Tankut ile Toygar’ın Ankara’daki evde gülmekten gözleri yaşarırken 1998 Ağustosunun takviminden geriye bir iki yaprak falan kalmıştı. Toygar hem ziyaret hem ticaret amacı ile o günden iki hafta önce İstanbul’a, Tankut’lara gitmişti. Ziyaret kısmı kolaydı, ve kendiliğinden oluyordu da ticaret kısmı biraz ilginçti.
1997 yılının bitmesine 50 gün kala aldığı bir PCNET dergisinin promosyon cdsinin içinden çıkan müziklerin ona bambaşka bir dünya sunacağını o cdyi bilgisayarın cdromuna yerleştirirken bilmiyordu. Freddie Mercury’nin “Show must go on” diyen sesini duyduğunda şaşkındı. O dönem bir araba reklamının müziği olarak bu şarkıyı dinlemiş ve bulmaya çalışmış fakat bulamamıştı. Oysa bu defa o, şarkıyı bulacağına, şarkı onu bulmuştu. Ama asıl şaşkınlığının sebebi bilgisayardan midi tarzı şeyler dışında bir müzik çıkabileceğini nedense sanmamıştı. Yani müzik cdsi filan dinliyordu bilgisayardan da, böyle harddiskinde saklayabileceği dosyaları ummamıştı. Dahası iki tane avuç içi kadar dandik hoparlörlerden çıkan sesin kalitesi o zamana kadar kendisine ait müzik sistemlerinde duyduğu en temiz sesti. O promosyon cdsi Toygar’ın müzik dinleme anlayışını o gün kökten değiştirdi. Toygar halen büyük bir aşkla bağlı olduğu mp3 kavramı ile ilk o gün tanıştı.
Zaman içinde önce bu dosyaları internetten bulup indirmeye çalıştı Toygar. Ama gerek dial-up bağlantının saniyede 5k indirildiğinde zavallıları sevindiren hızı nedeniyle bir şarkının tamamının ortalama 45 dakikada dinlenebiliyor oluşu, gerekse aradığı her şarkıyı mp3 olarak internette bulamayışı, onda bu mp3 dosyalarının nasıl yapıldığını öğrenmeye dair büyük bir heves yarattı. Sordu, soruşturdu, okudu, denedi, beceremedi falan derken Toygar bir cdyi 1998 Ocak ayında mp3 olarak harddiskine kaydetmeyi başardı. Hemen sağda solda ne kadar audio cd alan eş, dost, akraba varsa hepsinden geri verilmek üzere cdler toplandı. Yoğun bir mp3 üretimi başlamıştı evde. Yalnız hiç hesap etmediği bir acı tablo vardı Toygar’ın karşısında. Harddiski sadece 850 mb veri depolayabiliyordu ve cd writer denen aletin fiyatları 400 USD’den başladığından sadece büyük billgisayar dükkanlarında ya da fakültelerin Bilgi İşlem servislerinde vardı. Harddisk söküldü, cd yazma işi yapan bir bilgisayar dükkanına götürüldü, birikmiş mp3’ler cdye yazdırıldı. Harddiskten cdye yazdırılan dosyalar yenilerine yer açılsın diye silindi ve üretim kaldığı yerden devam etti. İki ayda bir harddisk sökülüyor, cdye yazdırılıyor ve üretime devam ediliyordu.
Tabii Toygar düşünüp duruyordu, bu mp3 denen kardeş bu dandik hopallörlerden bu sesi çıkarıyorsa, sağlam bir müzik setinden ne ses çıkarır acaba diye. Bir gün yine böyle düşünürken, oturduğu yere göre saat on yönünde duran kocaman orgu gözüne çaptı. Arkasında zibilyon tane ne işe yaradığını bilmediği giriş vardı bu orgun ve bir ampul yandı kafasında Toygar’ın aniden. Ses kartını orga bağlayıp orgun hopallörleriyle mp3 dinleyebilir miydi ? Hemen orgun arkasındaki girişlere baktı. Line in ve Line Out yazan girişleri gözüne kestirdi. Bir kabloya ihtiyacı vardı.
Fakirliğin gözü kör olsun, her aradığı şarkının cdsini bulamadığından, alamadığından ve bazılarının kasetleri evde varken cdsine de ayrıca para vermek zoruna gittiğinden kasetten mp3 yapmanın da yollarını araştırmıştı Toygar. Ses kartının mikrofonu ile walkmenin kulaklık çıkışını birleştiren bir kablo ve bir voice recorder programı ile bu işin de yapılabildiğini anladığında soluğu elektrikçiler çarşısında aldı. İki ucu erkek stereo bir kablo edinmişti o gün. O kablo ile aynı mantıkla fakat bu defa ses kartının hopallör çıkışı ile orgun line in girişini birleştirebileceğini düşündü. Fakat engeller bitmiyordu, orgun line in girişi büyüktü. O zaman da aklına walkmen kulaklığının kutusundan çıkan küçük girişi büyüğüne çeviren konnektör geldi aklına. Artık engel kalmamıştı. Kış mevsiminin soğuk bir Pazar günü öğleden sonrasında, McGyver, hatta George Stobbart titizliğinde bir çalışmanın sonucunda Toygar’ın odasından bir Barış Manço şarkısının yüksek volümlü, bol baslı sesi yükseliyordu:
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Ses kalitesi artık umduğunun çok ötesinde bir şahaneliğe ulaşan Toygar’ı bu sıçrama sadece iki ay idare etti. Awe64 ses kartını, Creative Sound Blaster Live 5.1 ile değiştirip surround ses veren bir hopallör sistemi rüyalarına girmişti artık. Paralar birktiriliyor, bütçeler yapılıyor, en ucuza nereden hopallör sistemi alınır araştırılıyordu. Tabii ki tüm sonuçlar tek bir noktayı gösteriyordu : İstanbul.
İşte Toygar’ın 1998 Ağustosunun ortalarında gerçekleştirdiği İstanbul seyahatının ticaret amacı burada yatıyordu. Hedef Doğubank, olmadı Tahtakale’ydi.
Tankut İstanbul’un en çok sillesini yemiş arkadaşıydı Toygar’ın. Cevizlibağ’daki o ucube Atatürk Öğrenci Yurdunda (ucube sıfatı Atatürk'ü değil yurdu nitelemektedir ey okur, boşa heyecan yaratma) bir sene boyunca her gece üçbuçuk atan kıçının yüreğindeki ve beynindeki etkilerini yok etmek için geceleri erkenden uyumaya çalışıyordu. Yurtta üç grup öğrenci vardı ve hepsi de birbirinden salaktı. Türki Cumhuriyetlerden gelen çocuklar, – çekik gözlü ve iriydiler – Ülkücüler ve solcular. Tabii bir de hiçbirşey olmayanlar vardı ki, esasen tüm gruplardan kuvvetliydi. Ama bu kuvveti ortak bir hedef doğrultusunda kullanma becerisinden yoksun oldukları için zaten bunlara hiçbirşey olmayanlar deniyordu.
Tabii Tankut’un tek sorunu yurdun içi de değildi. Her sabah Cevizlibağ’dan Göztepe’ye gitmek yurttan kaynaklanan sorunun bir diğer yüzüydü. Göztepe’de okuyan adama Cevizlibağ’da yurt bulan devlete edilen küfürler sorunu çözmediğinden olsa gerek, Tankut o aşamada sorunu etkisiz hale getirmenin tek yolunu yapıyor ve bulunduğu durumla dalga geçiyordu. Bir tür sportif meydan okuma olarak gördüğü Cevizlibağ – Göztepe etabında her sabah rekor peşindeydi. Yolu 90 dakikanın altına indirdiği gün kimseden madalya beklemiyordu tabii ki, fakat çetin hayat şartlarına karşı insanoğlunun en güçlü savunmasının her zaman için o şartları oyunlaştırmak olduğunun da bilincindeydi.
Tabii o yurtta geçirdiği bir sene Tankut’a eşsiz bir İstanbul bilgisi vermişti. Hangi otobüs nereden geçer, nereye, en kolay nasıl gidilir gibi konularda İETT danışma hattına koysan bayağı iş yapardı. Dolayısıyla, Doğubank, Tahtakale dolaylarına Toygar’ın onunla gitmesi icap ederdi.
Tankut ile birlikte Doğubank’a gittiklerinde Toygar’ın cebinde 300 DM para vardı ve evet o günler Deutsche Mark diye bir para birimi vardı. Technics marka amfi almayı ve güzel sesli bir hopallör almayı hedeflemişti. Ama zaten elindeki para en kötü Technics ile en dandik hopallörlere yetiyordu. Surround hayali yatmıştı, ya da yatmış mıydı? Aslen yatmamıştı çünkü, iki de orgun hopallörünü sayarsak dört hopallör ediyordu ve surround ses çıkışına sahip bir ses kartıyla bu iş teorik olarak olabilirdi. Öte yandan tam manasıyla surround müzik dinlemek için kaydın da stereo değil dolby digital falan yapılması gerekiyordu ama Toygar dört yönden müzik çalsın da ötesine vakit çok diyerek surrounda farklı bir yorum getirmişti. Her neyse, sonuçta o paraya alınabilecek başka bir cihaz olmadığından ne verdilerse alındı ve kargo ile Toygar’ın evine gönderildi. Zaten Toygar da ertesi gün trene binip evine döndü.
Toygar evine döndükten bir gün sonra kargocular aletleri getirdiler. Toygar büyük bir heyecanla aletleri aldı, hemen kurmaya girşti. Önce masasında amfiye bir yer ayarladı. Sonra iki tane kocaman kolonu odanın iki ucuna yerleştirdi. Amfiyle hopallörleri birbirine bağlayan bakır kablolarla yaklaşık iki ssat cebelleştikten sonra herşey tamamdı. Sound Blaster Live’ın efektlerini, surround olayını kurcaladı durdu. Org ile amfinin ses dengesi, hopallörlerin yerleşimi falan tam içine sindiği gibi olmamıştı ama yine de mutant bir surround havası vardı odasında.
Ertesi gün uyandığında ise yeni aldığı hopallörlerin birinden ses çıkmıyordu. Kablolarla uğraştı Toygar bütün gün, ama yoktu, olmuyordu, hopallörlerin birinden katiyen ses çıkmıyordu. Toygar deliye döndü, bir an hayatının en önemli meselesinin odasındaki surround ses sistemi olduğunu, onsuz yaşayamayacağını filan sandı. Aklına jilet, bilek, yağlı ilmek, darağacı, köprü, tabanca gibi kelimeler gelirken daha fazla duramazdı. Derhal Tankut’u aradı.
- Alo Tankut naber ?
- Bildiğin gibi abi, senden naber ? Nasıl yeni ses sistemi ?
- Olm kudurdum ya. İlk geldiğinde güzel güzel açtım, kurdum aleti çalıştı. Yattım kalktım, hopallörlerin birinden ses çıkmaz oldu.
- Hadi yaa nasıl yani ?
- Ne biliyim abi, çalışmadı, herşeyi denedim olmadı. Hopallör bozuldu herhalde. Çok canım sıkıldı yaaa.
- Eee garantiliydi olm, geri gönder, ne sıkıyorsun canını ?
- Ya ben de onu düşünüyorum şimdi aletleri alıp tekrar İstanbul’a gelmeyi düşünüyorum.
- İyi abi atla gel bi gidelim adamların yanına.
- Tamam ben sana detayları söylerim bileti aldıktan sonra.
- İyi hadi bakayım üzme kendini.
- Tamam görüşürüz.
Toygar’ı o gün istasyonda bilet alırken görenler, burnundan soluyan, saçı başı dağınık, gözlerinde endişe olan, ne yapacağı kestirilemez bir adam gördük, çok korkunçtu diye anlattılar görüntünün etkisinden bir türlü kurtulamadıklarından gün boyu sevdiklerine. Operadaki hayalet görüntüsü, Paris operası için neyse; istasyondaki Toygar da istasyon için oydu bir süreliğine. Bileti büyük bir hışımla aldı, Tankut’u aradı yarın sabah Haydarpaşa’da olacağını söyledi ve bileti aldığı kadar büyük bir hışımla istasyonu terketti.
Eve geldi Toygar, yorgundu, yattı, uyudu. Uyandığında gerçekler çarpınca buruştu yüzü. Hopallörleri kutusuna koydu, bantladı, yemek yedi, sonra da yüklendi 50x110x20 cm ebatlarındaki koliyi metro durağına kadar yürüdü, metroya bindi, istasyona en yakın durakta indi, istasyona kadar taşıdı koliyi ve tabii kendisini de. Avuç içleri kıpkırmızı olmuş, kol kaslarına biriken laktik asit acı veriyordu. Kan ter içinde kalmıştı Toygar. Trende koltuğuna oturdu, walkmeni kulağına taktı, kitabını da açtı önüne, Fatih Ekspresinin klima serinliğindeki vagonunun steril tek koltuk ortamında %100 izolasyonu gerçekleştirdi. Vagondaki sesleri duymuyor, vagonda olanları görmüyor ve yanında kimse oturmuyordu. Zaten bir süre sonra da kitabı kapatıp, uyku modülünü çalıştırdı.
Gözünü açtığında, güneş yeni doğuyordu. İki saat sonra da zaten Tankut’u görecekti Haydarpaşa’da. Bu sürede kitabını tekrar okudu: Frederic Forsyth Operadaki Hayalet.
Trenden indi. Tankut yoktu ortada. Gitti bir ankesörlü telefondan Tankut’u cep telefonundan aradı. Tankut uyuya kalmış, gelememişti. Bekle de geliyorum dedi Tankut ve evet o zaman daha Toygar’ın cep telefonu yoktu. Bilgisayarın tüm kalelerine, tüm burçlarına ve tüm dehlizlerine girip çıkmayı marifet sanan Toygar cep telefonuna karşıydı o dünlerde. Çaresiz bekledi yarım saat önünde koskoca bir koli ile Haydarpaşa’nın bekleme salonunda. Tankut geldiğinde dokunsalar ağlardı Toygar.
