22 Ekim 2008 Çarşamba

Halim Şefik Güzelson'a İthafen: Balık Ağzı

Saatin alarmı tam 07:00’de çaldığında Osman Galipoğlu, Sarıyer’deki 22 odalı yalısının pirinç karyolasındaki viscolex yatağında uyurken rüyasında İstanbul boğazından çıkmak isteyen bir kılıç balığının balıkçılar tarafından avlandığını izleyen bir orkinos olduğunu görüyordu. Saatin de çalmasıyla Osman Bey, yarı uyanık bir haldeyken rüyasını, odanın ısısını 18 C dereceye ayarlayan klima ve karısının yorgana duyduğu büyük aşk ile ilişkilendirmişti. Dışarıda şu an 26 C derece olan hava hiç şüphe yoktu ki, günün ilerleyen saatlerinde 33 C dereceye kadar yükselecekti. İşin içine İstanbul’un nemi de katıldığında, hissedilen sıcaklık 40 C dereceyi bulurdu.

Yataktan doğrulmak üzereydi. Dışarıda hava bu kadar sıcakken, evde üşüyüp de bu tuhaf rüyayı görmesine sebep olan klimaya küfrü bastı ve gece mavisi ipek pijaması ile jakuziye yollandı. Osman Bey, sıcak bir jakuzide sabahları 15 dakika kalmadan güne başlamaktan nefret ederdi ve çoğunlukla da daha uzun kalırdı. Jakuzi, karısının ve kendisinin tüm elbiselerinin yer aldığı dört duvarındaki dolap kapaklarının tümüyle ayna ile kaplı olduğu elbise odacığı gibi, odasındaki birkaç odacıktan birinin içinde yer alıyordu. Odacıkta jakuzideyken müzik dinleyebilmesine imkan sağlayan güzel de bir ses sistemi vardı. Odacığın kapısını içerden kapattı ve kilitledi. Karısını rahatsız etmek istemediği gibi, karısı tarafından da rahatsız edilmek istemiyordu.

Müzik sisteminin başında durdu ve her sabah yaptığı gibi Stravinski’nin ilk seslendirildiğinde hiç beğenilmeyen eseri Bahar Ayini’ni dinlemek üzere sistemi ayarladı. Eserin sesi odacığı doldurmaya başladığında jakuzi de ılık suyla doluyordu. Aslında Stravinski’nin kalabalık orkestralar için yazdığı bu bale eserinin sonradan tek bir piyanoda iki kişinin 4 elle çaldığı versiyonu daha çok hoşuna gidiyordu. Sadelik eseri daha vurucu yapıyordu Osman Bey’e göre. Seslerin, notaların deforme edilerek müzik dünyasının en şok edici eserlerinden biri sayılan Bahar Ayini’ni, kurallara başkaldırarak ortaya bambaşka yeni bir müzik koyduğu için seviyordu. Her sabah bu müzik ile önceleri “başkaldırı” olarak nitelendirilen eylemlerinin sonucunda kazandığı büyük başarılar geçiyordu gözlerinin önünden. Bahar Ayini herhangi birşeye ve tabii ki güne de, başlamak için dinlenebilecek en güzel müzikti.

Jakuzi sisteminden gelen sinyal sesi jakuzinin kullanıma hazır olduğunu kendisine bildirdi. İpek pijamasını ve çamaşırlarını çıkarıp, usulca jakuziye yerleşti. Rahat ettiğinde Bahar Ayini Le Sacrifice bölümüne geçmişti. Gözlerini kapattı ve bütün dikkatini çalan müziğe verdi. Sert vahşi ve düzensiz ritmleriyle müzik, Osman Bey’e iş dünyasında karşılaştığı zorlu engelleri düşündürüyordu. Hepsini tek tek aşmıştı. Yıkılmamak, güçlü olmak ona huzur veriyordu.

Birdenbire gözünün önüne gelen kılıçbalığı bu huzuru bozdu. Gece rüyasında mor kuşaklı bir takayla gelen balıkçılar tarafından avlanan bir kılıçbalığı görmüştü. Gariptir kendisi de aynı sularda bir orkinostu ve kılıçbalığının iri gözlerindeki kederi görmüştü. Kılıçbalığının balıkçılar tarafından avlanışını izleyen bir orkinos olmak da neyin nesiydi ki. Nerden çıkmıştı bu rüya. Hemen aklındaki düşünceleri başından kovdu ve yeniden müziğe odaklandı. Huzurunu tekrar sağlamıştı. Bir süre daha huzurun keyfini çıkardıktan sonra yeni güne yenilenmiş bir şekilde hazırdı.

***

Osman Bey’in yalısının yaklaşık 400 km. kuzeydoğusunda denizsuyu sıcaklığının yüksek olması nedeniyle yüzeye yakın yüzerek Karadeniz’den Akdeniz’e geçmek isteyen bir kılıçbalığı İstanbul Boğazı’na doğru ilerliyordu. Normalde bir ay sonra suyun sıcaklığı biraz daha düştüğünde, Akdeniz’e gitmek için hareket etmesi gerekiyordu. Sanki Akdeniz’de birine yetişecekmiş gibi sabırsızca bir ay öncesinden yola koyulmuştu.

Yüzeye yakın yüzerek, balıkçılardan zıpkın yeme olasılığını artırıyordu. Bu sebeple hızlı yüzmeliydi. Açık denizde risk daha azdı ama şimdiden boğazı nasıl geçeceğinin kaygısına düşmüştü. Boğazdaki akıntıya güveniyordu. Akıntı kendisini olumlu, balıkçıları olumsuz etkileyecekti. Bunu biliyordu ama ya akıntı durursa diye düşünmekten de kendini alamıyordu. 16 17 saat sonra sabaha karşı İstanbul Boğazını geçmeyi planlamıştı.

Bu arada da yüzeydeki uskumru, zargana gibi küçük balıkların lavralarını kolluyordu. İstanbul Boğazı’nı geçerken hızını ve gücünü azamileştirmek istiyorsa, bugün iyi beslenmeliydi.

Kılıçbalığı Akdeniz’de Deniz Kızı’na kavuşacağı an için sabırsızlanıyordu. Orkinoslar çok dalga geçmişlerdi kılıçbalığıyla deniz kızını duyduklarında. Deniz kızları masal kahramanlarıdır, dünyada deniz kızları falan yoktur demişlerse de bir türlü kılıçbalığını ikna edememişlerdi. Kılıçbalığını sinirlendirmek için deniz kızı taklidi yapan bir orkinos kılıçbalığının keskin kılıcından zor kurtulmuştu. Kılıçbalığı da bu olayın üzerine orkinoslardan ayrı durmuş uskumrularla yüzmeye başlamıştı.

Kılıçbalığı deniz kızına aşık olmuştu bir kere. Onun peşinden koşmadan duramazdı ki… Hayatını tehlikeye atarak da olsa deniz kızını aramak zorundaydı. Hatta deniz kızı gerçekten bazı denizcilerin dediği gibi kolları yavrularını beşikteymişçesine taşımak için evrilerek insan kollarına, kafalarına dolanan yosunlar da kızların saçlarına benzeyen deniz inekleri olsa bile kılıçbalığı, deniz kızını aramaktan vazgeçemezdi.

Bu arayış onun varoluşuna anlam katıyor, ona yaşama sevinci aşılıyordu. Akrabası uskumruları yiyerek beslenen orkinoslar gibi değildi o. Kendi kendine dalga geçmeseler şaşardım dedi. Bir orkinos ne anlardı ki aşktan, denizkızlarından.

***

Jakuzi keyfi bugünlük sona ermişti. Kayıp da düşmemek için dikkat ederek jakuziden çıktı. Bornozunu üzerine alırken Bahar Ayini’ni kapattı. Aynanın karşısında vücudunu incelemeye başladı. Artık 47 yaşındaydı ve vücudu atletik özelliklerini kaybedeli epey olmuştu. Ama siyahlarla mücadelesini kırların kazanmaya başladığı saçları hala yerli yerindeydi. Siyahlar tel tel taraf değiştiriyorlardı. Son zamanlarda fitness çalışmalarına ağırlık verdiğinden göbeği bir miktar azalmıştı. Ama yine de fit hale gelmek istiyorsa daha çok çalışmalıydı.

1.73’lük boyu ve 92 kg.lık ağırlığıyla çok dikkat çekici bir tip değildi Osman Bey. Yüzüne traş köpüğünü sürdü ve usturasını deri kılıfında bileylemeye başladı. Bu ustura kendisine babasından yadigardı. Ona da babasından yadigardı. Babası gibi o da usturayla traş olmaktan hiç vazgeçmemişti. Sakal traşına çok önem verirdi. Kusursuz bir sakal traşı ancak usturayla mümkün olurdu. Usturanın altın sapında dedesi Galip Bey’in daha sonradan holdinginin de logosu olacak mührü bulunmaktaydı. Usturayı dikkatlice ve ustalıkla kullanarak herzamanki gibi yine kusursuzca traş oldu. Yüzünü yıkadı, traş losyonunu sürdü.

Odacıktan dışarı çıktı. Karısı yeni uyanmış, henüz yataktan kalkmamıştı. Gülümseyerek karısına günaydın dedi ve yanına gitti. Karısı da doğruluyordu. Altın rengi saçları omzuna dökülüyor, beyaz teni üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Osman Bey, karısının omzuna küçük bir öpücük kondurarak,
- Benimle kahvaltı eder misin hayatım yoksa uyumaya devam mı edeceksin ?
- Kahvaltı masasını bahçeye, büyük ceviz ağacının altına kurdur. Ben de hazırlanıp geliyorum dedi Şerife Hanım, yazları bahçedeki büyük ceviz ağacının altının serinliğini çok severdi.
- Elbette dedi Osman Bey, Majestelerinin özel bir isteği var mıdır acaba kahvaltı için ?
- Yok bir tanem rejimdeyim ben. Sen de az yesen iyi edersin.

Şerife Hanım, 175 cm. boylarında 36 yaşında incecik zarif bir kadındı. Dedesi, Osman Bey’in dedesinin ortağıydı ve Kafkasya’dan birlikte İstanbul’a göç etmişlerdi. Üstüne sabahlığını giydi ve biraz önce Osman Bey’in çıktığı jakuzili odacığa gitti. “Yahu Osman 100 kere söylüyorum sana şu suları heryere sıçratma” diye söylene söylene yüzünü yıkadı, saçlarını topladı ve aşağıya indi.

Bahçeye çıktığında tam istediği yere hazırlanan kahvaltı masasına oturan Osman Bey taze sıkılmış nar suyunu yudumlamaktaydı. Bir vitamin deposu olan narın suyunu Osman Bey her sabah şifa niyetine içerdi. Şerife Hanım masaya oturdu usulca ve Osman Bey’in yarın geceki planları hakkında sorular sordu. Yarın Galipoğlu Holding’in kuruluş yıldönümüydü
- Osman sen ne düşünüyorsun yarın nasıl bir kutlama yapalım ?
- Hayatım, 20-30 kişilik en yakın dostlarımızı burada ağırlamayı düşünüyorum doğrusu. Öyle çok şatafata gerek yok dedi Osman Bey, samimi bir gece istiyordu.
- Tamam o zaman ben bahçeyi 30 kişi ağırlayacak şekilde düzenletirim yarın. Menüde özel bir talebin var mı hayatım diye sordu Şerife Hanım.
- Evet var dedi Osman Bey, dün gece tuhaf bir rüya gördüm. Ben kocaman bir orkinostum ve bir kılıç balığının zıpkınla avlanışını seyrettim. O sebeple bulabilirsem menüde şişte kılıçbalığı olacak.
- Hımm güzel seçim, yanında da rakı süper olur.
- Tabii ki, rakısız olur mu hiç.

***

Kahvaltısı bitince Osman Bey holding binasına gitmeden önce ilkokuldan sınıf arkadaşı balıkçı Mehmet’i görmeye gitti. Pek sık görüşmezlerdi, ama yine de Osman Bey zaman zaman ziyaretine giderdi bu eski dostunun. Balıkçı Mehmet, çocukluğunu hatırlatırdı Osman Bey’e. Bahçeden erik çaldıkları, birlikte denize daldıkları o güzel günleri. Yardıma ihtiyacı olduğunda yardım etmekten kaçınmazdı. Balıkçı Mehmet’in çocuklarının okul masrafları da yıllardır Osman Bey’in holdinginin verdiği karşılıksız burs ile karşılanmaktaydı. Ancak Osman Bey’in bu defaki ziyaretinin sebebi yalnızca nostalji duygusuyla eski günleri yad etmek değil, aynı zamanda yarın geceki kutlama için kılıçbalığı bulup bulamayacağını da araştırıyordu. Balıkçı Mehmet Sarıyer balıkçı barınağındaki küçük takasının önüne gelen siyah Mercedes’i görür görmez dostunu karşılamak için hemen karaya indi. Mehmet yüzünde kocaman gülümsemesiyle arabanın arka kapısına şöförden önce davrandı,
- Ooo beyim hoş geldin, vaktin var mı, ne ikram edeyim sana dedi.
- Ya Mehmet bırak bu beyim laflarını filan aynı sınıftaydık çocukken hatırlasana.
- O zaman sınıf arkadaşıydık beyim, simdi ise sen bir beysin, ben de bir balıkçı dedi Mehmet, ben babamdan bir tek haddimi bilmeyi öğrendim beyim.
- Yapma böyle ya Mehmet, beni mahçup ediyorsun, bana sade bir Türk kahvesi söyle de şöyle eski günleri analım boğaza ve güneşe karşı dedi Osman Bey.

Balıkçı Mehmet hemen yanındaki çırağa oğlum koş bize iki tane sade kahve getir, Çaycı Mustafa’ya da, Osman Bey ustamı ziyarete gelmiş, kahveler özel olacakmış de o anlar diye talimat verdi. Çırak koştura koştura uzaklaşırken Balıkçı Mehmet ile Osman Bey de takanın boğaza bakan güvertesindeki ahşap sandalyelere oturdular. Balıkçı Mehmet takayı Osman Bey’in sahibi olduğu Hayalbank’ın verdiği krediyle almıştı. Hayalbank hayallerinizi gerçekleştirir. Bankanın sloganı buydu ve logosu da mor bir kuşak üzerine beyaz Hayalbank yazısıydı. Mor kuşak hayallerin simgesiydi bankaya göre. Hayallerin parayla mutlak bir ilgisi vardı hiç şüphesiz. Hayallerini satın alırken bankadan, karşılığında geleceğini de bankaya rehin bırakıyordun ama o sonranın işiydi. Önce bir hayaller gerçekleşsindi. Balıkçı Mehmet de hayal ettiği takasındaydı işte şimdi. Hoş, takanın ruhsatı Balıkçı Mehmet’in kredi borcu bitene kadar Hayalbank’ta kalacak, borç bittiği gün Mehmet’e devredilecekti ama olsun. O gün gelene kadar da takanın üzerinde ruhsat sahibi olarak bankanın büyük bir logosu yer alacaktı. Anlaşma böyleydi.
- Eee anlat bakalım Mehmet dedi Osman Bey, nasıl gidiyor işler bir derdin sıkıntın var mı ?
- Yok beyim çok şükür çoluk çocuk sağlığına duacıyız.
- İyi iyi, aman bir yaramazlık olmasın dedi kendi kendine Osman Bey, kredi ödemelerinde falan bir sıkıntı yok di mi ?
- Biraz zorlanıyoruz ama idare ediyoruz beyim dedi Balıkçı Mehmet.
- Valla bir yaramazlık var da söylemiyorsan ayıp ediyorsun ona göre.
- Yok beyim estağfurullah, siz nasılsınız diye yanıtladı Balıkçı Mehmet.
- İyi maşallah Mehmet, yarın da holdingin kuruluş yıldönümü bahçede sade bir gece organize ediyoruz derken çaycı kahveleri getirdi. Kahvesinden bir yudum alan Osman Bey, valla Mehmet dünyanın her yerinde kahve içtim, senin bu çaycın kadar güzel kahve yapan adam görmedim dedi övgüyle, yıllardır sorarım bu adam bu kahveye ne yapıyor da bu kadar güzelleşiyor diye bir söylemedin gitti.
- Beyim söylersem sen beni ziyarete gelmezsin ki dedi gülümseyerek Balıkçı Mehmet, yarınki gece için balık falan lazımsa elimden geleni yaparım beyim diye ekledi. Beklediği an gelmişçesine, Osman Bey,
- Valla Mehmet dedi, ben şöyle büyük bir kılıçbalığı istiyorum, tadını çok severim, uzun zamandır da yemedim.
- Beyim kılıçbalığı çok azaldı bizim denizlerde, üstelik normalde kılıçbalıklarının bir ay sonra boğazdan geçmesi gerekir ama ben bir şansımı deneyeyim, bu gece bir kılıç balığı Karadenizden boğaza girerse emin ol onu ben yakalayacağım hem de babanızın yıllar önce amcama armağan ettiği o şahane zıpkınla.

Kahveler bitmek üzereydi, son bir yudum daha aldı Osman Bey ve o zaman rastgele Mehmet, rastgele diyerek kalktı, daha çok oturmak isterdim de biraz işlerim var. Beyim estağfurullah şeref verdiniz, yine bekleriz dedi Balıkçı Mehmet. Arabanın kapısını şöförü açtığında Osman Bey binmeden önce son bir kez daha Balıkçı Mehmet’e döndü ve gülümseyerek geleceğim tabii Mehmet sen benim en eski arkadaşımsın dedi.

Mehmet hemen çırağına döndü, oğlum bu gece balığa gün doğmadan çıkacağız, sen ağları hazırladıktan sonra güzel bir uyku çek kendine, ben de eve gidip akşam yemeğinde sonra zıpkınımı alıp geleceğim dedi. Çırak ağlara, Balıkçı Mehmet evine döğru yöneldi.

***

Kılıçbalığı süratle yüzmeye devam ediyordu. İstanbul Boğazına ulaşması için yaklaşık 10 saatlik bir yolu daha kalmıştı. Bu süre içinde de yeterince beslenememişti. Büyük bir uskumru sürüsünün peşine takılarak daha fazla lavra yemesi veya keskin kılıcını kullanarak levrekleri, lüferleri veya hiç olmazsa palamutları avlaması gerekiyordu.

Denizde gözünü dört açmış ilerlerken büyük bir torik gördü. 60 cm. civarı uzunluğundaki bu toriği avlayabilirse, uzun bir süre beslenme kaygısı olmadan yüzebilirdi. Kılıçbalığı hedefini izlemeye koyuldu. Süratli bir yüzücü olan torik biraz rehavete kapılmış olacak ki, amaçsızca ve ağır ağır yüzüyordu. Kılıçbalığını farketmemişti. Kılıçbalığı birden iyice derine daldı. Artık toriğin onu farketmesi çok daha zordu. Kılıç balığı toriğin yaklaşık 120 m. aşağısında tam altına doğru sokuldu. Torik yüzeyde, kılıç balığı dipte bir süre aynı hizada yüzdüler. Bu sırada kılıçbalığı toriği dikkatle izliyordu. Torik kılıçbalığının varlığından haberdar değildi. Kılıç balığı için artık av zamanıydı.

Büyük bir hızla, toriğe doğru ilerlemeye başladı. Dipten yüzeye doğru yüzdüğünden suyun kaldırma kuvvetini lehine kullanıyordu. Torik artık kurtulamazdı. Gövdesini yay gibi geren kılıç balığı tüm gücüyle kılıcını toriğe yanlamasına vurdu. Keskin kılıcı toriği ortadan ikiye ayırdı. Kılıç balığı için av tamamlanmıştı. Şimdi beslenme zamanı gelmişti.

Toriği yemeyi bitirdiğinde keyfi ve gücü yerine gelmişti kılıçbalığının. Yemek molasını bitirip hızla İstanbul Boğazına doğru yüzmeye kaldığı yerden devam etti. Artık kafası daha rahattı ve bu rahatlık ona denizkızını düşünme imkanı veriyordu.
- Denizkızı, güzel denizkızı. Ömrümce senin peşinden koştum. Seni her denizde aradım. Artık çık karşıma. Hayatıma anlam kat. Ömrün boşa gitmedi de bana nolur. Çabalarının, arayışlarının meyvesi olarak karşındayım bak işte de. Artık bize acı yok, artık bize üzüntü yok, şimdi çok mutluyum de ki, ben de mutlu olayım. Bunu fazlasıyla hakettiğimi söyle bana, mücadelen sonuç verdi de. Artık balıkçılardan ve onların zıpkınlarından korkmana gerek yok de. Artık açık denizlerde özgürce, balıkçıların, zıpkınların, ağların olmadığı denizlerde yaşayacağız de. Bu denizlerde karşımıza deniz kızları, kuşlar, bayramlar, seyranlar, şenlikler, cümbüşler, gelin alayları, teller, duvaklar donanmalar çıkacak de. Balıkçıların bu denizlere gelmeye güçleri yetmez de. Bana güzel günler vaad et. Bana mutlu günler vaad et.

***

Osman Bey için günün geri kalanı rutin geçti. İncelediği raporlar, dinlediği haberler, imzaladığı kağıtlar, konuştuğu insanlar, çözülen sorunlar, çözülmeyen sorunlar, sıkıcı toplantılar…

Akşama doğru Şerife Hanım genel başkanı olduğu EDD’nin (Eğitimi Destekleme Derneği) gecesini hatırlatmamış olsaydı, Osman Bey yalısına gidip, bahçedeki ceviz ağacını altında rakısını yudumlayarak doya doya boğazı seyredecekti. Oysa artık mecburen o sıkıntılı gecede, elinde viskisi, yüzünde en prezentabl gülümsemesi, çek defterinden eksilecek bol sıfırlı bir bağış çeki ile anlamsız bir gece geçirecekti. Belki de tüm bunları bir şova dönüştürebilirim diye düşündü.

Bazen kendi kendine düşünüyordu, tüm bu saçmalıkların içinde ne işim var benim diye. Ama olmazdı, oyunun kuralları belliydi ve bu oyunda var olmak istiyorsa Osman Bey de kurallara uygun hareket etmeliydi. Bu ülkenin gündeminde soylu bir şekilde yer almanın en ucuz ve kolay yolu, sonradan vergi matrahından düşülen hayır işleriydi. Tamam, doğrudan reklam yaptığında da harcamalar vergi matrahından düşülebilirdi ama o zaman o kadar soylu olmazdı. Ana Haber Bülteninde üstü kapalı reklam yapmakla, prime time reklam kuşağında herkesin zapladığı bir anda reklamının dönmesi arasında ciddi farklar vardı elbette. Hal böyleyken Osman Bey’in yapabileceği fazla bir şey yoktu. O geceye katılacaktı. Zaten evinde oturan karısını da bu işlerle uğraşması için bizzat kendisi teşvik etmişti. Şimdi onu yalnız bırakamazdı.

Şerife Hanım, o sırada Çırağan Sarayı’nda gecenin son hazırlıklarını yapmakla meşguldü. İkramlardan müzayedede satılacak eşyalara, konukların karşılanmasından, kimin nerede oturacağına kadar tüm detaylarla tek tek ilgileniyordu. Bu gibi küçük detaylar gecenin toplam başarısını çok doğrudan etkilerdi çünkü.

Şerife Hanım, bu geceyi tertiplemeyi ilk düşündüğünde daha mütevazi bir etkinlik hayal etmişti, ancak Osman Bey küçük dokunuşlarla bu geceyi çok görkemli bir hale getirmesini sağlamıştı. Popüler sanatçılardan, sporculardan alınan şahsi eşyaların açık artırma ile satılması fikri şüphesiz yeni bir fikir değildi ama öte yandan işe yaradığı da kesindi. Gecede şarkıcılar sahneye çıkacak, birer şarkı söyleyecek ve ardından o gece kullandıkları bir eşyalarını hemen oracıkta dernek adına satacaklardı. Bazı önemli karşılaşmalarda yer alan sporcuların imzalı formaları da sahneden inen şarkıcının yerini bir başkasına bırakacağı kısa aralara serpiştirilecekti. Böylece hem, yeni şarkıcının ses kontrol işlemleri için orkestralara zaman kazandırılacak, hem de gecenin temposu da düşmeyecekti.

Şerife hanım son incelemelerini yaptıktan sonra gecenin kusursuz geçeceğine olan inancı iyice kuvvetlenmişti. Tüm detaylar titizlikle düşünülmüştü ve herşey yolunda görünüyordu. Artık gece için kendisini hazırlamanın zamanı gelmişti. Önce kuaföre ardından makyöze ve en son da saraydaki odasına gidip hazırlıklarını tamamlamak üzere salondan ayrıldı.

***

Balıkçı Mehmet evine geldiğinde karısı İffet’e, Osman Bey’in ziyaretini anlattı. İffet’in gözleri parlamıştı. Çünkü Mehmet iri bir kılıçbalığı yakalamayı başarırsa, yüklü bir fiyata satabilirdi. Osman Bey cömert bir adamdı. Kazanılacak parayla, çocukların uzun zamandır istedikleri bilgisayarı alabilirler, yastık altına da kötü günler için bir miktar ayırabilirlerdi. İffet kocasını hemen yatak odasına gönderdi ve sen akşama kadar uyu, bu gece uykuya ihtiyacın olacak dedi. Bu, Mehmet’in geri çeviremeyeceği bir teklifti. Akşam yemekten sonra da hazırlıklarını tamamlamak için yeterince vakti olacaktı. Şöyle bir düşündü, evden 19.30’da çıksa herşeye yetişebilirdi. Karısına akşam 7 gibi yemek yiyeceğini, o saate yemeği hazırlamasını ve uyanmamış olursa uyandırmasını söyledi.

Uyandığında Servet ile Mustafa okuldan dönmüşlerdi ve sessizce annelerine akşam yemeği için yardım ediyorlardı. Anneleri sıkı sıkı tembihlemişti onları sessiz olmaları konusunda. Onlar da söz dinleyen akıllı çocuklardı.
- İyi uyuyabildin mi canım diye sordu İffet kocasının odadan çıktığını görünce, 10 dakika içinde uyanmamış olsaydın uyandıracaktım seni.
- Evet dedi Mehmet, tam zamanında kalktım ve çok güzel uyudum.
- Yemek birazdan hazır olacak, istersen bir elini yüzünü yıka da sofraya oturalım.

Mehmet o zaman acıktığını anladı ve hemen banyonun yolunu tuttu. Aynada yüzünü iyice bir inceledi. 50’sine gelmek üzere olan biri için yüzündeki çizgiler çok derindi. Balıkçılık kolay iş değildi. Gün daha doğmadan havanın en soğuk olduğu, rüzgarın bir tel gibi yüzünüzü çizdiği saatlerde herkesler uykudayken o, koca denizde yapayalnız avlanıyordu. Deniz bazen çok cömert, bazen de çok cimri davranıyordu balıkçılara.

Mutfağa girdiğinde sofra hazırdı, baş köşedeki yerine oturdu. Yemekte balık çorbası ve kıymalı patates vardı. Servet ile Mustafa yemek boyunca bize ne zaman bilgisayar alacaksın baba diye sorup durdular. Sınıflarındaki tüm arkadaşlarının bilgisayarları varmış da, herkes ödevlerini bilgisayarla yapıyormuş artık da, arkakdaşlarından geri kalıyorlarmış da anlattıkça anlattılar. Mehmet dua ediyordu o sırada : Allahım bugün boğazdan zamansız geçmeye kalkan bir kılıçbalığına rast getir beni, şu çocukların başlarını öne eğdirme.

Yemek masasından kalktı, ellerini yıkadı, uzun zamandır kullanmadığı zıpkınını kılıfından çıkardı ve inceledi. Zıpkın iyi görünüyordu. Biraz lastiği eskimişti, biraz da bakıma ihtiyacı vardı ama çok dert değildi bunlar. Artık gitme zamanı gelmişti. İffet, hadi canım rastgele, inşallah yakalarsın kılıç balığını diyerek uğurladı kocasını.

Takaya döndüğünde, çırağın da ağları gözden geçirip, yırtık yerlerini onarmış olduğunu gördü. Çırak ustasının söylediği gibi işini bitirip, takanın iç kısmındaki kanapede kestirmeye başlayalı bir saatten biraz fazla olmuştu. Balıkçı Mehmet köşesine çekildi ve zıpkınının bakımını yapmaya başladı.

Mehmet doğduğu günden beri denizi, boğazı, yüzmeyi dalmayı çok seviyordu. Balıkçı olan amcası Murat en büyük idolüydü. 7 yaşından beri her yaz amcasının çıraklığını yapmaktaydı. Amcası da Mehmet’teki deniz tutkusunun geçici bir heves olmadığını görünce ona 4 yıllık çıraklığının karşılığı olarak bir şnorkel ile bir çift palet almıştı. Mehmet ilk dalışını yaptığında 11 yaşındaydı ve bu müthiş tecrübesini hemen ilkokuldaki sınıf arkadaşı Osman’a ballandıra ballandıra anlatmıştı. O yaştaki çocuklar için kızamıktan daha bulaşıcı bir şey varsa o da hevesti ve Mehmet’in dalma hevesi Osman’a çoktan bulaşmıştı. Dalmak istediğini ilk söylediğinde babası Muzaffer Bey bunun çok tehlikeli olduğunu Osman’a anlatarak izin vermemişti. Osman ikinci defa dalmak istediğini söylerken Muzaffer Bey sinirlenmiş ve bunun olamayacağını sert bakışlarıyla ifade etmiş, üçüncü seferde ise kendini tutamayarak oğluna bağırmıştı. Osman bunun üzerine babasına küsüp odasına kapanmış ve babasına hergün bir mektup yazmaya başlamıştı. Bir babanın 10 yaşındaki oğluna bağırmaya hakkı var mı diye soruyordu mektuplarında Osman babasına, sen beni sevmiyorsun, sevsen bana bağırmazdın diyordu. Muzaffer Bey 100. mektubu aldığında, oğlunun kazandığını kabul ediyordu. Hemen kahyası Mustafa Efendi’yi yanına çağırdı ve kardeşiyle görüşmek istediğini söyledi. Mustafa Efendi, Mehmet’in babasıydı ve kardeşi balıkçıydı.

Muzaffer Bey, Osman’ı Murat’a emanet etmiş ve bunun karşılığında kendisinden ne istediğini sormuştu. Murat buna karşılık beyim çocukların gönlü olsun yeter, oğlunuza da gözüm gibi bakarım merak etmeyin siz diyerek herhangi bir karşılık almayacağını kesin bir dille ifade etmiş, tüm ısrarlara rağmen de geri adım atmamıştı. Artık Murat’ın gözetiminde Osman ile Mehmet beraber balığa çıkıyorlar, gönüllerince eğleniyorlardı.

Osman’ı çok mutlu gören Muzaffer Bey, Murat’a illaki bir jest yapmak istiyor fakat nasıl yapacağını bilemiyordu. Bir gün Osman’ı yanına çağırıp Murat amcasının isteyip de alamadığı bir şey olup olmadığını sordu. Baba bir seferinde Murat amca ile beraber dalarken boğazda kocaman bir kılıçbalığı görüp çok korktuk, Murat Amca ise ahh bir zıpkınım olsaydı onu avlardım diye üzülüp durdu dedi Osman. Muzaffer Bey, Murat’a nasıl bir jest yapacağını bulmuştu. İşe gittiğinde ilk işi satınalma müdürüne kılıçbalığı avında kullanılabilecek en iyi zıpkından bir tane alması talimatını vermek oldu. Parası önemli değil diye eklemeyi de unutmamıştı.

Yazın sonunda okullar başlayacağı zaman Muzaffer Bey, elinde piyasanın en iyi zıpkınıyla oğlunu almaya Murat’ın yanına gitti.
- Murat bu yaz oğlumu çok mutlu ettin, ben de seni mutlu etmek istedim, lütfen bu hediyemi kabul et diyerek Murat’a uzattı. Murat hediye paketini açtığında önce gözleri parladı, sonra da yaşardı.
- Beyim bu benim hep hayalini kurduğum zıpkın, nasıl buldun, nasıl bildin anlamadım, çok teşekkür ederim, ama bunu kabul edemem. Çok pahalı bu zıpkın, bunu hakedecek bir şey yapmadım ben.
- Murat bu zıpkını al ve ilk avladığın kılıçbalığını hep beraber bizim yalıda yiyelim dedi Muzaffer Bey, mangalları yakalım, kılıçbalığını şişlere dizelim, rakımızı da açalım, keyfimiz yerine gelsin. Osman’ı, Mehmet’i, beni bu mutluluktan mahrum etme. Bunun üzerine Murat zıpkını kabul etti ve Muzaffer Bey’in elini öptü.

Balıkçı Mehmet’in bakımını yaptığı zıpkın, işte o zıpkındı. Amcası yaşlandığında bu güzel zıpkını, oğulları yerine, sen olmasan bu zıpkına hiç sahip olamazdım diyerek yeğenine bırakmıştı.

***

Osman Bey, akşam saat 19.51’de Şerife Hanım ile birlikte konukları karşılamak üzere Çırağan Sarayı’nda buluştu. Karısı ışıl ışıl saçları ve beyaz tuvaletiyle bir peri gibi görünüyordu.
- Bugün herzamankinden de güzelsin hayatım dedi gülümseyerek Osman Bey, bir tek sihirli değneğin eksik.
- Dalga geçme Osman, zaten gerginim.
- Ne dalgası Şerife, şahane görünüyorsun ve korkarım şah rolünü bu gece birine kaptırmamak için çek defterime yazacağım sıfır miktarında bir artış olacak dedi Osman Bey.
- Asıl şahane olan, güzelliğimin fakir çocukların eğitimine katkıda bulunacak olması hayatım dedi Şerife gülümseyerek. Konuklar gelmeye başlamış, her yer ışıl ışıl beyaz diş olmuştu. Artık bundan sonrası belliydi: Hiç görüşemiyoruzlar, çok şıksınız bu geceler, işler nasıl gidiyorlar, o ihaleyi alarak büyük iş yaptın bizimkiler becerememiş tebrik ederimler, ne diyorsun bu hükümet böyle devam eder miler, ekonomik kriz kesin kardeşimler, neyse ya, böyle hayırlı işler de olmasa işlerden kafamı kaldıramayacağımlar, aslında emekli olup da, Bodrum’a yerleşmeyi ciddi ciddi düşünmeye başladımlar, şöyle gençliğimdeki gibi sade bir çilingir sofrasını özledimler, kızınız da Harvard’da bizim oğlanla görüşüyormuşlar, ne dersin azizim bunları evlendirsek de kurtulsaklar, valla bizim oğlan işine beni karıştırmazlar, bana kalsa bir an önce dönsün holdingde çalışmaya başlasınlar, ama tutturdu ille de doktora yapacağım diyeler, nerden çıkıyorsa bu eğitim aşkılar, amaan boşver ya bildikleri gibi yaşasınlar, sonra ben kötü baba oluyorumlar, tabii abi ya laissez faire, laissez aller, laissez passerlar.

Konukların tamamı geldikten sonra, Osman Bey ile Şerife Hanım da masalarına oturdular. Yemek servisi başlamış, orkestra hafif müzik çalıyordu. Osman Bey oturduğu yerden Üsküdar sahilindeki tüp geçit projesinin çalışmalarını duyuyordu. Bu güzel yaz akşamında keyfimi kaçırmaya kimin ne hakkı vardı ki diye düşünüyordu ki, kendisinin de bu işte parmağının olduğunu hatırladı. Tüp geçit projesi ihalesini kazanan konsorsiyumda Galipoğlu Holding de vardı. Projenin zamanında yetişmesi için gece gündüz çalışmaları gerektiğini de hatırladı. Aksi takdirde sözleşmede belirtilen çok ağır cezaları ödemek durumunda kalırlardı ki, buna asla izin veremezdi. Mecburen duymamaya çalıştı inşaat seslerini. Somon fümenin, kalamarın, karidesin tadını çıkarmaya çalıştı yemek boyunca.

Yemekler biterken, artık sanatçıların sahne alma sırası gelmişti. Orkestra daha yüksek sesle çalıyordu artık. İnşaat sesleri yerlerini davulun ve bas gitarın tok sesine bırakmıştı Çırağan Sarayı’nın eşsiz bahçesinde. Elinde İrlanda viskisi, Süreyya Akpınar’ın sahneye çıkmasını bekliyordu Osman Bey gecedeki son vazifesini yapmak için.

Süreyya Akpınar 50 yaşlarında kısa boylu gür sesli bir kadındı. Hayatı büyük mutluluklar ve büyük acılarla doluydu. Coşkuyu da, acıyı da, mutluluğu da, kederi de şarkılarına yansıtmayı iyi becerebiliyordu. Bu gece ilk plağını doldururken kullandığı mikrofonunu açık artırmayla satacaktı. Gecenin en pahalı satışının bu olacağı düşünülüyordu.

Sahnede anarşist bir rock grubu vardı ve gitarlarını satıyorlardı, pek ilgi yoktu bu satışa. Aslında bu gecede olmaktan ne onlar memnundu, ne de geceye katılan zengin işadamları. Menajerlerin işgüzarlığıydı işte. Allahtan Mesut Bey’in oğlu bu gitarı alsın diye babasını sıkı sıkı tembihlemişti de gitar 10,000 YTL’ye alıcı buldu. Sahne sırası nihayet Süreyya Akpınar’a gelmişti. Simsiyah sırt dekolteli uzun bir elbiseyle ağır ağır sahneye çıktı.
- Sizlerle bu anlamlı gecede bulunmaktan mutluluk duyuyorum dedi Süreyya Akpınar, bu gece yoksul çocukların eğitimine katkıda bulunmak için ilk plağımda kullandığım mikrofonu son kez ilk plağımdaki şarkımı söylemek için kullanıp satacağım, umarım bu mikrofonun benim için anlamını anlar ve yoksul çocuklarımızı da yüreğinizde hissederek yüksek bir fiyata satın alırsınız bu mikrofonu. Çok çabalayıp da sürekli çuvalladığım, yanımda olmasını istediklerimin yanımda olmadığı, lüzumsuz insanların akıl verdiği, kısaca hayatın bana iyi davranmadığı bir kış günü Mersin seyahatine çıkmıştım. Bir arkadaşımın yazlık sitesinde yapayalnızdım. Bu şarkıyı orada yazmıştım. Umarım tüm yoksul çocuklar da bir gün kendi sıradağlarının ardlarına yolculuklarını yaparlar.

Osman Bey bu şarkının bireyselleşmeyi savunan sözlerini çok sever, sıradağların ardına yapılan bu yolculuk ona çok dokunaklı gelirdi. Şarkıya eşlik etti.

Üzerime karların yağdığı o şehir.
Şimdi sıradağların ardında
Sıcak güneş ışınları yağıyor şimdi üzerime
Sıradağların ardında

Dile gelen fikirlerinin
Üstüne hiç vazife olmayanlarca yorumlandığı
Yorum beklediklerinin dillerinin bağlandığı
O şehir şimdi sıradağların ardında

Herbirinden farklı seslerin
Çıktığı o bol kafalı şehir
Şimdi sıradağların ardında
Kafa da tek ses de tek burada.

Aramıza sıradağlar girdi canım insanlar

Sıradağların ardında
Hava hafif, su hafif
Ben hafif, düşünceler hafif.
Müzik bile hafif
Daha az çekiyor burada
Üstündekileri merkezine dünya
Meseleler basitleşiyor
Sıradağların ardında
Bizden ayrı bir ben olunca

Şarkı bittiğinde geceye katılan herkes gençliklerine doğru bir yolculuğa çıkıp dönmek üzerelerdi. Herkesin kendini çok yalnız hissettiği, gençlikten yetişkinliğe geçişin yolculuğunu anlatıyordu bu şarkı. Osman Bey de eski günlere dönmüştü kısa bir süreliğine ama hemen toparladı kendini, açık artırma başlamak üzereydi. Süreyya Akpınar mikrofonu eline adı, uzun uzun inceledi ve sonra,
- Bu mikrofon için 25,000 YTL’den az teklif edilirse mikrofon bende kalır, 25,000 YTL’yi de ben derneğe bağışlamış olurum. O yüzden açılış fiyatı 25,000 YTL dedi. Osman Bey biraz bekledi, kimlerle yarışacağını görmek istiyordu. 30,000 YTL emlak kralı Hasan Bey teklif etti, 35,000 müteahhit Hüseyin Bey. Ama asıl rakibi biraz daha sonra ortaya çıktı, Gazete patronu Nihat Bey 50,000 YTL teklif etti. Artık ortaya çıkmanın zamanı gelmişti, Osman Bey 60,000 YTL teklif etti. Belli ki artırma çetin geçecekti. 10 dakika içnde mikrofonun fiyatı 120,000 YTL’ye kadar çıkmıştı. Osman Bey 150,000 YTL teklif etti, Nihat Bey hayırlı olsun dedi, mikrofon Osman Bey’in oldu. Süreyya Hanım, kendisi için çok anlamlı bu mikrofonun hayırlı bir işe hizmet etmesinden duyduğu menmnuniyeti ifade edip, teşekkür ederek mikrofonu takdim etmek üzere Osman Bey’i sahneye davet etti. Sahnede Osman Bey,
- Süreyya Hanım benim için çok değerli bir sanatçıdır ve bu mikrofonun onun için anlamını tahmin edebiliyorum. Bu nedenle kabul buyurursa, bu değerli mikrofonu kendisine hediye etmek isterim. Çünkü mikrofonun gerçek sahibi odur ve bana göre mikrofon onda kalmalıdır. Jesti Süreyya Hanım’ın hoşuna gitmişti.
- Çok naziksiniz Osman Bey ama bir şartla bu hediyenizi kabul edebilirim.
- Buyrun dedi Osman Bey nedir şartınız?
- Bu mikrofonu sizin adınıza saklayacağım ve mikrofonun sahibi ben olmayacağım.
- Tabii ki, benim için onurdur dedi Osman Bey ve alkışlar arasında masasına döndü. Şerife Hanım kocasından bu hareketi beklemiyordu ve çok duygulanmıştı. Seni seviyorum Osman dedi usulca. Ben de dedi Osman Bey, ben de seni seviyorum hayatım. Geceden ayrılıp evlerine döndüklerinde saat 00.12 idi. Osman Bey ile Şerife Hanım bir süre gecenin başarısını konuştuktan sonra yatak odalarına çekildiler. İkisi de sevişemeyecek kadar yorgundu. Hemen uykuya daldılar.

***

Kılıçbalığı Ağva açıklarına kadar gelmişti. Artık daha da bir heyecanlıydı. Boğazdaki akıntı ne duırumdaydı, ya balıkçılar, onlar hazırlıklı mıydı? Normalde balıkçıların kendisini bugünlerde beklemiyor olmaları gerekiyordu. Daha bir ay vardı kılıçbalıklarının Akdeniz’e gitmelerine.

Balıkçılar için bilgi önemliydi. Çünkü her balığın farklı bir avlanma biçimi vardı. Hamsi ile balina aynı şekilde avlanamazdı yani. Balina avlamaya niyetlenen bir balıkçının özel hazırlık yapması şarttı. Bu nedenle de balinanın nasıl hareket ettiğini, hangi türün ne zaman nerelerde olabileceğini bilmeliydi. Ama sonuçta asıl önemli olan denizlerin bu dev memelisini bile avlayabiliyorsa balıkçılar, kılıçbalığının da balıkçılardan korkmak için haklı nedenleri vardı.

Zamanından önce boğazdan geçmeye kalkması sebebiyle balıkçıların kendisini avlamaya yönelik bir hazırlık içinde olmamaları ihtimalinin kuvvetli olması onu biraz ferahlatıyorsa da, kaygılanmadan edemiyordu. Tabii bir de boğazın akıntısına güveniyordu. Çünkü yola çıkalı yaklaşık 15 saat olmuştu yorulmuştu. Akıntının sağlayacağı ekstra hıza ihtiyacı vardı.

Saat gece yarısını geçeli 25 dakika olmuştu. Avladığı torik sayesinde birkaç saat öncesine kadar bir açlık hissetmemişti ama şimdi yavaş yavaş acıkmaya başladığını farkediyordu. Biraz ilerisinde gördüğü bir uskumru sürüsünün peşine takılmaya karar verdi. Çünkü onların da hedefi boğazlardan geçerek açık denizlere ulaşmaktı. Hem arkalarından ağır ağır giderse, onların lavralarıyla beslenebilirdi. Öte yandan eğer balıkçıların ağına uskumrular takıldığında can havliyle ağ var, ağ var diye bağıracakları için balıkçıların ağından önceden haberdar olup, önlem alma şansı vardı. Biraz yavaşlayacaktı belki ama boğazda güvenlik hızdan daha öncelikli bir konuydu.

***
Üsküdar’daki tüp geçit inşaatı bütün hızıyla sürüyordu. Üsküdar Sirkeci arasındaki 13.6 kilometrelik mesafeyi boğaz tabanının da altından geçmek üzere boğaza her biri 1.4 km. uzunluğunda 7 adet batırma tüp tünel elmanı yerleştirilmişti. Geri kalan 3.8 km. uzunluğundaki kısım için her iki yakadan uzanacak tünellerin de inşaatleri tamamlanmıştı. Şu anda ise boğazın tabanına kazılan hendeklere yerleştirilen dev batırma tüp tünel elemanlarının birbiriyle ve karadan gelen tünellerle bağlantıları için çalışıyordu mühendisler.

Bu çalışma sebebiyle boğazdaki akıntı bir süreliğine duracaktı. Bununla ilgili proje yöneticileri çıkardıkları bir bültenle boğazdan geçecek gemilerin armatörlerini, vapur işletmelerini ve balıkçıları uyarmışlardı. Dolayısıyla Balıkçı Mehmet bu gece boğazda akıntı olmayacağını biliyordu. Zıpkınının bakımını bitirmiş takasında gece haberlerini izliyordu. Eğitimi Destekleme Derneği’nin gecesi 3. haber olarak yayına verilmişti. Osman Bey’in Süreyya Akpınar’ın mikrofonunu 150,000 YTL’ye satın alıp sonra da tekrar sahibine hediye etmesinden övgüyle bahsediliyordu. Balıkçı Mehmet de Osman Bey’i tanıdığı için gururlanmıştı.

Saat 02.30’a gelirken çırağı uyandırdı ve son hazırlıkları yapması için talimat verdi. Yarım saat içinde taka Sarıyer balıkçı barınağından ayrılacaktı.

Kılıçbalığı da uskumruların ardından ağır ağır boğaza girmek üzereydi. Yorgundu, açtı, ama bekleyemezdi de. Artık zamanı gelmişti. Çanakkale Boğazı’ndan geçiş bu kadar zorlu olmayacak dedi kendi kendine, bunu bir geçeyim kavuşacağım deniz kızına. İçindeki yaşama sevinci, deniz kızına kavuşma arzusu ona güç veriyordu. Saat 03.32’de önde uskumrular arkada kılıçbalığı Poyrazköy açıklarından boğaza giriş yapmışlardı. Artık kılıçbalığı her an tetikte olmalıydı. Hızını düşürerek uskumru sürüsünün biraz daha gerisinde kaldı. Gece kapkaranlıktı, ay görünmüyordu. Yüzeye yakın yüzen balıklar için geceleri ay ışığı önemli bir kılavuzdu.

Bu sırada Balıkçı Mehmet’in takası da balıkçı barınağından ayrılmış, boğazın iyice daraldığı Rumeli Kavağı ile Anadolu Kavağı arasında tüp geçit inşaati nedeniyle oldukça zayıflamış akıntının en etkili olduğu yere demirlemişti. Çırak ağları denize atmış, uskumruları beklerken; elinde zıpkın Mehmet’in gözleri deniz yüzeyini tarıyordu. Biraz taradıktan sonra çırağa ışıldağı yakması talimatını verdi. Radarı olsaydı, belki herşey daha kolay olurdu ancak çoluğun çocuğun ihtiyaçlarından ona sıra bir türlü gelmiyordu. Eskiden radar mı vardı dedi Balıkçı Mehmet kendi kendine, 40 yıllık tecrübeyi bugünler için edinmedin mi sen? Mehmet haklıydı, radarla herkes avlanırdı, iş radar olmadan avlanmaktaydı. Saatine baktı, 03.35’e geliyordu ve 25 dakikadır denizi tarıyordu. Güneş doğarsa, kılıç balığını yakalamak neredeyse imkansız olurdu. Dolayısıyla artık en fazla 1 saati kalmıştı.

Kılıçbalığı boğazda akıntıyı boş yere arıyordu. Aslında ana akıntıyı bulmuş fakat, çok zayıf olduğundan bu değildir demişti. Arayışları sonucunda boğazda akıntıya benzer tek şeyin biraz önce bulup da bu olamaz dediği akıntımsı olduğunu farketmiş ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Ay yoktu, akıntı yoktu, yorgundu, özetle herşey aleyhine işlemeye başlamıştı.

Mehmet taburesine oturmuş, denizden gözünü ayırmamaya çalışarak, termosundan fincanına kahve doldurdu. Bir elinde fincan diğer elinde zıpkın denizi gözlüyordu. Hava serindi, ama rüzgar yoktu. Fincanın sıcaklığıyla elinin ısınması hoşuna gidiyordu. Denizin prüzsüz yüzeyini gözlerken aklına Osman Bey’e verdiği söz geldi. Merak etme beyim demişti, bu gece bir kılıç balığı Karadenizden boğaza girerse emin ol onu ben yakalayacağım hem de babanızın yıllar önce amcama armağan ettiği o şahane zıpkınla. Çırağa seslendi.
- Oğlum gel kahve iç, seni diri tutar.
- Yok usta sağol, senin kahven bana çok acı geliyor.
- Ne yani çikolata gibi mi olacaktı oğlum kahve
- Valla usta geçen gün bir filmde gördüm sıcak çikolata diye bir şey içiyorlardı. Tam bana göre.
- Oğlum sen adam mı olmak istiyorsun, çikolata bebesi mi?
- Usta sen benim yaşımdayken içiyor muydun bu acı kahveyi.
- Oğlum ben amcamın yanında çıraklık yapıyordum. Sıkıyorsa içmem de, hemen başlardı anlatmaya, adamı adam eden çektiği acılardır diye. Onu dinlemektense kahveyi içmek daha az acı verirdi dedi gülümseyerek. Çırak da gülümseyerek karşılık verdi. Ağda hareketlenmeler artmaya başlamıştı.
- Usta sanırım uskumrular ağa takılmaya başladı diye sevinçle bağırdı.

Kılıçbalığı sakin denizde ilerlerken birden uskumruların ağ var feryatlarını duymaya başladı. Hemen Karadeniz tarafına doğru ani bir manevra yaptı ve tüm gücüyle yüzmeye başladı. Ama bu ani manevrası deniz yüzeyinde dikkat çekici bir hareketlenmeye sebep oldu.

Balıkçı Mehmet çoktan taburesinden fırlamış ve ışıldağını kılıçbalığının ani manevrasını yaptığı bölgeye çevirmişti. Zıpkınıyla hareketlenmenin olduğu bölgeye nişan alıp hemen tetiğe bastı. Zıpkının makarası süratle dönemeye başlayınca hemen çırağa demir alması ve motoru çalıştırması talimatını verdi. Ne yakaladığından emin değildi ama büyük bir şey yakaladığına emindi. Ama uskumrular diyecek oldu çırak. Lan bırak uskumruları da hemen dediğimi yap diye üsteledi. Çırak koşarak demiri aldı ve motoru çalıştırdı. Balıkçı Mehmet hemen Sarıyer tarafına doğru sür takayı dedi çırağa.

Kılıçbalığı sırtından vurulmuştu. Can havliyle sırtındaki zıpkından kurtulmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Işıldağın ışığı yüzünden, her yeri köpük ve yakamoz içinde bırakmıştı. Balıkçılar artık yerimi tam olarak biliyorlar diye düşündü. Sırtındaki zıpkından hemen kurtulmalıydı. Kılıcıyla zıpkının ipini kesmeye çalışıyor ama bir türlü yetişemiyordu. Uskumruların feryatlarını duyduğunda panik yaptığı için kendine kızıyordu. Oysa sakin sakin dibe inebilir ve hızlı bir şekilde uskumrulardan uzaklaşabilirdi. Bu hatasının bedelini belki de canıyla ödeyecekti. O kadar da şartlamıştı kendini, panik yapma diye. Kılıçbalığı ilerleyemez oldu, sırtındaki zıpkın tarafından çekiliyor ve büyük bir acı duyuyordu.

Taka ters tarafa doğru hareket etmeye başlayınca Balıkçı Mehmet hemen dümene geçti. Zıpkını direğe bağladı ve makarasını kilitledi. Avı artık hareket etmek istiyorsa, takayı motorunun ürettiği güçle birlikte sürüklemeliydi. Taka ilk başlarda bir dirençle karşılaştı, ama bir süre sonra avını istediği yöne rahatça sürükleyebilir olmuştu. Bu arada Mehmet de avının karşı koymamasını fırsat bilip makarayı sarıyor, böylece taka ile avı arasındaki mesafeyi kısaltıyordu. Çırak,
- Usta sence ne yakaladık diye sordu.
- Bilmiyorum oğlum ama büyük bir kılıçbalığıysa değme keyfime diye yanıtladı Balıkçı Mehmet. Merak içinde makarayı biraz daha sardı. Artık avıyla taka arasındaki mesafe 10 metreye kadar düşmüştü. Makarayı tekrar kilitledi, dümeni çırağa bırakıp dışarı çıktı. Avının ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Kılıçbalığı bitkindi, acı içindeydi ve sürükleniyordu. Karşı koymayı birkaç kez denemiş ama başaramamıştı. Gözünün önüne aşık olduğu deniz kızı geldi. Zaten deniz kızını aklından başka bir yerde görmüş değildi. Üzülme diyordu deniz kızı, buradan da kurtulacaksın, ben seni bekliyor olacağım. Bunun üzerine kılıçbalığı bir kez daha direnişe geçip sürüklendiği yönün tersine doğru tüm gücüyle yüzmeye çalıştı.

Taka sarsılmıştı. Balıkçı Mehmet gözlerine inanamamıştı. Beklediğinden de büyük kocaman bir kılıçbalığı tüm gücüyle takayı sürüklemeye çalışıyordu. Dümene koşarken 40-50 kg. olmalı en az dedi kendi kendine. Dümeni devraldı ve çırağa gittikleri yönün tam aksine hemen ağ kurmasını söyledi. Çırak koşarak dışarı çıktı. Denizde sabit kalabilmek için takanın gücünü kılıçbalığının gücüne eşitlemeye çalışıyordu Balıkçı. Çırağına ağ kurması için zaman kazandıracak ve ağ kurulduktan sonra kılıçbalığını ağa doğru sürükleyecekti. Zira her ne kadar büyük bir kılıçbalığı olsa da, zıpkın sırtındaki kemiği parçalarsa herşey berbat olurdu. Çırak,
- Tamam usta dedi, ağı kurdum.
- Ağın iplerini sağlam bir yere sıkıca bağladın mı?
- Bağladım usta.
- O zaman yanıma gel ki, denize düşme dedi Balıkçı Mehmet, ve kılıçbalığını ağa doğru sürüklemeye başladı. Kılıçbalığı iyice yorulmuş, artık direnemez bir hale gelmişti. Kendini bırakmasıyla ağa dolanması bir oldu. Kılıcıyla ağı parçalayıp kaçmaya çalışıyordu, ama kılıç balığını bir de sırtından zıpkın tutuyordu. İyice çaresizleştiğini hissediyordu. Deniz kızı tekrar girdi düşüncesine, üzülme dedi, onlar kazandı ama biz haklıydık.

Balıkçı Mehmet zıpkının makarasını serbest bırakıp ağı çekmeye başladı. Takanın yanına geldiğinde kılıçbalığının iri gözlerinde keder, kılıcında hüzün vardı. Eğer çok ağır olmasaydı, çırak bile takaya çekebilirdi onu. Mehmet tüm gücüyle ağı çekti. Kılıçbalığı gerçekten büyüktü. Balıkçı Mehmet, dümene geçti ve takasını Sarıyer balıçı barınağına doğru yönlendirdi. Barınağa geldiklerinde güneş doğuyordu. Yorgundu Mehmet ama yine de sigarasını yaktı, termosundaki acı kahveden fincanına doldurdu ve güneşin doğuşunu izlemeye koyuldu. Eve bilgisayarla gittiğinde, Servet ile Mustafa’nın yüzlerindeki sevinci hayal ettikçe keyifleniyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder