31 Ekim 2008 Cuma

Esasen Bunların Hepsi Uydurma

Samanyolu galaksisinin güneş sisteminin kokuşan bir gezegeni olan dünyada, insanoğlu insanoğluna kısacık bir süre için teğettir. Sonra herkes kendi meçhulüne yollanır. Bir başına.
İnsanoğlunu insanoğlu kılan, insanoğlunun insanoğluna teğet geçtiği o kısacık süredir: ‘biz’ öyle buyurduk. Belki beşbin yıl öncesinin Mezopotamya’sında, belki onbin yıl öncesinin Çin’inde. Öyle buyurduk.

‘Anamızdan çocuk yapmayız’ dedik, türümüzü kedilerden ve iguanalardan ve eğrelti otlarından ayırdık. ‘Zayıf kollanmalıdır!’ dedik, su kaplumbağalarından, çakallardan ayrı durduk. ‘Ne farkınız var?’ diye soranlara, ya Darwin’le ya da din kitaplarıyla karşı koyduk. Doğa’dan doğal olmayanı talep ettik, insan olduk.

Bazılarımız olayı çok ciddiye aldı. Güneşin bir alevden ağırlık ki üç defa milyon defa iki bin milyon ton ne iyi, ne fena, ne güzel, ne çirkin, ne haklı, ne haksız olduğunu unuttu. Kadıncık, bunlardan birisiydi. Güneşi zaptetmeye kalktı. Kendince ‘hayatı’ karşılıyordu.
Kül oldu, Kerem gibi yana yana.

Oysa güneş deve dikenlerini de, kahkaha çiçeklerini de ısıtıyordu.

Alev Alatlı’nın bu metnini ilk okuduğumda, henüz 18 yaşında üniversiteyi yeni kazanmış biriydim. İnsan o yaşta daha farklı beklentiler içinde oluyor. Daha mutlu, daha başarılı, daha özgür filan olacağım sanıyor. Kibir işte, belli ki o zaman daha insanmışım. Neyse o zaman insanoğlunu insanoğlu kılan sürenin kısalığına değil de “Anamızdan çocuk yapmayız dedik” ile başlayan insanlık tanımına yoğunlaşmıştım.

Doğadan doğal olmayanı talep ettik nasıl bir cümleydi anlamaya çabaladım. Biyolojik olarak anamızdan çocuk yapmamız mümkündü ama düşüncesi bile mide bulandırıcı geliyordu. Doğal olanı reddetmiştik yani, öte yandan da anamızdan çocuk yapsaydık, muhtemelen türümüz mutasyona uğrardı. Yani doğal olan anamızdan çocuk yapıp türümüzü mutasyona uğratmaktı ama biz öyle yapmadık. Bütün doğa yasaları güçlü zayıfı ezer üzerine kuruluyken, biz “zayıf kollanmalıdır” dedik. Doğadan doğal olmayanı talep etmiştik yine. Hak, hukuk, ahlak, adalet gibi kavramlar ürettik asırlar boyu. Kendimizi doğadan da doğadaki yaratıklardan da üstün gördük. Yaratılanların en şereflisi bizdik. Şeytan bile bize saygı gösterip secde etmediği için cezalandırılmıştı Allah tarafından, öyle inandık. Kavgamız kaderle yani doğa ileydi. Hastalıkların tedavisini buluyorduk, ömrümüzü uzatıyorduk, doğanın kaynaklarını hoyratça kullanıyorduk. Çünkü biz bu evrenin eşref-i mahlukatıydık, evren bizim yüzü suyumuz hürmetine yaratılmıştı. Ama işte “güneşin bir alevden ağırlık ki üç defa milyon defa iki bin milyon ton ne iyi, ne fena, ne güzel, ne çirkin, ne haklı, ne haksız olduğunu” unuttuk, “kül olduk kerem gibi yana yana”.

Bu olağanüstü metni her okuduğumda, içim kibirle dolar. Çünkü ahlakın kaynağı insanın kibiridr aslında. Evrenin en şerefli yaratığı ahlakı da kendisi uydurmuştur ve bu olağanüstü metin belki de bu yüzden esasen bunların hepsi uydurma diyerek başlar. İnsanoğlu ahlaklı olabildiği ölçüde rahat ve huzurlu, ahlaklı olamadığı ölçüde de rahatsız ve huzursuzdur. En azından ben öyleyimdir.

Sonra yıllar geçti. Nefret ettiğim bir üniversite eğitiminden geçtim. 6 senede zar zor mezun olduktan sonra 2001’de ekonomik krizle karşılaştım. Depresyon kaçınılmazdı. Kendi uydurduğumuz kavramlar yüzünden (ekonomi, ahlak) krize girmişti memleket. Yine mümkün mertebe kendime toz kondurmadan makro bakmaya çalıştım olaya. Ekonomi neden krize giriyordu. Kaynaklar az, tüketen çoktu da ondan. Kader ile kavgamızda insan ömrünü uzatmıştık ya, hastalıkları tedavi edebiliyorduk ya. Nüfus da artıyordu işte sürekli. Doğadan doğal olmayanı talep ettik ya, ölümsüzlük falan talep ettik ya, uzun ömürler diledik ya, insan olduk ya. Şu dünyayı soktuğumuz hale bak.

Adalet istedik, gelir dağılımınını dengesizliğine bak.
Uzun ömür istedik, dünya nüfusuna bak.
Özgürlük istedik, kapitalizme bak.
Eşitlik istedik, komunizme bak.
Kardeşlik istedik, savaşlara bak.

Bazılarımız bazılarımızdan daha insan olduklarını iddia etmişlerdi. İnsanın genel kibrinden daha büyük bir kibir taşıyordu bazılarımız. Üst insan diye bir kavram daha türetildi : Ubermensch. Üst insanların diğer insanlardan daha fazla yaşamaya, daha fazla tüketmeye hakları vardı. Sonra bu hiyerarşi daha da derinleşecekti.

Her neyse dedim ya depresyon kaçınılmazdı, girildi. İşte o depresyonda bu metnin üzerinde durmadığım, düşünmediğim yeni bir boyutu ortaya çıktı : “Samanyolu galaksisinin güneş sisteminin kokuşan bir gezegeni olan dünyada, insanoğlu insanoğluna kısacık bir süre için teğettir. Sonra herkes kendi meçhulüne yollanır. Bir başına.”

İnsanoğlu insanoğluna kısacık bir süre için teğetti. Sonra herkesin kendi meçhulü vardı. İnsanoğlunu insanoğlu kılan da bu kısacık sürelerdi. O zaman anladım yalnız olduğumu ilk. O zaman arkadaşlarımdan, ailemden kopuşumu anladım. Artık kendi meçhulüme yollanıyordum. Belki teğet geçeceğim yeni insanoğulları olacaktı, belki daha uzun sürecekti, belki daha kısa. İlk defa o depresyonda anlamıştım bunu.

O günden beri çok fazla teğet geçmedim insanoğluyla. Kimseyi zorlamadım da. Geçtiklerim de çok uzun sürmedi. Bugün bu olağanüstü metni tekrardan hatırlamamın sebebi ise, aldığım “ne kadar uzaklaştık ya” mesajıydı. Doğadan doğal olmayanı talep edip insan olmaya çalışan biri olarak bana bu da çok doğal geldi.

2 yorum:

  1. sana bir doz terry pratchett yaziyorum, haftada bir kitabini bitir discworld'un hicbirseyin kalmaz

    YanıtlaSil
  2. okuduğum en güzel yazındı bu, gerçekten çok beğendim, hem düşündüklerini hem dile döküşünü.

    YanıtlaSil