Yüklendiler koliyi, vapura bindiler, amca oğlunu da yanına alıp, 16 yaşındaki kızı kaçırılmış baba edasıyla Toygar dayandı Doğubank kapılarına o sabahın köründe. Adamlar bunları görünce karşılarında, güldüler rüyanızda mı gördünüz bizi bakışlarıyla. Hopallörleri oradaki amfilerden birine bağladılar ve hopallörler Toygar’ın salaklığını yüzüne vurmak istercesine bangır bangır bağırdılar en James Brown sesleriyle: I feel good. Toygar ise Allah biliyor ya kendini hiç iyi hissetmiyordu o anda. Adamlar acıdılar Toygar’ın haline de yeni bir kablo ile altın suyuna batırılmış konnektör hediye edip, yolcu ettiler sorunun amfide olma ihtimalinden korkan bunları.
Yarın beraber gideriz, ben de memlekete geçerim oradan üç beş gün sende kaldıktan sonra demeseydi Tankut, Toygar o gün İstanbul’da kalamazdı. Akşam İstanbul’u gezdiler beraber en bedavasından. Ertesi gün Toygar için o bildik görüntüler yeniden gösterime girdi hayat sinemasında. Yine koli taşımalar, yine kol kaslarına hücum etmiş, çoğaldıkça çoğalan laktik asitler, yine istasyonlar, yine çuf çuf sesleri, yine vagonun steril ortamı, yine koltukta dinlendirmeyen uykular, yine gece yarılarında uyanıp neredeyiz lan bizler, yine istasyona girmeler, koli yüklenmeler, trenden inmeler, ceplerde bulunmayan paralar yüzünden binilemeyen taksiler, toplu taşıma araçları ve yürünerek eve dönmeler… Yalnız başına katlanamazdı ya, Allahtan Tankut da vardı bu defa yanında Toygar’ın.
Yokuşun sonundaki sokakta Toygar ile Tankut’u bekleyen ev, aşağıdan bakıldığında hem bir kurtuluştu içinde bulundukları durumdan, hem de Kaf dağının ardındaki bir prensesti en güzelinden. Canı kaymak isteyen de cebinde manda taşısındı canım allah allah. Prensesi istiyorsan Kaf Dağı’nı da aşacaktın yani. Son bir gayretle vurdular yüklendikleri koliyle kendilerini yokuşun sırtına, Don Kişot ile Sanço misali Toygar ile Tankut.
Eve geldiklerinde buldukları, çirkin, pis, bakımsız ve şişko bir prensesti ne yazık ki. Evden hışımla çıkarken Toygar talan etmişti evi o sinirle. Yine de Tankut umutla, bağla bakalım şu hopallörleri, bir de ben duyayım dedi o en surround sesi. Toygar gazı almış Hacı Murat gibi daldı, kabloların silikonların ve kartonların dünyasına. Bir saatin sonunda iki hopallör, üstüne de orgdan sakin çıkıyordu Fikret Kızılok’un sesi : Yalandır hep yalan, samanyolu geceler hep yalan.
Toygar sevinsin mi, üzülsün mü bilemedi Tankut’un vaaaaaay beeee ulan harbi süpermiş ses diye coşkuyla bağıran sesini duyduğunda. Karmaşık duygular içindeyken bile al da at dercesine atılan pasları gole çevirebilirdi Toygar ve sesi sanki Fikret şarkıyı odanın içinde söylüyormuş gibi yapan efektini açtı Sound Blaster Live 5.1’in. Beraber mest oldular orada. Uyudular, uyandılar, yemek yediler, ama odada o sesi eksik etmediler. Kah yüksek sesle, kah düşük sesle dinlediler şarkılarını Fikret’in o gece sabaha kadar.
Sabah olduğunda kapının sesine uyandı Toygar. Sabah 8’di daha. İşine gitmek üzere evden çıkmıştı Toygar’ın 40’lı yaşların sonuna yaklaşmış devlet memuru komşusu. Uykulu gözlerle kapıyı açan Toygar ile Tankut’a, “Gençler, biz de genç olduk, ama geceleri şu radyonun sesini bu kadar açmayın nolur” dedi. Toygar ile Tankut gözgöze geldiler. Gülmemeleri gerekiyordu, tuttular kendilerini, “kusura bakmayın abi, farketmedik o kadar yüksek sesle çaldığını” dedi Toygar ciddi bir yüz ifadesi takınmaya çalışarak. “Estağfurullah gençler, iyi günler” dedi ve gitti komşu. Kapıyı kapattılar, duyulmasın kapıdan diye biraz içeri kaçtılar ve dakikalarca yerde kahkahalarla güldüler.
- Abi biz gidiyoruz, mp3 ile surround müzik dinlemek için kıçımızı yırtıyoruz, adam geliyor radyoyu kıs diyor yaaaa, hahahahahaha.
- Lan radyo dinlemek için mi 3 gündür yollarda koli taşıyoruz yaa, hahahahaha
1997 yılının bitmesine 50 gün kala aldığı bir PCNET dergisinin promosyon cdsinin içinden çıkan müziklerin ona bambaşka bir dünya sunacağını o cdyi bilgisayarın cdromuna yerleştirirken bilmiyordu. Freddie Mercury’nin “Show must go on” diyen sesini duyduğunda şaşkındı. O dönem bir araba reklamının müziği olarak bu şarkıyı dinlemiş ve bulmaya çalışmış fakat bulamamıştı. Oysa bu defa o, şarkıyı bulacağına, şarkı onu bulmuştu. Ama asıl şaşkınlığının sebebi bilgisayardan midi tarzı şeyler dışında bir müzik çıkabileceğini nedense sanmamıştı. Yani müzik cdsi filan dinliyordu bilgisayardan da, böyle harddiskinde saklayabileceği dosyaları ummamıştı. Dahası iki tane avuç içi kadar dandik hoparlörlerden çıkan sesin kalitesi o zamana kadar kendisine ait müzik sistemlerinde duyduğu en temiz sesti. O promosyon cdsi Toygar’ın müzik dinleme anlayışını o gün kökten değiştirdi. Toygar halen büyük bir aşkla bağlı olduğu mp3 kavramı ile ilk o gün tanıştı.
Zaman içinde önce bu dosyaları internetten bulup indirmeye çalıştı Toygar. Ama gerek dial-up bağlantının saniyede 5k indirildiğinde zavallıları sevindiren hızı nedeniyle bir şarkının tamamının ortalama 45 dakikada dinlenebiliyor oluşu, gerekse aradığı her şarkıyı mp3 olarak internette bulamayışı, onda bu mp3 dosyalarının nasıl yapıldığını öğrenmeye dair büyük bir heves yarattı. Sordu, soruşturdu, okudu, denedi, beceremedi falan derken Toygar bir cdyi 1998 Ocak ayında mp3 olarak harddiskine kaydetmeyi başardı. Hemen sağda solda ne kadar audio cd alan eş, dost, akraba varsa hepsinden geri verilmek üzere cdler toplandı. Yoğun bir mp3 üretimi başlamıştı evde. Yalnız hiç hesap etmediği bir acı tablo vardı Toygar’ın karşısında. Harddiski sadece 850 mb veri depolayabiliyordu ve cd writer denen aletin fiyatları 400 USD’den başladığından sadece büyük billgisayar dükkanlarında ya da fakültelerin Bilgi İşlem servislerinde vardı. Harddisk söküldü, cd yazma işi yapan bir bilgisayar dükkanına götürüldü, birikmiş mp3’ler cdye yazdırıldı. Harddiskten cdye yazdırılan dosyalar yenilerine yer açılsın diye silindi ve üretim kaldığı yerden devam etti. İki ayda bir harddisk sökülüyor, cdye yazdırılıyor ve üretime devam ediliyordu.
Tabii Toygar düşünüp duruyordu, bu mp3 denen kardeş bu dandik hopallörlerden bu sesi çıkarıyorsa, sağlam bir müzik setinden ne ses çıkarır acaba diye. Bir gün yine böyle düşünürken, oturduğu yere göre saat on yönünde duran kocaman orgu gözüne çaptı. Arkasında zibilyon tane ne işe yaradığını bilmediği giriş vardı bu orgun ve bir ampul yandı kafasında Toygar’ın aniden. Ses kartını orga bağlayıp orgun hopallörleriyle mp3 dinleyebilir miydi ? Hemen orgun arkasındaki girişlere baktı. Line in ve Line Out yazan girişleri gözüne kestirdi. Bir kabloya ihtiyacı vardı.
Fakirliğin gözü kör olsun, her aradığı şarkının cdsini bulamadığından, alamadığından ve bazılarının kasetleri evde varken cdsine de ayrıca para vermek zoruna gittiğinden kasetten mp3 yapmanın da yollarını araştırmıştı Toygar. Ses kartının mikrofonu ile walkmenin kulaklık çıkışını birleştiren bir kablo ve bir voice recorder programı ile bu işin de yapılabildiğini anladığında soluğu elektrikçiler çarşısında aldı. İki ucu erkek stereo bir kablo edinmişti o gün. O kablo ile aynı mantıkla fakat bu defa ses kartının hopallör çıkışı ile orgun line in girişini birleştirebileceğini düşündü. Fakat engeller bitmiyordu, orgun line in girişi büyüktü. O zaman da aklına walkmen kulaklığının kutusundan çıkan küçük girişi büyüğüne çeviren konnektör geldi aklına. Artık engel kalmamıştı. Kış mevsiminin soğuk bir Pazar günü öğleden sonrasında, McGyver, hatta George Stobbart titizliğinde bir çalışmanın sonucunda Toygar’ın odasından bir Barış Manço şarkısının yüksek volümlü, bol baslı sesi yükseliyordu:
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Çıt çıt çıt çıt çedene de sar bedeni bedene
Dünya dolu yar olsa da alacağım bir tane
Ses kalitesi artık umduğunun çok ötesinde bir şahaneliğe ulaşan Toygar’ı bu sıçrama sadece iki ay idare etti. Awe64 ses kartını, Creative Sound Blaster Live 5.1 ile değiştirip surround ses veren bir hopallör sistemi rüyalarına girmişti artık. Paralar birktiriliyor, bütçeler yapılıyor, en ucuza nereden hopallör sistemi alınır araştırılıyordu. Tabii ki tüm sonuçlar tek bir noktayı gösteriyordu : İstanbul.
İşte Toygar’ın 1998 Ağustosunun ortalarında gerçekleştirdiği İstanbul seyahatının ticaret amacı burada yatıyordu. Hedef Doğubank, olmadı Tahtakale’ydi.
Tankut İstanbul’un en çok sillesini yemiş arkadaşıydı Toygar’ın. Cevizlibağ’daki o ucube Atatürk Öğrenci Yurdunda (ucube sıfatı Atatürk'ü değil yurdu nitelemektedir ey okur, boşa heyecan yaratma) bir sene boyunca her gece üçbuçuk atan kıçının yüreğindeki ve beynindeki etkilerini yok etmek için geceleri erkenden uyumaya çalışıyordu. Yurtta üç grup öğrenci vardı ve hepsi de birbirinden salaktı. Türki Cumhuriyetlerden gelen çocuklar, – çekik gözlü ve iriydiler – Ülkücüler ve solcular. Tabii bir de hiçbirşey olmayanlar vardı ki, esasen tüm gruplardan kuvvetliydi. Ama bu kuvveti ortak bir hedef doğrultusunda kullanma becerisinden yoksun oldukları için zaten bunlara hiçbirşey olmayanlar deniyordu.
Tabii Tankut’un tek sorunu yurdun içi de değildi. Her sabah Cevizlibağ’dan Göztepe’ye gitmek yurttan kaynaklanan sorunun bir diğer yüzüydü. Göztepe’de okuyan adama Cevizlibağ’da yurt bulan devlete edilen küfürler sorunu çözmediğinden olsa gerek, Tankut o aşamada sorunu etkisiz hale getirmenin tek yolunu yapıyor ve bulunduğu durumla dalga geçiyordu. Bir tür sportif meydan okuma olarak gördüğü Cevizlibağ – Göztepe etabında her sabah rekor peşindeydi. Yolu 90 dakikanın altına indirdiği gün kimseden madalya beklemiyordu tabii ki, fakat çetin hayat şartlarına karşı insanoğlunun en güçlü savunmasının her zaman için o şartları oyunlaştırmak olduğunun da bilincindeydi.
Tabii o yurtta geçirdiği bir sene Tankut’a eşsiz bir İstanbul bilgisi vermişti. Hangi otobüs nereden geçer, nereye, en kolay nasıl gidilir gibi konularda İETT danışma hattına koysan bayağı iş yapardı. Dolayısıyla, Doğubank, Tahtakale dolaylarına Toygar’ın onunla gitmesi icap ederdi.
Tankut ile birlikte Doğubank’a gittiklerinde Toygar’ın cebinde 300 DM para vardı ve evet o günler Deutsche Mark diye bir para birimi vardı. Technics marka amfi almayı ve güzel sesli bir hopallör almayı hedeflemişti. Ama zaten elindeki para en kötü Technics ile en dandik hopallörlere yetiyordu. Surround hayali yatmıştı, ya da yatmış mıydı? Aslen yatmamıştı çünkü, iki de orgun hopallörünü sayarsak dört hopallör ediyordu ve surround ses çıkışına sahip bir ses kartıyla bu iş teorik olarak olabilirdi. Öte yandan tam manasıyla surround müzik dinlemek için kaydın da stereo değil dolby digital falan yapılması gerekiyordu ama Toygar dört yönden müzik çalsın da ötesine vakit çok diyerek surrounda farklı bir yorum getirmişti. Her neyse, sonuçta o paraya alınabilecek başka bir cihaz olmadığından ne verdilerse alındı ve kargo ile Toygar’ın evine gönderildi. Zaten Toygar da ertesi gün trene binip evine döndü.
Toygar evine döndükten bir gün sonra kargocular aletleri getirdiler. Toygar büyük bir heyecanla aletleri aldı, hemen kurmaya girşti. Önce masasında amfiye bir yer ayarladı. Sonra iki tane kocaman kolonu odanın iki ucuna yerleştirdi. Amfiyle hopallörleri birbirine bağlayan bakır kablolarla yaklaşık iki ssat cebelleştikten sonra herşey tamamdı. Sound Blaster Live’ın efektlerini, surround olayını kurcaladı durdu. Org ile amfinin ses dengesi, hopallörlerin yerleşimi falan tam içine sindiği gibi olmamıştı ama yine de mutant bir surround havası vardı odasında.
Ertesi gün uyandığında ise yeni aldığı hopallörlerin birinden ses çıkmıyordu. Kablolarla uğraştı Toygar bütün gün, ama yoktu, olmuyordu, hopallörlerin birinden katiyen ses çıkmıyordu. Toygar deliye döndü, bir an hayatının en önemli meselesinin odasındaki surround ses sistemi olduğunu, onsuz yaşayamayacağını filan sandı. Aklına jilet, bilek, yağlı ilmek, darağacı, köprü, tabanca gibi kelimeler gelirken daha fazla duramazdı. Derhal Tankut’u aradı.
- Alo Tankut naber ?
- Bildiğin gibi abi, senden naber ? Nasıl yeni ses sistemi ?
- Olm kudurdum ya. İlk geldiğinde güzel güzel açtım, kurdum aleti çalıştı. Yattım kalktım, hopallörlerin birinden ses çıkmaz oldu.
- Hadi yaa nasıl yani ?
- Ne biliyim abi, çalışmadı, herşeyi denedim olmadı. Hopallör bozuldu herhalde. Çok canım sıkıldı yaaa.
- Eee garantiliydi olm, geri gönder, ne sıkıyorsun canını ?
- Ya ben de onu düşünüyorum şimdi aletleri alıp tekrar İstanbul’a gelmeyi düşünüyorum.
- İyi abi atla gel bi gidelim adamların yanına.
- Tamam ben sana detayları söylerim bileti aldıktan sonra.
- İyi hadi bakayım üzme kendini.
- Tamam görüşürüz.
Toygar’ı o gün istasyonda bilet alırken görenler, burnundan soluyan, saçı başı dağınık, gözlerinde endişe olan, ne yapacağı kestirilemez bir adam gördük, çok korkunçtu diye anlattılar görüntünün etkisinden bir türlü kurtulamadıklarından gün boyu sevdiklerine. Operadaki hayalet görüntüsü, Paris operası için neyse; istasyondaki Toygar da istasyon için oydu bir süreliğine. Bileti büyük bir hışımla aldı, Tankut’u aradı yarın sabah Haydarpaşa’da olacağını söyledi ve bileti aldığı kadar büyük bir hışımla istasyonu terketti.
Eve geldi Toygar, yorgundu, yattı, uyudu. Uyandığında gerçekler çarpınca buruştu yüzü. Hopallörleri kutusuna koydu, bantladı, yemek yedi, sonra da yüklendi 50x110x20 cm ebatlarındaki koliyi metro durağına kadar yürüdü, metroya bindi, istasyona en yakın durakta indi, istasyona kadar taşıdı koliyi ve tabii kendisini de. Avuç içleri kıpkırmızı olmuş, kol kaslarına biriken laktik asit acı veriyordu. Kan ter içinde kalmıştı Toygar. Trende koltuğuna oturdu, walkmeni kulağına taktı, kitabını da açtı önüne, Fatih Ekspresinin klima serinliğindeki vagonunun steril tek koltuk ortamında %100 izolasyonu gerçekleştirdi. Vagondaki sesleri duymuyor, vagonda olanları görmüyor ve yanında kimse oturmuyordu. Zaten bir süre sonra da kitabı kapatıp, uyku modülünü çalıştırdı.
Gözünü açtığında, güneş yeni doğuyordu. İki saat sonra da zaten Tankut’u görecekti Haydarpaşa’da. Bu sürede kitabını tekrar okudu: Frederic Forsyth Operadaki Hayalet.
Trenden indi. Tankut yoktu ortada. Gitti bir ankesörlü telefondan Tankut’u cep telefonundan aradı. Tankut uyuya kalmış, gelememişti. Bekle de geliyorum dedi Tankut ve evet o zaman daha Toygar’ın cep telefonu yoktu. Bilgisayarın tüm kalelerine, tüm burçlarına ve tüm dehlizlerine girip çıkmayı marifet sanan Toygar cep telefonuna karşıydı o dünlerde. Çaresiz bekledi yarım saat önünde koskoca bir koli ile Haydarpaşa’nın bekleme salonunda. Tankut geldiğinde dokunsalar ağlardı Toygar.
Yüklendiler koliyi, vapura bindiler, amca oğlunu da yanına alıp, 16 yaşındaki kızı kaçırılmış baba edasıyla Toygar dayandı Doğubank kapılarına o sabahın köründe. Adamlar bunları görünce karşılarında, güldüler rüyanızda mı gördünüz bizi bakışlarıyla. Hopallörleri oradaki amfilerden birine bağladılar ve hopallörler Toygar’ın salaklığını yüzüne vurmak istercesine bangır bangır bağırdılar en James Brown sesleriyle: I feel good. Toygar ise Allah biliyor ya kendini hiç iyi hissetmiyordu o anda. Adamlar acıdılar Toygar’ın haline de yeni bir kablo ile altın suyuna batırılmış konnektör hediye edip, yolcu ettiler sorunun amfide olma ihtimalinden korkan bunları.
Yarın beraber gideriz, ben de memlekete geçerim oradan üç beş gün sende kaldıktan sonra demeseydi Tankut, Toygar o gün İstanbul’da kalamazdı. Akşam İstanbul’u gezdiler beraber en bedavasından. Ertesi gün Toygar için o bildik görüntüler yeniden gösterime girdi hayat sinemasında. Yine koli taşımalar, yine kol kaslarına hücum etmiş, çoğaldıkça çoğalan laktik asitler, yine istasyonlar, yine çuf çuf sesleri, yine vagonun steril ortamı, yine koltukta dinlendirmeyen uykular, yine gece yarılarında uyanıp neredeyiz lan bizler, yine istasyona girmeler, koli yüklenmeler, trenden inmeler, ceplerde bulunmayan paralar yüzünden binilemeyen taksiler, toplu taşıma araçları ve yürünerek eve dönmeler… Yalnız başına katlanamazdı ya, Allahtan Tankut da vardı bu defa yanında Toygar’ın.
Yokuşun sonundaki sokakta Toygar ile Tankut’u bekleyen ev, aşağıdan bakıldığında hem bir kurtuluştu içinde bulundukları durumdan, hem de Kaf dağının ardındaki bir prensesti en güzelinden. Canı kaymak isteyen de cebinde manda taşısındı canım allah allah. Prensesi istiyorsan Kaf Dağı’nı da aşacaktın yani. Son bir gayretle vurdular yüklendikleri koliyle kendilerini yokuşun sırtına, Don Kişot ile Sanço misali Toygar ile Tankut.
Eve geldiklerinde buldukları, çirkin, pis, bakımsız ve şişko bir prensesti ne yazık ki. Evden hışımla çıkarken Toygar talan etmişti evi o sinirle. Yine de Tankut umutla, bağla bakalım şu hopallörleri, bir de ben duyayım dedi o en surround sesi. Toygar gazı almış Hacı Murat gibi daldı, kabloların silikonların ve kartonların dünyasına. Bir saatin sonunda iki hopallör, üstüne de orgdan sakin çıkıyordu Fikret Kızılok’un sesi : Yalandır hep yalan, samanyolu geceler hep yalan.
Toygar sevinsin mi, üzülsün mü bilemedi Tankut’un vaaaaaay beeee ulan harbi süpermiş ses diye coşkuyla bağıran sesini duyduğunda. Karmaşık duygular içindeyken bile al da at dercesine atılan pasları gole çevirebilirdi Toygar ve sesi sanki Fikret şarkıyı odanın içinde söylüyormuş gibi yapan efektini açtı Sound Blaster Live 5.1’in. Beraber mest oldular orada. Uyudular, uyandılar, yemek yediler, ama odada o sesi eksik etmediler. Kah yüksek sesle, kah düşük sesle dinlediler şarkılarını Fikret’in o gece sabaha kadar.
Sabah olduğunda kapının sesine uyandı Toygar. Sabah 8’di daha. İşine gitmek üzere evden çıkmıştı Toygar’ın 40’lı yaşların sonuna yaklaşmış devlet memuru komşusu. Uykulu gözlerle kapıyı açan Toygar ile Tankut’a, “Gençler, biz de genç olduk, ama geceleri şu radyonun sesini bu kadar açmayın nolur” dedi. Toygar ile Tankut gözgöze geldiler. Gülmemeleri gerekiyordu, tuttular kendilerini, “kusura bakmayın abi, farketmedik o kadar yüksek sesle çaldığını” dedi Toygar ciddi bir yüz ifadesi takınmaya çalışarak. “Estağfurullah gençler, iyi günler” dedi ve gitti komşu. Kapıyı kapattılar, duyulmasın kapıdan diye biraz içeri kaçtılar ve dakikalarca yerde kahkahalarla güldüler.
- Abi biz gidiyoruz, mp3 ile surround müzik dinlemek için kıçımızı yırtıyoruz, adam geliyor radyoyu kıs diyor yaaaa, hahahahahaha.
- Lan radyo dinlemek için mi 3 gündür yollarda koli taşıyoruz yaa, hahahahaha
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder