanların konuşarak sonunda kendilerini ele vereceklerini hissederdi.” (10) “Kendilerine yazık edenler, zamanın herşeyi nasıl halledeceğini bilemeyenlerdi.” (11)

Anlatımı ne kadar değişti Oğuz Atay’ın iş Sevgi’ye gelince, kitabın bütün bir ikinci bölümü boyunca klasik bir roman üslubuna geçiverdi. Sevgi mutsuz bir çocukluk geçirmişti. Yaşadıkları sonunda maddiyatçılığı geri planda tutup maneviyata yönelmişti. Başına gelenleri değiştirmekten çok katlanmayı seçiyordu. Pasifti. Onaltı yaşında Sevgi’nin annesiyle babası ayrıldı. yıllarca önce bir yolculuk sırasında adresini almış olduğu babasının mektepten arkadaşı, şişman, gür beyaz saçlı, Selim Bey evlerini ziyaret etti. Süleyman Turgut Bey evde yoktu. Leyla Nezihi Hanım boşandıktan sonra ziyaretlerine gelen ilk ve tek kişiydi Selim Bey. O da yalnızdı. “Neden yaşıyoruz sanki biz diye soruyordu Selim Bey. Kısa zamanda samimi olmuşlardı.” (12) “Ne iyi oldu da şu ihtiyar günlerimde birlikte sıkılacak dostlara rastladım”(13) diyen 50 yaşındaki Selim Bey’in karısı beş yıl önce ölmüştü. Selim Bey’in karısı bir zamanlar başka bir erkekle kaçmış, bir sene sonra eve dönmüş ve herşey ama herşey eskisi gibi olmuştu. Selim Bey karısına kendisinden ayrı geçirdiği yıl hakkında hiçbirşey sormamıştı. O yaz Sevgi ile Leyla Nezihi Hanım mermer döşeli soğuk evden Selim Bey’in karısı için titizlikle döşediği büyük şehirdeki deniz kenarındaki evine gittiler. Selim Bey’in evinde “her biri kendi kafasındaki dünyayı yaşadığı halde, hep birlikte oldukları için, aynı nedenle duygulandıklarını, aynı şeylere güldüklerini sanıyorlardı.” (14) “Sevgi, belirsiz fakat güzel şeyler beklediğini sanıyordu; durgun yaşantısını düzenli ve aklı başında bir hayat olarak yorumluyordu. Aslında meseleler basitti. Onları karıştıran insan ihtirasıydı. İhtiras kelimesini düşündü Sevgi bir süre. Hayır düşünmedi: Hayvanat bahçesine ilk defa götürülmüş bir çocuk gibi baktı bu vahşi kelimeye. İhtiras, basitlik ve bayağılıktı. İhtiras babasının gülünç tavırlarla giyinip, sokak dişilerinin peşinden koşmasıydı. İhtiras, Selim Bey gibi bir insanın bile onu yüzüstü bırakan bir kadın için gece yarılarına kadar kan ter içinde koşuşmasıydı; nefes nefese koltukları, kanapeleri, dolapları masaları eve taşımasıydı; bir gün her tarafını otlar bürüyen bahçeye yüksek duvarlar yaptırmasıydı; sesi unutulan karışık zil tertibatlarıyla evi donatmasıydı. İhtiras, Sevgi’den çok daha güçlü insanların sonunda bu küçük ve güçsüz ve üşüyen kızdan daha bitkin, daha yorgun düşmesiydi. Oysa, Selim Bey’in yarım kalan parçaları gibi küçük şarkılar yazılabilirdi, birbirine karşı çıkmayan yumuşak yaşantılar anlatılabilirdi. Olağanüstü gibi bir kelimenin hırpalamayacağı sıcak dünyalar kurulabilirdi. Oysa, ihtiras, insanın başkalarında koltuğunda oturuken bile hissettiği üşütücü bir hastalıktı.” (15) “Yaz ortasında annesi birden hastalandığı için dönmek zorunda kaldılar. Doktorlar hastalığı pek anlayamadılar.” (16) Annesinin hastalığı sırasında hastane koridolarındaki “koşuşmalar sırasında Sevgi’nin bilime karşı duyduğu düşmanca korku, yerini inançsızlığa bıraktı.” (17) “Fakat hiçbir zaman beylik bir hastayakını olmadı: Peşinden koştuğu beyazgömleklilere ne körü körüne bağlandı; ne de onları amansızca eleştirdi. Elbette öğle vakti yemek yiyecekler, elbette sabah sekizde benim gibi gelemezler, elbette bana farklı davranmayacaklar; onlar da insan. Onlar da insan. (Sevgi’nin gözünde onlar hiçbir zaman dalailama olamadılar)” (18) “Leyla Hanım muayene olurken, bir yerindeki sıkıntısından söz edince, bilim böyle bir rahatsızlığın olamayacağını bildirerek hasta kadını susturursa Selim Bey de hemen bilime katılıyordu: Sıkıntılarını sen bilimden daha mı iyi bileceksin diye paylıyordu Leyla Nezihi Hanım’ı. Bir çok dert de, ne yazık, bilimin istediği tanımların içine sığmıyordu. İnsanın bilimdışı ne kadar çok hastalığı vardı.” (19) “Sevgi günün birinde, bilimle alışverişini bütünüyle kesti: İlaçlardan büyük bir kısmını ortadan kaldırdı, koridorlarda koşuşmaktan vazgeçti. Bu ilaçlar daha kötü etkiliyordu annesini; karşı konulması imkansız bir kadere boşuna isyan ediliyordu. Selim Bey’in itirazlarına da aldırmadı: Bir zamanlar Nazım bey’in bile korktuğu Sevgi olmuştu artık. Evin mutlak hakimiydi; Selim Bey de çekiniyordu ondan. Leyla hanım da esikisi kadar şikayet edemiyordu. Hastalık, sözü edilmesi yasak bşir günah olmuştu. Bazı şeyleri bizden iyi bilen yüksek kuvvetler vardı. Istırap, hastalık, ölüm gibi, insan kaderine hükmeden büyük kavramları, günlük yaşantı içinde olur olmaz kullanmanın cezası çekiliyordu: İşte ölüm, işte hastalık, işte ıstırap deniyordu insana. Bu onsekiz yaşında, bu küçük, bu güçsüz kız, gizli bir kuvvetin yeryüzü temsilcisi gibi titretiyordu çevresini: Yakın akrabalar, onun korkusundan ziyaretlerini kısa kesiyorlardı. Leyla hanım bileyatağının ucuna ilişenlerle alçak sesle konuşuyor, Sevgi’nin kızma ihtimali olan olan sözleri, kız odadan çıktıktan sonra söyleyebiliyordu. Herkes, Sevgi’nin gözlerine baktıkça, Leyla Hanım’ın eriyip gitmesinden kendini sorumlu tutyordu. Bir iki yıldır görmedikleri yakınları, kapıyı çaldıkları zaman Sevgi’nin acı gülümsemesi ile karşılaşıyorlardı: Şimdiye keadar neredeydiler? Bu dünyada anne-baba-çocuklar üçlüsünün dışında kala her topluluk, insan ilgisinin (sebebi ne olursa olsun) dışında mı kalmalıyıd? Evet, kalmalıydı, Sevgi annesinin yatağını yanına getirmiş olduğu koltuğa büzülüp şalına sarınıp sabahlarken, bütün bunları düşündü; sonunda insanları, karıncalar gibi kalabalık ve nereye koşuştuğunu bilmeden çarpışıp duran önemsiz varlıklara benzetti. Her gün onları annesinin yatağından kapının önüne süpürmekten usanmaya başlamıştı.” (20) Annesi kısa bir süre sonra öldü Sevgi’nin. “Zamanından önce öksüz kalmanın da, boşanmak ve evini terketmek ve başka birine aşık olmak gibi yersiz bir durum olduğu belliydi. Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam kadro ile bulunmak gerekiyordu: Anne, baba, hatta kardeşler, ve hatta minimum sayıda akrabalar.” (21) Sonunda Sevgi defterine “Burada doğdum. Çok büyümedim. Bir ay önce annem öldü. Onu severdim. Bana benzerdi. Bazı haksızlıklar oldu. On sekiz yaşındayım. Daha liseyi bitirmedim. İyi bir öğrenci değilim. Annemi burada bırakıyoruz. Yalnız kaldım. Uzun yazmayı sevmiyorum. Kadınca bazı dertlerim var. Utanıyorum. Annem gibi ölmüş olmayı isterdim. Fakat, annem gibi genç yaşta ölmekten de korkuyorum. Beni anlayacak biri çıkar mı acaba?” (22) yazacaktı.

Sevgi annesi için iyi dileklerde bulunarak “türbeleri kiliseleri mum yakarak dolaşırken” (23) Nursel Hanım ile karşılaştı. Nursel Hanım, ressam kocasını yitirince, “günlerce bir sandalyenin üzerinde oturmuş ve karanlık düşüncelere dalmıştı. Ölmek istiyordu; yani bir kolaylık peşindeydi, her şeyden birdenbire kurtulmak istiyordu. Oysa Nursel Hanım’ın ölümü, budünyadan kocasının varlığının bütünüyle silinmesi demekti. Sonra Nursel Hanım’ı bu durumda-sandalyenin üstünde karanlık bir durumda- gören bazı arkadaşları- kocasının arkadaşları- ona bu dünyaada daha işinin bitmediğini anlatmışlardı. Bunlardan biri piyano dersi vermeye başlamıştı Nursel Hanım’a. Acısını unutturmak için düşünmemek için, piyanodan başını kaldırmıyordu. Ne kadar ilerlemiş olmalıydı ki, kısa bir süre sonra tanınmış bir baritonla biraz müzik yaptıkları zaman bu meşhur şarkıcı hayran kalmıştı Nursel Hanım’a. Dul kadının ayrıca iyi sesi olduğuna da karar verilmişti. Sonra iyi resim yaptığına da karar verdiler. Hep başklaraının yargılarıydı bunlar. Seramik yapabileceğine de, başkaları karar vermişti. Yabancı dilini biraz daha ilerletirse, çok güzel tercümeler yapabileceğine de karar verilmişti. (Hatta buna Nursel Hanım bile inanamamıştı önceleri).” (24) Sonuçta “onlar karar veriyordu, Nursel Hanım çalışıyordu.” (25) “Sevgi çekinerek ben ne yapabilirim diye sordu. Liseyi çok zor bitirdim doğrusu. Ben hiçbirşey beceremem. Dul kadın heyecanla itiraz etti: Sen bilemezsin bunu. İnsan kendini anlayamaz böyle işlerde.” (26) Böylece “Sevgi de bir sanat-edebiyat-müzik-metafizik-büyü-felsefe seline kapıldı; daha doğrusu elinden geldiği kadar bu akışı kıyıdan izledi.” (27) “Sevgi bu ortamı sevmedi; dışarıya karşı sarsılmaz bir birlik gibi görünen bu topluluğun, kendi içinde yakışık almaz çekişmelere düştüğünü söyledi Nursel Hanım’a. Birçok tanınmış, başka tanınmışların eserlerini, en uygunsuz yerlerde ve en uygunsuz organlarıyla bilee yapacaklarını söyleyerek övünüyorlardı. Her birine göre bir başkası sanat hayatının sonuna gelmişti. Özel yaşantılarda da uygunsuzluklar görüyordu Sevgi. Evliliklerde biraz aşırı sayıda transferler oluyordu; sonunda yanılıp ilk karısıyla evlenen bile vardı.” (28) Sevgi Nursel Hanım’ın bir felsefe öğrencisi ile beraber olduğunu duyduğunda, Nursel hanım ile iki hafta görüşmedi. Nursel Hanım gelip felsefe öğrencisinin onu ne kadar kırdığını anlatınca bir de üstüne üstlük felsefecinin Sevgi’ye attığı iftiradan bahsedince (Güya felsefeci Sevgi ile yatmıştı.), Sevgi Nursel Hanım’a yardım etti, Nursel Hanım’ın küçük evini pek çok şeyi atarak ya da satarak düzene koydular. “Sevgi’nin her çeşit kalabalıktan başı ağrıyordu; insan kalabalığı kadar eşya kalabalığı da onu yoruyordu.” (29) “Sevgi bir süre sonra Selim Amca ile oturmanın güçlüklerini farketti. Sessiz dünyası, ihtiyar adamın canını sıkıyordu galiba. Ergun da amcasının bu yabancı kıza miras bırakmasından endişelenerek, Sevgi’ye karşı düzenler kurmaya hazırlanıyordu. Bir akşam üzeri, Selim Bey’le yaptığı küçük bir tartışmadan sonra Sevgi, bir iki parçadan ibaret olan giyim eşyasını topladı ve kimseye veda etmeden çıkıp gitti.” (30) “Sevgi dul kadının evine yerleşti. Hayatta başka hiç kimsesi kalmamıştı, hiçbirşeyi yoktu. Annesi ölmüştü, babası ölmüştü, bir iki parça eşyasını da Selim Bey’de bırakmıştı; başka bir akrabası ya da varlığı zaten yoktu. Çok kitap da okumamıştı; sadece Nursel Hanım’la birlikte yaaşdığı gürültülü hayat sırasında bazı kitaplardan bahsedildiğini duymuştu. Bahsedenler de genellikle bunları başkalarından duymuş oldukları için, kitaplar hakkında da fazal bilgi edinememişti. Ev kadınlığını da öğrenememişti; erkekleri çekecek hayat kadınlığından da uzaktı. Bazı haksızlıklara uğramıştı; başka söylenecek hiçbirşey yoktu. Solgun yüzüne bakan erkekler, orada dinlendirici bir manzara bulurlardı. Bir gece çok sarhoş bir ressam yanındakine, bu kızla evlenmeli azizim, demişti, insan senatoryuma girmiş gibi olur.” (31) “Sevgi, uzun bir kış uykusuna yatmış gibiydi; uzun boylu bir kahramanın kendisini öperek uyandırmasını bekliyordu. Bir genç kızın yaşamak isteyeceği rüyaların kötü sonlarını gördükçe ümitsizliğe düşüyordu Sevgi: Babası, masum da olsa, düznsiz yaşayışı yüzünden eriyip gitmişti; annesi, rahat bir ömür sürdürmek gibi zararsız bir hayal uğruna, sevmediği bir insana yıllarca katlanmıştı; Nursel Hanım bütün insanlığı kucaklamak isterken, neredeyse bu dünyanın altında eziliyordu. Sevgi’nin beklediği uzun boylu prensin işi oldukça zordu; ona bütün dünyanın nimetlerini, bütün insanlarından kaçırarak vermek zorundaydı. İnsanlığın bu iki sevgiliye anlayışla davranması gerekiyordu: Herkesin hediyesini onların önüne bıraktıktan sonra iki adım geri çekilmesi ve saygılı bir selam vererek kaybolup gitmesi şarttı. Onları görmeye gelen bir insan, fazla heyecanlanmadan, vazgeçilmez bir yakınlık duymadan çekilip gitmeliydi. (Hiç bir su sonuna kadar içilmeyecek, hiç bir sofrada yemeğin sonuna kadar oturulmayacaktı.) Herkesin kendi evinde, kendi dünyası kurulmalıydı. Ancak kendi dünyasını kuramayanlar, başkalarının evlerine koşarlardı. Milyonlarca krallık kurulmalıydı: Aralarında yalnız diplomatik ilişkiler bulunan milyonlarca bağımsız ülke.” (32) Sevgi tam bunları düşünürken Hikmet ile tanıştı. Çok kısa sürede evlenmeye karar verdiler. “İkisi de daha önce toplumun bir kenarına itilmişti. İkisi de küçümsenmişti. Herkesi yargılayan ve kimseyi beğenmeyen Sevgi’ye, şimdiye kadar sahip çıkan olmamıştı. Herkese akıl öğreten Hikmet, bir türlü üniversiteyi bitirememişti.” (33) “Hikmet belki de kendini beceriksiz ve başarısız buluduğu için, Sevgi’yi herkese beğendirmek zorunda olduğunu sanıyordu.” (34) “Bu gösteri pek başarılı olmadı: Mesela Naciye Teyze ile Asuman güzel bulmadılar Sevgi’yi. Hikmet pekala Asuman’la evlenebilirdi dendi (arkalarından). Hikmet’in arkadaşları da, şimdiye kadar bu çocuğa neden doğru dürüst birini bulamadık diye üzüldüler.” (35) Evliliklerinin ilk zamanlarında “iyileşmekte olan iki hastaya benziyorlardı. Dumrul onların bu durumunu – özellikle Hikmet’inkini – geçici bir iyileşme sayıyordu. Dumrul’a göre hastalık, Hikmet’in kafasında – belki de beyninin kıvrımları arasında – geçici ve sinsi bir uykuya yatmıştı.” (36) “Sevgi’yle Hikmet’in evi kısa bir süre sonra gördüğü ilgiyi kaybetti. İnsan bu evde, bir sahne sonra ne olacağını merak etmiyordu; sürekli olarak yeni heyecanlar beslenmiyordu, hep havada kalıyordu. Evlerindeki koltuk sayısı da bir türlü ikiye çıkmıyordu; oysa artık bir akrabalarının olması için gerekli zaman geçmişti. Böyle bir ortamda marşın basmaması, yolda giderken arabanın ses yapması, direksiyonda boşluk olması, radyatörün su kaynatması, arabanın çabuk hararet yapması, kapı kollarının bozulması, küçücük bir parçaya dünya kadar para verilmesi, park yerlerinin yetersizliği, parçacılarda ön cam satılmaması, iki lastiği birden patlaması, yeni arabaların pahalı oluşu, koltukların yeni yüz istemesi gibi son derece elle tutulur gerçekler, birer soyut kavram durumuna düşüyordu. İnsan neredeyse bunları konuşmaktan utanacak gibi oluyordu. Bu evde dedikodu da yapılamıyordu; Sevgi’nin böyle konuşmalardan başı ağrıyordu. İnsan da her zaman Sevgi’nin verdiği öğütleri dinlemekten sıkılıyordu doğrusu. Ve işte o zaman evin boşluğu ve heyecansızlığı, yani yükselip alçalmaların yokluğu göze çarpıyordu. Bu evde oturacak yer sayısı bir arabadakinden azdı. Belki bu evde bir kokteyl parti verilebilirdi; ona da bardak ve tabal yetişmezdi. Onları partilere çağırmak da yararlı olmuyordu: Kim diye takdim edeceklerdi Sevgi’yle Hikmet’i? Kimse de onlar gittikten sonra kimdi bu sevimli çift diye sormuyordu.” (37) “Sinemalara gittiler sıcak yaz günlerinde: Sevgi uyudu, Hikmet terledi. Geceleri, abajursuz ve avizesiz ve çıplak elektriklerin altında, konuşmadan uyku vakitlerini beklediler. Hikmet gittikçe artan bir isteksizlikle neyin var karıcığım diye sordu. Sevgi de gittikçe artan bir halsizlikle hiç diye karşılık verdi.” (38) “Hikmet’e babasından biraz para kalmıştı; nedense bu parayı saklamak istiyordu. Sevgi’nin sözlerine başını sallarken, bu parayla çalışmadan nasıl yaşanabileceğini kuruyordu kafasında: Bir evde en ucuz kaça oturulabilirdi? Bir günlük yiyecek kaç para tutardı? Sevgi de işyeri olarak kullanacakları binayı tarif ediyordu: O gün çok elverişli bir han görmüştü; tam istedikleri gibi. Tam kaça çıkar böyle bir yaşantı diye aklından geçiriyordu Hikmet.” (39) Bir kavga sonrası Hikmet Sevgi’nin küçük defterine yalnızlık balıklı bir yazı yazdı: “İkimiz de bu dünyanın insanı değildik. İyi kötü bir şeyler yapmaya çalıştık. Ben suçluyum: Sevgi’den farklı olduğumu gizledim. Gene de bizi yargılayanlara karşıyım. Ne yazık ki, sonunda onlar haklı çıktılar. Onlara göstermeliydim. Fakat anlatması çok zor: Benim becerebileceğim bir iş değil. Neler söyleyeceklerini duyar gibi oluyorum; duymak istemiyorum. Bir fırsat daha kaçırdık. Sevgi kendisini ve olanları hiç anlamayacak. Ben bir şeyler yapabilseydim. Başım ağrıyor, yorgunum. Boşu boşuna denecek, boşu boşuna. İşte buna dayanamıyorum.” (40)

(1) Tehlikeli Oyunlar sf. 168
(2) Tehlikeli Oyunlar sf. 168
(3) Tehlikeli Oyunlar sf. 169
(4) Tehlikeli Oyunlar sf. 169
(5) Tehlikeli Oyunlar sf. 170
(6) Tehlikeli Oyunlar sf. 170-171
(7) Tehlikeli Oyunlar sf. 171
(8) Tehlikeli Oyunlar sf. 172
(9) Tehlikeli Oyunlar sf. 172
(10) Tehlikeli Oyunlar sf. 175-176
(11) Tehlikeli Oyunlar sf. 176
(12) Tehlikeli Oyunlar sf. 186
(13) Tehlikeli Oyunlar sf. 186
(14) Tehlikeli Oyunlar sf. 196
(15) Tehlikeli Oyunlar sf. 196-197
(16) Tehlikeli Oyunlar sf. 197
(17) Tehlikeli Oyunlar sf. 200
(18) Tehlikeli Oyunlar sf. 201
(19) Tehlikeli Oyunlar sf. 201
(20) Tehlikeli Oyunlar sf. 202-203
(21) Tehlikeli Oyunlar sf. 204
(22) Tehlikeli Oyunlar sf. 211
(23) Tehlikeli Oyunlar sf. 213
(24) Tehlikeli Oyunlar sf. 222
(25) Tehlikeli Oyunlar sf. 222
(26) Tehlikeli Oyunlar sf. 223
(27) Tehlikeli Oyunlar sf. 224
(28) Tehlikeli Oyunlar sf. 227
(29) Tehlikeli Oyunlar sf. 229
(30) Tehlikeli Oyunlar sf. 230
(31) Tehlikeli Oyunlar sf. 230-231
(32) Tehlikeli Oyunlar sf. 231-232
(33) Tehlikeli Oyunlar sf. 236
(34) Tehlikeli Oyunlar sf. 237
(35) Tehlikeli Oyunlar sf. 238
(36) Tehlikeli Oyunlar sf. 240
(37) Tehlikeli Oyunlar sf. 242
(38) Tehlikeli Oyunlar sf. 248
(39) Tehlikeli Oyunlar sf. 251
(40) Tehlikeli Oyunlar sf. 252

6 yorum:

  1. Süleyman Turgut Bey "karızına tarizlere"(1) mi başlamış?

    (1) aramayın. kitabın hiçbiryerinde yok bu...

    YanıtlaSil
  2. karısına tarizlere başlamış. onun dipnotu da (1) değil (2). arayabilirsiniz kitabın bendeki baskısının 168. sayfasında var. Ya da,
    http://issuu.com/elflives/docs/atay_tehlikelioyunlar/89

    bu adresteki scan edilmiş versiyonunda soldan birinci paragraf.

    Anlayamadığım ise neden kitapta olmayan bir şeyi kitapta varmış gibi göstermek isteyeyim. Bu şüphe neden?

    YanıtlaSil
  3. sözcüklerin "karısına tacizlere" olduğunu düşünmüş, yanlış dizilmiş iki kelimenin yanyana geldiğini hatırlatmak istemiştim. yazara ve yazıya saygıdan. hepsi bu. onu öyle değil böyle göstermek istemiş olduğun ise aklıma bile gelmedi.

    verdiğim 1 nolu dipnotun ise, seninkilerle ilgisi yok. sıralı dipnotlarından esinlenerek verdiğim kendi 1 numaralı dipnotumdur.

    yazarak anlaşmak bazen ne zor oluyor...

    YanıtlaSil
  4. :) tariz iğneleme demekmiş. Ben de okurken öğrendim. o yazıyı tamamen manuel yazdığım için olmuştur baz typo hataları.

    YanıtlaSil
  5. Kullanddığım Türkçeden de nefret ettim şimdi ya neyse. Manuel Typo da çok ünlü bir düşünür olur. :p

    YanıtlaSil
  6. manueul çıtak var, fotoğrafçı :)

    YanıtlaSil