31 Aralık 2008 Çarşamba

Bir Yılbaşı Hikayesi: Onlar onlarcalar

Bugün 31 Aralık, yani yılın son günü. Bugün bir günlüğüne Hıncal Uluç olasım geldi. Size o yılbaşında saçlarını satıp adamın cep saatine zincir alan kadınla, cep saatini satıp kadının saçlarına gümüş tarak alan adamın vıcık vıcık hikayesini anlatmak isterdim, fakat bendeki hikaye biraz daha tuhaf ve sonu pek de o kadar iyi bitmiyor. Eee benden Hıncal Uluç yaratmak, Murat 124’ten Peugeot 206 yaratmak gibidir. Biraz da Hıncal’ın eli yüzü çarpılsın canıııııım :) Hikayemiz şöyle başlıyor sevgili okur:

Toygar İç Anadolu’nun yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı geçen bir şehrinde ilk işinde çalışmaya başlamıştı. O işte çalışmaya başlayana kadar yaklaşık altı ay boyunca büyük şehirlerde iş aramış, mülakatlara girmiş, sınavlardan çıkmış ama bir halt olamamıştı. Böyle bunalımlardan bunalım beğendiği günlerin birinde annesi kuzeninin şehrin en büyük sanayi kuruluşlarından birinde genel müdür yardımcısı olduğunu hatırladı.

Aslında olay böyle olmadı. Toygar zaten bu kuruluşta ilgili kuzen vasıtasıyla staj filan yapmıştı da büyük şehirlerde bir halt olabileceğine olan inancı tam olduğundan bu kuruluşta çalışma fikrine sıcak bakmıyordu.

Yok aslında böyle de olmadı. “Koskoca bilmemne mezunu Toygar Lodosoğlu bu uyduruk yerde mi çalışacak anneeee” sesiyle inlediğinde ev annesi Toygar’ın bu fikre sıcak bakmadığını düşünmüştü. Öyleyse annesi ne yapmalıydı, fikri ısıtıp tekrar tekrar Toygar’ın önüne koymalıydı. Evet, aynen böyle yaptı annesi. Oğlum staj yaparken orada Necati Abinle, Mehmet Abinle ne güzel anlaşmıyor muydunuz siz ? Git bir görüş Ahmet ile orada çok sözü geçtiği söyleniyor. Belki bir iş bulur sana. Beğenmezsen gene çalışma. Bulamazsa da zaten bir şey kaybetmezsin ki. Toygar ısıtılıp tekrar önüne konan bu fikri sıcak buldu. Hem öyle değil miydi, ne kaybederdi ki.

Yok, yok aslında böyle olmadı. Toygar hergün yarın intihar edeyim ben diye yatağa yatıyor, sabah kalktığında uzun uzun pencereden dışarı bakıp lan buradan atlasam kesin ölürüm di mi diye düşünüyordu. O günlerde Toygar’ın aklına tek takılan şey, oradan atlayıp da bütün kemiklerinin kırılıp da ölmeme ihtimaliydi. Çok korkuyordu ölmemekten. Bu korku daha sağlam bir intihar yöntemi bulmak için çabalamasına neden olurken, Toygar vazgeçiyordu o gün de intihar etmekten. Bu ruh halindeyken de Toygar’a onu yapmış bunu yapmış çok farketmiyordu. Böylece annesinin ısıtıp önüne getirdiği bu fikri sıcak bulmuş gibi yaptı Toygar. Bir yandan da telkin mekanizması çalışıyordu fonda: “Lan Necati Abi, Mehmet Abi harbiden eğlenceli adamlardı ya, onlarla çalışmak o kadar da kötü olmayabilir.”

Neyse, büyük gün geldi, babası Toygar’ı annesinin kuzeninin yanına götürdü. Hoşbeş, konu her zamanki gibi Toygar’ın çocukluğuna ve Ahmet’in ağzından daha uzun yıllar anlatılacak düdük hikayesine geldi.

“Bağda bir gün geçerken, Rabia Halam (Toygar’ın anneannesi) gel Ahmet buyur bir çay iç dedi. Ben de dedim ki Rabia Hala yağ mantısı yapmıyorsun ki geleyim. Toygar da o zaman daha beş yaşında falan. Senin de işin gücün düdük Ahmet Abi ya dedi. Lan bir şaşırdım, küçücük bebe beni bozdu ya Mesut Abi (Toygar’ın babası) hiç unutmam.”

Toygar bu hikayenin nesinin bu kadar orijinal olduğunu anlamıyor, düdük kelimesini bu manada kullanmayı nereden öğrendiğini de, böyle bir laf ettiğini de hiç hatırlamıyordu. İfadesiz bir suratla Ahmet’in Toygar’ın zekası daha bebeliğinden belliydi Mesut Abi sözleriyle başlayan uzun tiradını mal mal dinliyordu. Sonuçta Ahmet, ben biraz düşüneyim de Toygar’ı bir yerlere yerleştireyim dedi. Toygar Öğrenci Yerleştirme Sınavından bu yana bir yere yerleştirilmemişti.

Aslında bu da doğru değil, Toygar daha önce de üniversite okurken iki kere yurda yerleştirilmişti. Ama sonuçta bir yerde çalışmanın ya da iş bulmanın “yerleştirme” fiiliyle anılması hoşuna gitmemişti. Ne lan ben mal mıyım bir yerlere yerleştiriliyorum, emeğimi satın alıyorsunuz, karşılığında da para ödüyorsunuz, ben bir kere eşsiz bir kar tanesiyim tamam mı, bana dar gelmeyecek makberi kimler kazmış ki sen kazıp da beni yerleştireceksin lan gibi kendi kendine düşünürken ağzından çıkan laflar şunlar oldu: “Sağol Ahmet Abi.”

Daha sonra Toygar o şirkette işe alındı. İlk maaşını gördüğünde inanamadı. Bir aylık can siperane çalışmasının, 220 saatlik emeğinin karşılığı 150 USD gibi bir paraya tekabül ediyordu o zamanlar. Kendini avuttu Toygar, boşver olm dedi kendine, evde mal mal oturmaktan iyidir, en azından aksiyon oluyor burada. Yok tır geldiydi, mallar yetiştiydi, yüklendiydi falan hareket oluyordu gerçekten. Toygar daha sonra yaklaşık altı ay boyunca haftada 55 saat çalıştı. Bu süreçte de maaşı 180 USD seviyelerine çıkmıştı. Ama pek aldırmıyordu, her geçen gün çalıştığı yeri daha çok seviyordu, başını belaya soktuğu zamanlarda da Necati Abisi olsun, Mehmet Abisi olsun yardım edip sorunları hallediyorlar ve hatasını anlatıp, doğrusunu öğretiyorlardı. Çalışmak aslında o şehirde boş oturmaktan daha cazipti Toygar için, üstüne para almış almamış çok da umrunda değildi. Neredeyse iki aydır başını da derde sokmadan her işi kendi başına halletmeye başlamıştı. Bu kadar sıkı tempoyla hayatında ilk defa çalıştığını farkediyordu Toygar. Mesela bu çalışma temposu ve düzeniyle üniversitede derslerine çalışmış olsaydı, okulu 6 sene yerine 4 senede üstelik de felaket yüksek not ortalamalarıyla bitirebileceğini düşünüyordu. Tüm bu çocukça düşüncelerin başına ne işler açacağını o zaman daha farketmemişti.

Bu kadar çalışmanın sonunda yılbaşında birbuçuk gün izin alabileceğinden çok emin bir şekilde İstanbul’daki arkadaşlarına söz vermişti Toygar: Yılbaşında İstanbul’a geliyorum, çalsın sazlar oynasın kızlar.

Bölümün müdürü Toygar’ın Necati Abisi yurtdışındaydı. Mehmet vekaleten onun işlerini de yürütüyordu. Toygar önce gitti, Mehmet Abisine, yılbaşı ile ilgili izin talebini anlattı ve ne yapması gerektiğini sordu. Mehmet Abisi de birbuçuk gün izne çıkmasının kendisi için problem olmadığını nasıl olsa idare edebileceklerini, ama bu konuda yetkinin kendisinde olmadığını söyledi. Toygar madem yetki sende değil, Necati Bey yurtdışındayken kendisinin görevleriyle vekaleten Mehmet Bey ilgilenecektir maili neden atıldı ki hepimize diyemedi, yerine kimden izin almam gerekiyor Mehmet Abi diyebildi. Ahmet Bey ile konuş, bana sorarsa ben benim açımdan bir sorun olmayacağını söylerim kendisine dedi Mehmet. Toygar sağol abi dedi ve Ahmet Abi’sinin yanına gitti. Kendinden çok emindi. Aralarındaki dialog şöyleydi:

- Müsait misiniz Ahmet Abi,
- Gel Toygar gel, müsaitim.
- Ahmet Abi 31 Aralık salıya denk geliyor ya, o gün yarım gün, Çarşamba da zaten tatil, Pazartesi ve Salı bana bana birbuçuk gün izin verirseniz, bu Cumartesi İstanbul’a gitmeyi düşünüyorum.
- Hayırdır Toygar, neden gidiyorsun İstanbul’a ailede hastalık falan bir problem yok di mi ?
- Yok abi eğlenmeye gideceğim, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarım var İstanbul’da.
- Niye benden izin istiyorsun, git Mehmet Abi’ne sor.
- Sordum abi, o da bana Ahmet Bey izin verirse benim için sorun yok dedi.
- Hımm peki sen bu izni hakettiğini düşünüyor musun?
- Evet abi o kadar çalıştık altı ay boyunca, bir gün bile izin almadım, hasta olmadım.
- Lan altı ay ne ki ?
- ?
- Neyse, neyse dur bakalım dedi ve telefonla Mehmet’i aradı Ahmet. Toygar Ahmet Abisinin telefonda tek taraflı sesini duymaya başladı.

- Mehmet ne diyon, Toygar iki gün izin istiyor.
- Haaa, öyle mi yoğun mu işler ?
- Zorlanırız diyon yani öyle mi ?
- Anladım tamam, hadi kolay gelsin.

Toygar Ahmet Abisinin şaka yaptığını düşündü, çünkü yaklaşık yirmi dakika önce Mehmet Abisi böyle konuşmuyordu. Telefonu kapatan Ahmet Toygar’a döndü,

- Zorlanırız diyor oğlum Mehmet.
- Yirmi dakika önce bana öyle demedi ama.
- E şimdi bana da zorlanırız diyor.
- Sonuç ne Ahmet abi, izin veriyor musunuz, vermiyor musunuz ?
- Git Mehmet ile konuş o izin veriyorsa git, vermişyorsa gitme.
- Peki Ahmet Abi.

Toygar tekrar gitti Mehmet Abisinin yanına, gülerek,

- Ya noluyor Mehmet Abi ?
- Valla ben de anlamadım, ben idare ederiz, sıkıntı olmaz dedikçe o kafasına göre konuştu telefonda.
- Eee nolacak şimdi Mehmet Abi ?
- Valla Ahmet Abi izin vermeden ben bir şey söyleyemem.
- O da Mehmet abin izin veriyorsa gidebilrsin dedi.
- Sen bence bir daha konuş Ahmet Abi ile, şaka yapıyor herhalde sana.
- Peki abi.

O gün 26 Aralık perşembeydi. Toygar, lan şimdi bunlar izin verecek ben bilet bulamıyacağım, verdikleri izin de bir işe yaramayacak diye düşünürken tekrar gidemedi Ahmet Abisinin yanına o gün. 27 Aralık Cuma da lan ne bu dilenci gibi gidip izin mi dileneceğim, adam gibi veriyorsa versin diye düşündü. Yaptığı aptal şaka elinde patlasın istiyordu aslında Ahmet abisinin. O gün boyunca bu konu hakkında hiçkimseyle konuşmadı Toygar. Akşam saatleri geldiğinde artık bu işi bir karara bağlaması gerektiğini hissetti ve Ahmet Abisi ile bu konuyu nihayete erdirmek için odasına gitti. Fakat Ahmet abisi odasında yoktu. Sekretere sordu hemen, Ahmet Abi yok mu diye. Yok dedi sekreter, yönetim kurulu toplantısına gitti bugün bir daha gelmez. Toygar yarın sorarım artık diye düşündü ama canı çok sıkılmıştı çünkü o gün izin alsa bile akşamki otobüse yer bulamayabilirdi.

28 Aralık Cumartesi günü Toygar Ahmet Abisinin yılbaşı tatiline çıktığını ve 2 Ocak’a kadar işe gelmeyeceğini öğrendi. Toygar’ın suratı asıldı, o gün işten çıkana kadar yemeğe çağırdılar gitmedi, hiçbir muhabbete katılmadı, somurtup kenara işini gücünü halletmeye çalıştı. Bütün Pazar gününü adaletin bu mu dünya, babamın bir akrabası hastaymış onu görmeye gideceğim desem giderdim; şimdi ben gitsem, izin vermedik nereye gittin ki deseler verdiniz ya derim sürüncemede kalır konu, sonuçta bir şey olmaz ama ben gitmeyeceğim diye düşünerek geçirdi Toygar. İçi içini yiyordu. Lan ne ikiyüzlü dünya bu diyerek yaptıklarının ne kadar saçma olduğunu yüzlerine çarpmak, hatta özür diletmek istiyordu, daha çok toydu zavallı Toygar.

30 Aralık Pazartesi günü işe geldiğinde, Mehmet Abisi sen niye geldin ki diye sorunca sinirini kontrol etmek ve ağlamamak için kendini zor tuttu Toygar, boşver abi, konuşmayalım bunları dedi. Aslında yaptığınız ibnelik, gelin benden özür dileyin demek istemişti. Ama düşündüğü gibi olmadı, bir daha bu konuyu hiç konuşmadılar. Toygar yapılanı uzun süre kaldıramadı. En sonunda travmayı atlatabilmek için bu konuyla ilgili “Onlar” adında sert bir rock şarkısı yazdı. Sözleri de sanırım şöyle birşeydi:

Ben bir yüzümü kararttım
Tek bir şey istedim.
Onlarsa kararttılar iki yüzlerini

Onlar ortamı sislere boğdular.
Onlar failleri meçhulleştirdiler.
Onlar belirsizliği hükümdar ettiler.
Onlar kendilerini mahkum ilan ettiler.

Kırdılar beni, eğip bükemediler
Onlar, onlar, onlar, onlarcalar
Dilencilikse, hiç yaptıramadılar.
Onlar, onlar, onlar, onlarcalar.
Onlar var ya onlar, sahi kim onlar,
Haaa onlar mı, onlar onlarcalar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder