3 Ekim 2008 Cuma

Bir Bilinç Sıçraması : Deniz Feneri

Geçen haftasonu deniz fenerleri ile ilgili bir belgesel izledim. Deniz fenerlerinin tarihçesini, nasıl çalıştıklarını, ne işe yaradıklarını, denizciler için önemini, Türkiye’deki deniz fenerlerini anlatıyordu. Bunların hepsi ilginçti benim için tabii ki, ama asıl ilginç olan deniz fenerlerindeki çalışanlardı. Deniz fenerlerinde çalışanların sosyal durumlarıydı.

Deniz fenerleri genellikle karalarla denizlerin tehlikeli bir şekilde buluştuğu sarp yamaçlara, kimsenin yaşamadığı, doğru düzgün yolu olmayan el değmemiş bakir yerlere yapılmaktaydı. Dolayısıyla, deniz fenerleri, bakımcılarına, teknisyenlerine ve ailelerine inanılmaz bir yalnızlık yaşama imkanı veriyordu. Ayrıca deniz kenarlarına, denizle ormanın buluştuğu yerlere yapıldıklarından, bu yerler bir bakıma doğa harikaları sayılabilirdi. Bir an hayal ettim, kıyıya vuran dalga sesleri dışında alabildiğine sessizliği, temiz havayı, soğuk rüzgarı, şahane gün batımlarını ve herşeyden izole bir yalnızlığı. Bir bireyin tek başınalığı da olabilir, bir ailenin de. Daha da ilginci, Türkiye’deki deniz feneri çalışanlarının çok büyük bir kısmının babası da, dedesi de deniz feneri çalışanıymış. Yani babadan oğula geçiyor.

Deniz feneri teknisyenleri deniz fenerinin yanındaki evlerinde yaşar, gündüzleri çoğunlukla bağ ile bahçe ile uğraşır, geceleri de fenerin sürekli yanık kalmasını sağlarlarmış. Eskiden gaz yağıyla veya asetilen gazıyla yanan fenerler artık elektrikle yanarmış. Ortada bulunan lamba kendi ekseni etrafında dönerken çevresindeki aynalar da ışığın yanıp sönüyormuş gibi efekt vermesini sağlarlarmış. Lambanın dönmesini de eski kurmalı saatlerdeki gibi bir sarkaç sistemi sağlarmış. Çeşitli büyüklüklerdeki çarklar birbirlerini döndürerek hareketi kuvvetlendirip devamlılığını artırırlarmış. Bu sistem yaklaşık 2 saatte bir teknisyen tarafından tıpkı bir oyuncak gibi veya kurmalı bir saat gibi kurulurmuş.

Bir diğer ilginç nokta da, tüm bu GPS sistemleri, uydular icat edildikten sonra bile deniz fenerleri önemlerini kaybetmemiş. Bir denizci, fırtınalı bir günde sürekli karanın etrafında döner durur ama deniz feneri olmadan bir türlü karayı referans alıp da yolunu bulamazmış.

Deniz fenerinin müthiş bir metafor olduğunu düşünmeye başlamıştım. Deniz feneri; yalnızlık demek, sessizlik demek, birey olmak demek, ışık demek, yol gösterici demek, teknolojiye karşı insanlık demek, el değmemiş doğal güzellikler demek, sert rüzgar demek, soğuk kış geceleri demek, babadan oğula geçen miras demek, gelenek demek, insanın doğaya hakim olma mücadelesi demek, insanın kaderi ile kavgası demek, sorumluluk duygusu demek, görev bilinci demek, dirayet demek, devamlılık demek. Deniz feneri insanlık demek.

Bu şahane metaforu kullanarak bir deniz feneri teknisyeninin hikayesini yazmak istedim. Karadeniz’den İstanbul boğazına gelen gemilerin ilk gördüğü feneri, İgneada fenerini seçtim kendime. Hikayenin teknisyeni bu fenerde yaşayacaktı. İğneada’yı araştırmaya başladım. İğneada’nın da şahane bir seçim olduğunu gördüm. Bulgar sınırındaydı, bir doğa harikasıydı, Avrupa’nın en büyük Longoz ormanları buradaydı, 20 km. uzunluğunda nefis bir sahili vardı, orman içerisinde yedi tane farklı göl bulunmaktadı, Karadeniz balıklarının en bol ve en taze olduğu yerdi, kışları çok sert rüzgarlar esiyordu ve buraya bir nükleer santral kurulmasına çalışılıyordu. Bu nedenlerle İğneada’ya gitmek istedim. Nasıl gidilir nerede kalınır araştırdım.

Bu arada tekrar hikayeye döndüğümde, Trakyalı insanların kendilerine özgü kültürlerini, diyalektiklerini, geleneklerini bilmediğimden bu hikayenin bana birkaç beden büyuk geleceğini düşünmeye başlamıştım ki, İğneada’nın Ok Musti Türkiye Tamamdır’da Alev Alatlı’nın övgüyle anlattığı “Kırklar”ın ili olan Kırklareli’nde olduğu dikkatimi çekti. Kırklar’ı araştırmaya başladım bu kez ve bende film koptu.

Önce karşıma Alevi’liğin sırrını çözdüm ben diyen bir adamın röportajı çıktı. Alevi’lerin sırrının yaratılışa değil, evrime inanmaları olduğu iddia ediliyordu. Müslümanlar yayıldıklarında Aleviler de korkularından biz de müslümanız demişler. Alevilerin sırrı üremeymiş. O yüzden kefenleri içerisinde cinsel organları örten bir başka kefen daha varmış ve buna edep kefeni değil sır kefeni deniyormuş. Kırklar Cemi çocuğun doğumunu sembolize eden bir dans ve semah gösterisiymiş. Bir Alevi Piri insanın doğuşunu “Baba mayayı ana sütüne katar, ana rahminde vücut tutar. Mayalanan maya 40 gün mayada kalır. 41. gün vücut hasıl olur.” şeklinde açıklamışmış. Buradaki 40 gün ve 41. gün kırklar cemi inanışında da varmış. Kırklar cemi inanışının kaynağı bu hikaye ile anlatılırmış.

Bu hikayeye göre, Hz. Muhammed, atı Burak ile bir gece Mirac'a çıkar. Cenab-I Hak ile 90 bin kelam konuşur. Bunun 30 bini sırrı hakikat olup Hz. Ali'de kalır. Miraç'ta Hz. Muhammed'e; süt, bal ve elma verildiği rivayet edilir. Bal aşka, süt sevgiye elma ise dostluğa işaret eder. Muhammed, Mirac'a çıkarken yoluna bir kükremiş aslan çıkar. Aslan yolunu keser. Gaipten bir ses (nida) gelir. "Parmağındaki yüzüğü aslanın ağzına atması" istenir. Muhammed böyle yapar aslan sakinleşir, yoluna devam eder. Muhammed, Cenab-I Hak ile görüştükten sonra şehre döner. Yolda bir dergâha rastlar. Merak edip gidip kapısını çalar. İçerdeki ses; "Kimsiniz?" der. Muhammed ise; "Ben peygamberim içeriye girmek istiyorum" der. Kapı açılmadan içerden gelen ses; "Peygamberliğini git ümmetine yap. Bizim aramıza peygamber sığmaz" der. Hz. Muhammed kapıdan ayrılıp yürümeye başlayınca gaipten gelen ses ayrılmamasını kapıyı yeniden çalmasını ama yanıtı farklı vermesini söyler. Muhammed yine kapıyı çalar: İçerden yine; "Kimsiniz" diye sorulur. Bu kez Hz. Muhammed; "Bende sizden biriyim. Bir insanım. Sizi görmek istedim" der. Bu yanıttan sonra kapı açılır. Muhammed içeri alınır. İçerden "Hoşgeldin sefa getirdin, uğur getirdin" diyerek karşılarlar. Hz. Muhammed içerde oluşmuş bir meclis görür. Hatta sayımını da içinden yapar. Tam 39 kişi vardır. Muhammed'e yer gösterilir. O'da gösterilen yere oturur. Hz. Ali'de meclistedir. Muhammed tesadüfen Ali'nin yanına oturur. Hz. Muhammed sorar. "Size kimler denir?" der. "Bize Kırklar denir" diye yanıt alır. "Ama burada 39 kişi saydım" der. "Selman-ı Pak Can Parstadır"denir. "Peki sizin ulunuz, büyüğünüz, küçüğünüz kim" diye sorar Hz. Muhammed. Gelen yanıt şöyle olur: "Bizim küçüğümüz, büyüğümüz yoktur. Küçüğümüz de uludur, büyüğümüz de uludur. Birimiz kırkımız, kırkımız birimizdir" denir. Bunun üstüne Muhammed meclisten bunu kendilerine kanıtlamalarını söyler. O sırada Ali kolunu uzatır ve gömleğini sıyırır. İçlerinden biri "destur" diyerek bıçağın ucu ile kolunu hafif kanatır. Kolundan bir damla kan akar. Onu, her can'ın kolundan birer damla kanın gelmesi izler. 40. canın bir damla kanı da pencereden içeri gelir. Bu ise Selman-ı Pak'ın kanıdır. Sonra Hz. Ali kolunu bağlar, hepsinin kanaması durur. Selman-ı Pak, Parstan dönüşte bir üzüm tanesi getirir. O'nu Hz. Muhammed'e verir ve bölüştürmesini ister. Muhammed verilen kapta üzüm tanesini ezer, çıkan dem meclisteki kadın-erkek canlara dağıtılır. Kırklar üzüm suyunu içerler. Hep birlikte mest olurlar. "Ya Allah" deyip semah dönerler. Hz. Muhammed'de onlara katılır. Büyük bir coşku ile vecd halinde semah dönülürken Hz. Muhammed'in başından sarığı (imamesi) düşer. Kırk parçaya bölünür. Kırklar parçaları bellerine bağlarlar, kemerbest olurlar. Hz. Muhammed, Kırklar Meclisi'ne pirlerini sorar. "Pirimiz Ali'dir" derler. Böylece, Hz. Muhammed, Ali'nin de orada olduğunu öğrenmiş olur. Ali, Hz. Muhammed'in yanına gelir. Hz. Muhammed Ali'nin parmağında, Mirac'a giderken "aslana" verdiği yüzüğü (hatemi) görür. Ali'ye sarılır, O'nu bağrına basar.”

Bu hikayeden yola çıkarak Alevi’liğin sırrını açıkladığını iddia eden biri var röportajda. Kırklar cemi ve semah, insanın ana rahminde mayalandığı ilk 40 gün ile ilgiliymiş. 40 günden sonra da 41 yokmuş. Yani Kırklar bir’e dönüşmekteymiş. Kırklar cinsiyetsizmiş, cinsiyet henüz oluşmamışmış. Bu yüzden Sırrı Hakikat Kapısı’ndan geçip Kırklar Cemi’ne girenlerin cinsiyetinin olmadığı kabul edilirmiş. Bir başka deyişle, Adem’in Allah tarafından çamura sekil verilerek; kadının da onun kaburgasından yaratıldığı inanışına karsı, Aleviler evrimci bir mantıkla meseleye bakarlarmış. Ve insanin evriminin bir sonucu olarak doğduğuna inanırlarmış. Kırklar Cemi’yle de, erkeğin spermlerinin, kadının rahim içinde bulunan yumurtasını döllemesiyle ortaya çıkan embriyonun yolculuğunu tasvir ederlermiş. Sözle söylenemeyen bilimsel gerçeğin dans ile anlatılmasıymış. Alevi inanışı bu bilimsel düşüncenin sır edilmesiymiş. Hz. Muhammed’in düşen sarığının parçalarını bellerine saran Kırklar da bebeğin göbek bağını gizlemiş olurlarmış.

Bu ilgi çekici hikayeyi okuduktan sonra ne deniz feneri, ne İğneada kalmıştı aklımda. Ben alevileri araştırırken şiirin birinde Veysel Karani ismini gördüm. Dayımın çok muhterem bir zat olarak tanıttığı bu adam Alevi miydi ki bir Alevi’nin yazdığı şiirde pirimiz Veysel Karani diyordu. Alevi bir adamı dayım çok övmezdi herhalde diye merak edip bu sefer de Veysel Karani’nın hikayesini araştırmaya başladım.

Veysel Karani peygamber döneminde yaşadığı halde peygamberi kafa gözüyle görüp de sahabe olamamışmış. Ancak onların aralarında bambaşka bir gönül bağı varmış. Okuduğum kaynaklara göre hikayesi aşağıdaki gibiymiş.

Peygamber efendimiz zamânında yaşamış büyük velî. İsmi Üveys bin Âmir el-Karnî'dir. Yemen’in Karn köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 657 (H.37) târihinde şehîd edildi. Peygamber efendimizin sağlığında müslüman oldu. Fakat görmediği için Sahâbî olamadı. Peygamber efendimiz zamânında Medîne’ye gelmedi. Tâbiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında Medîne’ye geldi. Çok alâka ve hürmet gördü. Önceleri kendi memleketi Yemen’de yaşadı. Sonra Basra'ya gitti.

Veysel Karânî hazretleri, Yemen’de iken deve güder, geçimini onunla temin ederdi. Geçimi, yaşaması pek sâdeydi. Hasta, âmâ ve ihtiyar annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse kabul ederdi. Fakir olanlardan hiç ücret almazdı. Aldığının yarısını sadaka olarak fakirlere dağıtır, kalanını da kendi ihtiyaçlarına ve annesine harcardı.

Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu. Bir an bile Rabbini unutmadı. Kulluğunda o dereceye yükseldi ki, her hâli, her hareketi ve her sözü insanlara ibret ve nasîhat oldu. Kimseden incinmemiş ve kimseyi incitmemiştir. Onun en önemli vasfı; Peygamber efendimize olan aşkı, ibâdete canla başla devâmı ve annesine saygısıdır. Annesine çok hizmet edip, hayır duâsını aldı. Resûlullah efendimizi görmeği çok arzu ediyordu. Defâlarca Peygamber efendimizi görmek için annesinden izin istedi. Annesi, kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.Peygamber efendimiz; "Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.” buyurdu. Resûlullah efendimiz, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu. “Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve Mudar kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.” buyurdu. Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz; “Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.” buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile görmedi.” buyurdu. Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin! dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye; “Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu.

Veysel Karânî hazretleri gece-gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirirdi. Kendini halktan gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona dîvâne gözü ile bakıyordu. Sonradan onun büyüklüğünü anladılar, çok ikrâm ve hürmet göstermeye başladılar. Bunun üzerine, annesinin vefâtından sonra Karn köyünden çıkıp Kûfe şehrine gitti.

Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. “Üveys-i Karnî'ye verin.” buyurdu. Resûlullah’ın vefâtından sonra hazret-i Ömer ile hazret-i Ali Kûfe’ye geldiklerinde, Ömer (radıyallahü anh) hutbe esnasında; “Ey Necdliler, kalkınız!” buyurdu. Kalktılar. Aranızda Karn’dan kimse var mıdır? buyurdu. Evet dediler ve birkaç kişiyi ona gönderdiler. Hazret-i Ömer, onlardan Üveys’i sordu. Biliyoruz. O, sizin bildiğinizden pek aşağı bir kimsedir. Dîvânedir, akılsızdır ve insanlardan kaçar bir hâli vardır, dediler. “Onu arıyorum, nerededir?” buyurdu. Arne vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır, biz de karşılığında ona akşam yiyeceği veririz, saçı-sakalı karışıktır, şehirlere gelmez, kimse ile sohbet etmez, insanların yediğini yemez; üzüntü ve neşe bilmez. İnsanlar gülünce, o ağlar; insanlar ağlayınca o güler dediler. “Onu arıyorum.” buyurdu. Sonra hazret-i Ömer’le hazret-i Ali, onun olduğu yere gittiler. Onu namaz kılar gördüler. Allahü teâlâ, develerini gütmesi için bir melek vazifelendirmişti. Namazı bitirip selâm verince, hazret-i Ömer, kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sordu. “Abdullah, yâni Allah’ın kulu.” dedi. “Hepimiz Allah’ın kullarıyız; esas ismin nedir?” diye sordu. “Üveys” dedi. “Sağ elini göster.” buyurdu. Gösterdi. Hazret-i Ömer; Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderip; “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin.” diye vasiyet buyurdu, dedi.

“Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur, bu vasiyet başkasına âid olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys, aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasfını belirtti.” cevâbını verdi.

Bunun üzerine, Hırka-i şerîfi hürmetle aldı, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Sonra; “Siz burada bekleyin.” dedi. Yanlarından ayrıldı. Biraz ileride hırkayı yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâda bulundu:

“Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben fakir, âciz kuluna hazret-i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş.” dedi. Günahkâr olan bütün müslümanların affı için duâ etti. Bir çok günahkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi.

Veysel Karânî hazretleri, kendisine hırka verildikten sonra Yemen’den Kûfe’ye gitti. Kûfe’ye gittikten sonra çok az kimse onu görebildi. Görenlerden biri Harem bin Hayyan’dır. Harem bin Hayyan anlatır: "Üveys’in şefâatinin ne derecede olduğunu bildiren hadîsi işitince, onu görmek istedim. Kûfe’ye gidip, onu aradım. Nihâyet Fırat Nehri kenarında abdest alırken buldum. Daha önce hakkında mâlûmâtım olduğundan onu tanıdım. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfeha etmek istedim, elini vermedi. “Allah sana merhamet eylesin, seni bağışlasın ey Üveys, nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevmiştim, ona o kadar acımıştım ki ağladım. Çünkü çok zayıftı. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin, ey Harem bin Hayyan! Nasılsın ey kardeşim! Beni sana kim gösterdi?” dedi. İsmimi ve babamın ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın? dedim. “Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü müminlerin rûhları birbirlerini tanırlar, birbirlerini görmeseler de!” dedi."

Resûlullah efendimizden bana bir haber ver, dedim. “Ben onu görmedim, O’nun haberini başkalarından işittim. Hadîs yolunu kendime açmayı istemem. Muhaddis, müftü veya müzekkir olmayı istemem. Benim meşguliyetim vardır. Bunlarla uğraşamam.” dedi. Bana bir âyet okuyun. Sizden duyayım dedim. Elimi tuttu. Eûzü besmele okudu ve çok ağladı. Sonra; “Cinleri ve insanları beni tanımaları, ibâdet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât sûresi: 56) “Gökü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım.” (Enbiyâ sûresi: 16) meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudu. Sonra bir feryad etti. Aklının gittiğini sandım. Sonra; “Ey Hayyân’ın oğlu, sen buraya niçin geldin?” dedi. Seni tanımak, seninle sohbet etmek arzusu ile dedim. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman bir mânâ veremem.” dedi. Bana vasiyet, nasihat et dedim. “Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günahın küçüklüğüne değil, onunla âsî olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan, onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş olursun.” dedi. Nereye yerleşmemi tavsiye edersin? dedim. “Şam’a” dedi. Orada geçim nasıldır. dedim. “Şüphenin ağır bastığı şu kalbe yazıklar olsun, nasihat kabul etmez.” dedi. Bana bir tavsiyede daha bulun? dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu! Baban öldü, Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed Resûlullah öldüler. Halîfesi Ebû Bekir öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer!.. Ah Ömer!..” dedi. Allah sana rahmet eylesin, hazret-i Ömer ölmemiştir dedim. “Allahü teâlâ, onun öldüğünü bana bildirdi.” dedi. Salevât okuyup, kısa bir duâdan sonra şu vasiyeti yaptı: “Ben ve sen, ölülerdeniz. Allah’ın kitabını ve onda bildirilen sırât-ı mustakîmi, doğru yolu elden bırakma ve ölümü bir an unutma! Kavmine ve akrabâna varınca onlara nasihat et ve Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnete uymaktan bir adım ayrılma ki, dînini kayıp edersin de haberin olmaz ve Cehennem’e düşersin.” Birkaç duâ daha etti, sonra; “Git Harem bin Hayyan, bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni! Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile anarım. Sen bu taraftan git, ben de şu taraftan gideyim.” dedi. Bir zaman onunla gitmek istedim. Bırakmadı. Gitti, ağlıyordu. Ben de ağladım. Ardından baktım durdum. Gözden kayboluncaya, şehre girinceye kadar baktım. Hâlâ ondan bir haber alamadım.
Devamlı ibâdet ve tefekkür hâlindeydi. Devamlı insanlardan uzak yaşar kimseyle görüşmezdi. “Benimle en çok konuşan, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’dir.” demiştir.

Veysel Karânî hazretleri Mekke’de hac yapıp, Medîne’ye gidince, işte Resûlullah’ın türbesi burasıdır diye kendisine gösterildi. Kendinden geçerek düşüp bayıldı. Ayılınca; “Beni buradan götürün. Resûlullah efendimizin medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz.” buyurdu.

Rebî’ bin Haysem anlatır: Üveys'i görmeye gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi, tesbihlerin sonuna kadar bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı kuşluk namazı kıldı. Öğle oldu, öğleyi kıldı. Velhâsıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı çıkmadı. Yemedi, uyumadı. Dördüncü gece ona kulak verdim. Gözüne uyku gelmişti. Derhal münâcaâta başladı ve; “Yâ Rabbî, çok uyuyan gözden, çok yiyen karından sana sığınırım.” dedi. Bana bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim.

Geceleri hiç uyumazdı. Bir gece; “Bu gece kıyâm gecesidir.” dedi. Diğer gece, “Bu gece rükû gecesidir.” Öbür gece, “Bu gece secde gecesidir.” dedi. Bir geceyi kıyâm, bir geceyi rükû, bir başka geceyi de secdeyle geçirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeye nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbih sünnettir. Bunu yapamamamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir. Buna ise gücüm yetmemektedir.” dedi.

Kendisine, namazda huşû nedir? dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda duymamaktır.” dedi. Kendisine nasılsın? dediler: “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?” dedi. İş nasıldır? dediler. “Ah, yolun uzaklığından azıksızlıktan, ah!” dedi.

Birisi Veysel Karânî hazretlerini ziyârete gitti. Ona hitâben; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?" dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin?” Evet bilirim. “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri unut. Bu yetişir.” buyurdu.

Yâ Üveys, bir nasihat daha söyle! “Allahü teâlâ seni bilir mi?” Evet bilir. “Öyle ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfidir.” dedi.

Veysel Karânî hazretlerini çocuklar bâzan taşa tutardı. O ise çocuklara; “Yavrucaklar mutlaka beni taşa tutmanız gerekiyorsa, hiç olmazsa küçük taş atın da ayaklarımı kanatıp namaz kılmakta bana zorluk olmasın.” derdi.

Veysel Karânî bir defasında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü gün sabahı dışarı çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken, bir koyunun kendisine doğru geldiğini gördü. Koyun, ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al.” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.

Buyurdu ki:

“Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”

“Ey insan bu fâni hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Kurtuluş çâresi O’na itâattedir.”

“Yüksekliği aradım, tevâzuda buldum. Başkanlık aradım, halka nasihatta buldum. Neseb aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Rahatlık aradım, zühdde buldum. Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.”

Veysel Karani’nin de hikayesini okuduğumda yine tuhaf bir şey olmuştu. Veysel Karani de bir çeşit deniz fenerinde yaşamıştı. Toplumdan izole, inandıklarıyla başbaşa. Aldırmaksızın çevresine, bir annesi, bir de inancı dışında herşey önemsizdi. “Bir kimsenin Allahü teâlâyı tanıdıktan sonra, herhangi bir kimse ile ahbablık etmek istemesine hiçbir zaman bir mânâ veremem.” demiş zamanında ve kendisinden nasihat isteyen biriyle de aralarında aşağıdaki dialog geçmiş.

- Bir nasihatta bulun bana ey allahın sevgili kulu.
- Allah’ı bilir misin ?
- Evet.
- Öyleyse Allah’tan gayri herşeyi unut.
- Bir nasihatta daha bulun ey Veysel Karani
- Allah seni bilir mi ?
- Evet
- Öyleyse Allah’tan gayri kimse seni bilmesin. Bu senin için kafidir.

Deniz fenerinden başlayan bu bilinç yolculuğu yine deniz fenerinde sona ermişti. Deniz feneri olmadan kimse gideceği yönü bilemiyor, o içindeki boşuna yaşıyoruz hissini atamıyordu. Deniz feneri herkese lazımdı, çünkü insan kapkaranlık bir gecede, koskocaman bir denizde, küçücük gemisiyle yapayalnız yolunu arayan bir denizciden başkası değildi. Ve deniz feneri teknisyenleri deniz feneri gece boyunca yansın istiyorlardı. Bu da onların deniz fenerleriydi işte.

1 yorum: