25 Ağustos 2009 Salı

Futbol Özgüven İşi

"07.11.2007’de Şükrü Saraçoğlu Stadında oynanan Fenerbahçe – PSV Eindhoven maçı özellikle Fenerbahçelilerin uzun süre anılarında kalacak harika bir geceye sahne oldu.

İlk 20 dakika boyunca maçta hiçbirşey olmadı. Ama dakikalar 20’yi gösterdiğinde Fenerbahçe maçın hakimiyetini ele aldı ve ilk yarının sonuna kadar muhteşem oynadı.

İleride her topu indiren ve müthiş hücum presiyle çok fazla top kazanan Semih, eşsiz oyun zekasıyla Alex, sıkıştığında üstüste topu iki kere taca atmaktan zerre imtina etmeyen Carlos, sağ kanadı yaylaya çeviren özellikle yerden sert, orta şut karışımı vuruşlarla çok etkili olan Gökhan Gönül Colin Kazım ikilisi PSV’nin tüm pas kanallarını tıkayan Deniz Barış Aurelio ikilisi ve bu 25 dakika boyunca çok rahat oynayan üç adam stoperler Edu ve Yasin ile kaleci Volkan…

Sonuç : Colin Kazım’ın orta şut karışımı sert vuruşuna dokunmasa Semih’in ağlara göndermek için hazırda beklediği Marcellis’in kendi kalesine attığı gol ile Alex Semih ikilisinin aralarındaki 3 pas sonucu Semih’in attığı mükemmel gol. Keşke gol olsaydı diye dövündüğüm Alex’in muhteşem aşırtma vuruşu ile Roberto Carlos’un 35 metreden attığı sert şut. Roberto Carlos’un Alex’e attığı arapası niteliğindeki taç atışı.

Evet bunların hepsi 25 dakikada oldu.

İkinci yarıda ise sahaya gerçekten büyük bir takım çıktı. PSV’yi oynatmayan, kendisi de canı istediğinde pozisyonlar bulan oyunun temposunu nasıl istiyorsa öyle ayarlayan bir büyük takım. Bu benim şimdiye kadar izlediğim en iyi Türk takımı değil ama en büyük Türk Takımıydı. Fatih Terim’in Galatasaray’ı gerçekten müthiş bir takımdı ve bana kalırsa oynadığı futbol bu takımdan daha iyiydi. Ama o Galatasaray sürekli saldıran, bozan, rahatsız eden bir takımdı ve kontrollü oynamayı bilmiyordu. Mallorca gibi bir takıma deplasmanda 4 gol atabiliyordu, ama Chelsea’den kendi evinde de 5 tane yiyebiliyordu. Bu Fenerbahçe’nin bana esas gurur veren yönü ne istiyorsa onu oynayabilmesi oldu. İstediğinde bastıran 25 dakikada rakibini dümdüz eden, istediğinde rakibine hiçbirşey yaptırmayan kendisi de yine pozisyon bulan ama genele baktığınızda pek de birşey yapmayan bir takım olabildi dün Fenerbahçe. Bu oyuna sanırım en uygun sıfatı maçı televizyondan yorumlayan İlker Yasin buldu : “Olgun takım”

Peki bu takım nasıl olgunlaştı ?

Futbolun herşeyden önce bir özgüven işi olduğunu Volkan’ın aldığı yan toplarda, Deniz’in attığı ara paslarında gördüm ben dün gece. 6 ay öncesinin tedirgin, laubali Volkan’ı nerede ne yapacağını bilen rahat bir Volkan’a, pas hataları nedeniyle ıslıklanan Deniz’i topu son derece iyi kullanan Deniz’e dönüştüren bir özgüvendi bu.

“Biz iyi takımız, bize güvenin” diyerek Deivid’i sattırmayan Zico’nun rakibi umursamaz tavırlarında da, bir röportajında “maça çıkarken Inter’de Ibrahimovic varsa bizde de Roberto Carlos var diyoruz” diyen Volkan’ın sözlerinde hep bu özgüven var.

Futbolun mental yönünün ne kadar önemli olduğunu Alex’in geçen sene Samsunspor’a attığı o önceden hayal etmeden yapılamayacak müthiş rovaşata golünden sonra sözlediği sözler çok iyi anlatıyor: “Top gelirken o vuruşu yapacağımı hayal ettim. Hayal etmezseniz başaramazsınız.”

Yer yer kıyasıya eleştirdiğim “Bu adamla olmaz. Zico değil, riziko bu” dediğim Zico’dan özür diliyorum. Haddimi bilememişim. Futbolumuza getirdiği sakinliğin kıymetini anlayamamışım. Gerginliğin 2 sene önce Fenerbahçe’ye kaybettirdiği şampiyonluk ile 17 gün önce yendiği rakibinden 2 gün önce 8 yiyen gergin Beşiktaş fotoğrafı şimdi şimdi beynimde üst üste oturuyor. Pasiflik zannettiğim Zico’nun tavırları dinginlikmiş, huzurmuş, sakinlikmiş. Büyük bir takımda olması gereken özgüvenmiş. Roberto Carlos’un üstüste rahatça taca attığı toplarmış. Volkan’ın her yan topu elinden kaçırmadan alması, Deniz’in attığı arapaslarıymış."


Bu yazıyı 2007 Kasım’ında yazmıştım ki o sene de Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadı. Sonra Zico’yu gönderdiler. Fenerbahçe’nin başı da o günden sonra beladan kurtulmadı. Ne özgüven kaldı, ne futbol, ne de iyi takım. Fenerbahçe taraftarı Zico'nun gönderilmesinin ardından yaklaşık yarım sezon sonra şu duruma gelmişti:

“İçmişim kafam güzel, Fenerbahçe Rakısı
Yoksa nasıl çıkacak Josico’nun parası”

Şimdi bu yazıyı yazıp tekrar gündeme getirmemin nedeni Frank Rijkaard. Tavırlarıyla, duruşuyla oyuncularına kattıklarıyla bana fena halde Zico’yu hatırlatıyor. Zico’nun o sakin rahatlığını Rijkaard’da da görüyorum. Mustafa Sarp’ın ilerlemesinde, tamamen yerli defansının ve iki yerli önliberosunun iyi oynamasında, rahatça yapılan rotasyonlarda görüyorum bunu. Gökhan Zan bile sakatlanmıyor sanki artık. Kayseri maçından sonra Servet’in sakin ve mantıklı açıklamalarında her soruya rahatça cevap verişinde, Gökhan Zan’ın “Servet ile uyumunuz nasıl” sorusuna gülerek verdiği “bunu kamuoyunun takdirine bırakıyorum” cevabında görüyorum. Korkarım çok iyi bir Galatasaray geliyor bu sezon. Tek tesellim Fenerbahçe’nin de iyi olması.
Rijkaard ayrıca "zamana ihtiyacımız var" edebiyatını da bitirmiştir. Bence artık teknik direktörler de zamanı ihtiyacı olanlar ve olmayanlar şeklinde ikiye ayrılmalı ve zamana ihtiyacı olanları Türkiye'ye uğramamalı. Çünkü ne Fatih Terim'in, ne Mustafa Denizli'nin, ne Daum'un, ne Lucescu'nun, ne Zico'nun, ne Rijkaard'ın zamana ihtiyacı yoktu. Aragones'in, Del Bosque'nin, Skibbe'nin ihtiyaçları olan şey ise zaman değildi.

Galatasaray ile Fenerbahçe’nin bu sezonunu karşılaştırmak gerekirse, Fenerbahçe filleriyle atlılarıyla Timur’un ordusuysa, Galatasaray da Cengiz Han’ın sürekli akın eden ordusu. Bakalım Timur mu kazanacak, Cengiz Han mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder