25 Eylül 2008 Perşembe

Bir İşyeri Hikayesi : Oğulcan Pirgelen, Göksel Nesligüzel’e Karşı

Oğulcan Pirgelen biraz rahatlamıştı. Çalıştığı yağ fabrikası satıldığından beri, işyerinde bir huzursuzluk vardı. İşten çıkarmalar olacak mıydı, fabrika taşınacak mıydı, taşınırsa nolacaktı, işten çıkarılırsa napacaktı gibi sorular beynini kemiriyordu. Ama işte şimdi önündeki istifa mektubunu imzalarken tüm bu beyin kemiren belirsizliklerin hepsinden birden kurtuluyordu. Altı aydır gidip durduğu ama sonuç vermeyen iş görüşmelerinden doğan bunalımı da sona eriyordu işte. İmzaladığı istifa mektubuyla müdürü Göksel Nesligüzel’in odasına girmek için masasından kalktığında Oğulcan, “Herşey çok güzel olacak” diyordu kendi kendine.

Satılana kadar gayet iyi bir 18 ay geçirmişti yağ fabrikasında. İşyerinde çok iyi anlaştığı çaycı Rıfkı, planlama müdürü Bülent ve en yakın mesai arkadaşı Onur gibi arkadaşlarından ayrılacağı için aslında üzgün bile sayılabilirdi. Kimbilir belki de bu ortamı çok arayacaktı gideceği karton ambalaj fabrikasında. Bir bakıma da buna mecbur hissediyordu kendisini. Bu belirsizliğin getireceği riskleri alabilecek durumda değildi maalesef. Ailenin maddi durumu da başlarına gelen felaketten sonra bozulmuştu.

Göksel Hanım’ın odasının önüne geldiğinde durakladı. Alışkanlıkla tam kapıyı çalacakken daha çalışmaya başladığı ilk günlerde, Göksel Hanım’ın “bu odaya tek kapı çalarak girerek giren sensin, kapıyı çalmana gerek yok” uyarısı aklına gelmişti. Kapıyı çalmadan elinde istifa mektubuyla odaya girdi.
- Göksel Hanım müsait misiniz ?
- Müsaitim Oğulcan gel dedi Göksel Hanım o herzamanki prezebtabl gülümsemesiyle. Günlük işlerinde karşılaştığı bir sorunun neden olduğunu sanıyordu Oğulcan’ın odasına gelişine. Oğulcan, Göksel Hanım’ın masasının karşısındaki koltuklardan birine oturdu ve elindeki mektubu sessizce uzattı. Aldığı mektubu anlaması için 1 saniye yetti Göksel Hanım’a. Yüzünü buruşturarak,
- Demek sen de ayrılıyorsun ha Oğulcan.
- Evet Göksel Hanım. Şartlar bunu gerektirdi.
- Valla Oğulcan açıkçası sana neden ayrılıyorsun, sıkıntın neyse çözelim diyecek durumda değilim. Fabrika satıldığından beri beni de aşan bir belirsizlik var burada. Biliyorsun fabrikanın bir kısmının taşınacağı söylentileri var. Bunu yaparlarsa, buradaki satınalmada kaç kişi çalışır, kim kalır kim gider bunları söylemek mümkün değil. Dolayısıyla sana bu konuda yapabileceğim tek birşey var. O da hem senin hem de fabrika için hayırlısını dilemek.
- Zaten benim ayrılmamın sebebi de bu belirsizlik Göksel Hanım. Yoksa ben gayet memnundum burada. Bu şehirde de iş imkanı çok fazla yok. Dolayısıyla iyice kaygılanıyordum. Ama en sonunda Orakçı’nın karton ambalaj fabrikası ile anlaştım. Biliyorsunuz bizim de en büyük ambalaj tedarikçilerimizden biri onlar. Zaten tanıdığım, bildiğim bir firma olunca oraya geçmek daha cazip geldi.
- Ehh, ne diyelim. Hayırlısı olsun. Ama öyle hemen bırakıp gitmek yok di mi Oğulcan? Daha işleri toparlayacağız, devredeceğiz. İki ay daha buradasın en az.
- Elbetteki hemen bırakıp gidecek değilim Göksel Hanım, ama iki ay da kalamam. Diğer tarafta da satınalmacı ayrılacağı için bana uygun bir pozisyon açılmış. Dolayısıyla o ayrılmadan işleri devralmalıyım. Yoksa orada çok zorlanabilirim.
- Hımm anladım ama burada da biz çok zorlanırız Oğulcan.
-İşte bir şekilde kimseyi zorlamadan bu işi halletmemiz lazım Göksel Hanım. Bu arada tazminat almam konusunda bana yardımcı olur musunuz ?
- Valla Oğulcan ben Ahmet Bey ile konuşur durumu anlatırım ama karar onların sonuçta. İstifa edip tazminat alanlar da oldu, almayanlar da oldu. Ben bir görüşeyim, Ahmet Bey nasıl karşılayacak bakalım senin ayrılışını. Ona göre netleşir. Ama sen iki ay buradasın ona göre.
- Neyse bunu sonra görüşürüz Göksel Hanım. Ben işimin başına geçeyim.
- Peki kolay gelsin.

Oğulcan bu iki ay meselesine biraz takılmıştı ama halledeceğini düşünüyordu. Asıl derdi zaten tazminatıydı. Alabilecek miydi yoksa alamayacak mıydı? Masasına geldiğinde düşünceliydi. Yan masadan Onur meraklı bakışlarıyla kendisini süzüyordu. Gel abi dedi Oğulcan, Nikotinparka gidelim anlatırım.

Nikotinpark sigara içmek için gittikleri fabrika bahçesinin adıydı. Öyle diyorlar diye garibim fabrika bahçesi de öyle oluvermişti. Yoksa ne nikotindi, ne de park. Kendi halinde, ISO 9001, bilemedin 14000 denetimlerinde bahçesi de varmış densin diye yapılmış klasik bir fabrika bahçesiydi. Rıfkı Abi ile Bülent Abi’ye de haber verelim onlar da gelsin dedi Oğulcan, onlar da Nikotinpark’ın nimetlerinden faydalansınlar. Onur’un o sırada telefon zaten kulağındaydı ve numaraları tuşluyordu. 30 saniye sonra organizasyon tamamdı ve Nikotinpark yolundaydı cunta. Nikotinpark’a geldiklerinde Onur sordu,
- Ne iş Oğulcan, hasatı topladın mı, mahsul nasıl bu sene, iyi mi ?
- Ya Onur Abi bizim müdür iyice fonksiyonunu yitirdi. Tazminat alabilir miyim, bilmem. Onur Abi yatakta iyi mi, bilmem. Neyi bilirsin, nasıl müdürsün ben anlamadım ki.
- Vayy adi karı, benim yatak performansımı da bilmiyormuş. Yuh diyorum kendisine.
- Bırak bu işleri Onur Abi yaaa. Tamam eski kurt olabilirsin ama yaşlandın artık. Artık ne kadar uzun zamandır sende tık yoksa, karı unutmuş senin performansını. Artık gençlere yol açman lazım. Bak Hakan Şükür bile çekildi bu işlerden.
- Lan o çekilmedi, el çektirildi.
- Bak ne kadar güzel söyledin. Aynı sen işte diyince Oğulcan, cunta bastı kahkahayı. Neler olduğunu tam olarak merak eden Bülent noldu ne konuştunuz diye ciddiyetle sordu Oğulcan’a. Bülent sürekli değişen pazarlama ihtiyaçlarına göre fabrikanın tüm üretimini esnek bir biçimde planlayabilen zeki biriydi. Genel müdür dahil fabrikadaki herkes ona saygı duyardı. Altında çalışan elemanları neredeyse tapıyordu ona. Yeni yönetim bile gelir gelmez kendisine hakettiği payeyi vermişti.

Oğulcan, Göksel Hanım ile konuşmasını “Tazminat alacak mıyım bilmiyor. Ne zaman ayrılacağım bilmiyor. Yani kısaca bir bok bilmiyor, bir de müdürüm diye ortalıkta geziyor” diye 10 saniyede özetledi. Onur, “ya bırak Bülent ya, baksana benim yatakta iyi olup olmadığımı bile bilmiyormuş, bunu tüm Türkiye bilir ki, ben yatakta 10 kaplan gücündeyimdir” diyerek araya girdi. Bülent, Rıfkı’ya dönerek, sen ne diyorsun Rıfkı dedi tüm Türkiye bilir mi gerçekten? Rıfkı, abi bu konu beni aşar, bana futbolla gel, iddaa ile gel, ama Onur’un cinsel problemleriyle gelme, ben bilemem şimdi Onur’un kuşu kalkıyor mu, füzeler hedefi vuruyor mu, nükleer başlıkların tahrip gücü yüksek mi diyince, cunta tekrar bastı kahkahayı. Artık sigaralar bitmek üzereydi ve zaman Bülent’in en iyi kullandığı şeydi. Tamam sigaralar bitiyor, eylem planını veriyorum, Oğulcan sen İK ile konuşuyorsun, ne zaman işe girmişsin tam olarak öğreniyorsun, ayrıca İK’ya bu tazminat olaylarını sorup bilgi alıyorsun, bu bilgilere göre stratejimizi yarın aynı saatte Nikotinpark’ta kurarız.

Herkes işinin başına dönerken Oğulcan da İK’nın yolunu tuttu. İK, yani İnsan Kaynakları, yani Metin Hicret’in direksiyonda olduğu vitesi boşta araba. Sokakta bu arabayı görseniz, motorunun sesiyle, gıcır gıcır kaportasıyla, geniş ve rahat koltuklarıyla, mp3 çalarlı ses sistemiyle, klimasıyla dört başı mamur diyebileceğiniz bu arabanın tek kusuru, sizi, hatta kendisini bile, bir yerden bir yere götürememesidir. E ne anladık biz bu arabadan diyorsanız, peşinen bilmelisiniz ki, İnsan Kaynakları departmanı, çalışmak için size uygun bir departman değil. Ama bu departmanın direktörü Metin Hicret, fabrikaya staja gelen liseli kızların gözünde çok kültürlü, bilgili ve karizmatik, hoş bir insan. Liseli kızlar; arabayla uzak yerlere gitmenin değil de, arabanın içinde oturmanın peşinde, klima sayesinde tam istedikleri sıcaklıkta, ses sistemi sayesinde tam istedikleri müziklerle heyyo heyyo yerinde sayan genç kitle; ders çalışmak zor gelince, zengin koca bulurum nolacak ki diye kendisini avutan nesil; Metin Hicret’i karizmatik, Einstein’ı kafayı yemiş bulan ırk; iyi de araba gitmiyor üstelik gereksiz yere benzin harcıyor diyene senin araban bile yok diyebilecek mantığın gerçek sahibeleri.

Oğulcan İK ofisinin kapısından içeri girdiğinde, o arabaya bindiğini sandı. Hoş kokular, trendy and friendly bir atmosfer, smart casual kılıklar, hayatlarından mutlu, gülümseyen yüzler. Oğulcan en az gülümseyen yüzün en işe yarar yüz olduğunu bildiğinden Gülçin Hanım’ın masasına doğru yöneldi. Gülçin Hanım muhasebeden İK’ya geçtiği için bu sahte cennetin farkındaydı.
- Merhaba Gülçin Hanım, müsait misiniz diye sordu Oğulcan.
- Buyrun Oğulcan Bey, nasıl yardımcı olabilirim size?
- Ben ayrılmaya karar verdim de, ayrılırken tazminat alabilir miyim, iznim kaldıysa onların parasını alabilir miyim, alabilirsem ne kadar alabilirim gibi dizi dizi sorularım var dedi gülümseyerek. Önce ayrılmanıza üzüldüm ama bu belirsizlik ortamında çalışmak gerçekten zor umarım fabirka için de sizin için de hayırlı olur diyerek konuşmasına başlayan Gülçin Hanım, Oğulcan’ın durumuna bakmak için bilgisayara döndü. Hımmm dedi, Oğulcan Bey 5 Ekim 2006’da başlamışsınız siz işe, 5 Ekim 2008’den önce ayrılmayacağınızı varsayarsak, 3 hafta izin parası ile biraz karışık olmakla beraber kıdem tazminatı da alma ihtimaliniz var. Gülçin Hanım’ın istifa ediyorsunuz değil mi siz ben yanlış anlamadım sorusunu Oğulcan başıyla onayladı. Buraya bu şekilde gelip ayrılma kararı verdiğini söyleyen birine istifa ediyorsunuz değil mi dye sorması Gülçin Hanım’ın aslında Oğulcan’a seninle ilgileniyorum mesajıydı. Zira Oğulcan işten kovulmuş olsaydı, Oğulcan’dan önce İK’nın bundan haberi olurdu. Gülçin Hanım devam etti.
- Kanuna göre esasen iş akdini tek taraflı olarak kanunda belirtilen haklı nedenler dışında bir nedenle feshettiğiniz için normal şartlar altında kıdem tazminatı ödemeyiz size, ancak fabrika el değiştirdikten sonra yeni yönetim, geçiş döneminde kendi isteğiyle işten ayrılanlara da kıdem tazminatı ödeyeceğini ifade etmişti. Kendi isteğiyle ayrılanların bazıları kıdem tazminatı aldı, bazıları ise alamadı. Yani bu konuda direktörünüz Ahmet Bey’den onay alabilirseniz, biz kıdem tazminatınızı size öderiz. İki yıllık kıdeminize karşılık ödeyeceğimiz tutar da 5,265 YTL olur. 3 haftalık izin parasını da dahil edersek, 6,322 YTL ödenecektir. Olayda hiçbir boşluk bırakmayan bu açıklama karşısında soru sormayı iyi becerebilen, meraklı Oğulcan Pirgelen bile tek kelime edememişti. Az gülümsemeniz boşa değilmiş Gülçin Hanım diye aklından geçirdi ve teşekkür ederek İK’dan çıktı. Kafası o kadar meşguldü ki, Gülçin’in seninle ilgileniyorum mesajını alamamıştı Oğulcan.

6,322 YTL iyi paraydı ve işin ilginç tarafı beynini kemiren belirsizlikten kurtulmak için bedel ödemeye bile razıyken, üstüne para alacak olmasıydı. Dünya gerçekten garip diye düşündü yol boyunca. Ofisine geldiğinde Göksel Hanım odasında telefonla konuşuyordu. Müdürünün odasına bakarak acaba Ahmet Bey ile benim durumumu mu konuşuyor diye düşündü Oğulcan, ama belli etmedi. Yapılacak işlerine konsantre olmalıydı artık.
- Onur Abi beta karoten geliyor di mi, sorun yok. Papaz olmayalım Bülent Abi ile.
- Yok, yok, panik de yok, sorun da yok cevabını alınca rahatladı. Akşama kadar satınalma siparişleri ile, planlamanın talepleri ile, tedarikçiler ile uğraştı durdu.

Akşam işten çıkıp doğruca eve gitti Oğulcan. 2 yaşındaki yeğeni Necati ile oynadı, arkadaşı Toygar ile iki saat telefonda havadan, sudan ve tabii ki futboldan konuştu. Bu sene Galatasaray’ın senesiydi, kadro şahaneydi, Fener’in kadrosu berbattı, Saraçoğlu Stadında bir UEFA finali neden olmasındı. O statta 2. UEFA kupasını kaldırmaları Toygar’ın ve Fener’in başına gelebilecek en kötü şeydi. Düşündükçe ürperiyordu Toygar. Oğulcan o gece 11.32’de yattı, sabah 07.25’te de kalktı ve işine gitti.

Çaycı Rıfkı’nın yanında çayını içip, bir süre iddaa geyikleri çevirdikten sonra masasına yerleştiğinde bile, Göksel Hanım daha ofise gelmemişti. Müdür olmak insana bir takım ayrıcalıklar sağlıyordu tabii. Hele Boğaziçi Üniversitesi İktisat mezunu, iki dil bilen, bir çocuk annesi, zengin ve güzel bir kadınsan bu ayrıcalıkların bir kat daha artıyordu. Göksel Hanım’ın kocası şehrin en çok kazanan kadın doğum uzmanlarından biriydi. 200 dönüm portakal bahçesi vardı ayrıca. Özel muayenehanesi ile ortağı olduğu özel hastaneden de iyi kazanıyor olmalıydı. Oğulcan iki yıl önce işe ilk başladığında Göksel Hanım’ın güzelliğine ve karizmasına vurulmuş, hatta bir fotoğrafını elde edebilmek için onun bilgisayarını bile karıştırmıştı. Sonra benzer durumdaki Onur’un bilgisayarında Göksel Hanım’ın fotoğrafını gördüğü anda iyi anlaşacaklarını anlamıştı. Hemen o fotoğrafı kendi bilgisayarına kopyalayarak, “İşte platonik aşkım” konulu bir e-mail atmıştı arkadaşlarına yarı şaka yarı ciddi.

Bu muhteşem ikili, Göksel Hanım’ın her hareketini detaylı bir şekilde inceliyordu artık. Hatta Göksel Hanım’ın bazı öğle tatillerinde ortadan kaybolup ofise geç döndüğünü farkettikleri zaman onu takip bile etmişlerdi. Bir apartmana girişini tespit etmişlerdi Göksel Hanım’ın ancak hem yakalanmamak hem de işleri aksatmamak için Göksel Hanım apartmandan çıkana kadar bekleyememişlerdi orada. Salt merak değildi tabii ki bu takibin nedeni. Eğer Göksel Hanım biriyle kocasını aldatıyorduysa, bu muhteşem ilkiliyle de kocasını aladatabilirdi. Bu ihtimal onları keyiflendiriyor, muhabbetlerine ayrı bir renk katıyordu. Göksel Hanım kendisine bir fan klübü kuracak olsa, bu ikisi o klübün muhakkak ilk üyeleri olurlardı.

Önce fabrikanın satılacağı söylentilerinin makine aralarında, yemekhane masalarında, idari bina koridorlarında dolaştığı ve sonra fabrikanın gerçekten satışının gerçekleştiği süreçte Göksel Hanım’dan belirsizliği yöneten “lider” hareketlerini göremeyen Oğulcan, yavaş yavaş ona olan saygısını yitirmeye başlamıştı. Mevcut durumda ise, Göksel Hanım’ın onca zenginliğine ve konforuna rağmen sadece kendi çıkarlarını korumaya yönelik hareket ettiğini görerek üzülüyor, hatta ona bu nedenle kızıyordu. En son bu iki ay daha buradasın meselesi de bardağı taşıran son damlaydı.

Oğulcan, Göksel Hanım’ın odasına gitti, dünkü gibi kapıyı çalmadan girdi, müsait misiniz diye sordu, evet cevabını alınca dün oturduğu koltuğa oturdu ve Göksel Hanım’a bir gelişme olup olmadığını sordu. Göksel Hanım, Ahmet Bey ile konuştuğunu Oğulcan’ın işten ayrılma kararı konusunda bilgi verdiğini, tazminat konusunu sorduğunu ama net bir cevap alamadığını, bakalım, edelim, İK’ya soralım gibi cevaplar aldığını, ayrılma zamanlaması konusunu Ahmet Bey’in tamamen kendisine bıraktığını uzun uzun anlattı önce. Sonunda Göksel Hanım konuyu kendisini ilgilendiren asıl meseleye, ayrılma zamanlamasına getirmişti. Göksel Hanım, 30 Kasım diyordu, Oğulcan 6 Ekim, yani iki senesini doldurduğu günün bir gün sonrası. Göksel Hanım yaşayacağı zorlukları anlatıyordu, Oğulcan da kendi durumunu. Sonuç alınamıyordu. Sonra tekrar görüşülecekti. Oğulcan’ın canı iyice sıkılmaya başlamıştı.

Cunta Nikotinpark’ta toplandı. Oğulcan son durumu anlattı. Bülent o gün fabrikada önemli bir toplantı yapılacağını ve büyük ihtimalle bu toplantıda fabrikanın taşınmasının kesinleşeceğini ve taşınma için uygun bir tarih belirleneceğini, bu tarihin de büyük bir olasılıkla 30 Kasım olacağını söyledi. Fabrika 30 Kasım’da taşındığında burada kalan bölümün satınalma faaliyetleri için iki kişinin yeteceğini düşündüğünü de sözlerine ekledi. Oğulcan çok sinirlenmişti, adi karıya bak, 30 Kasım’da fabrikanın taşınacağını muhtemelen birinden duydu, beni kanımın son damlasına kadar kullanacak, benim işten ayrılışım da onun işine gelecek dedi sinirli bir ses tonuyla. Bülent evet fena plan değilmiş gerçekten de diyerek, Oğulcan’ı sakin sakin toplantının sonucunu beklemesinin en akıllıca hareket olduğuna ikna etti. Oyun buysa, kuralları da buydu ve cunta da fena oynamazdı bu tip oyunları. Bülent sigarasını yere attı ve arkadaşlar benim şu sözü geçen meşhur toplantıya gitmem gerekiyor diyerek aralarından ayrıldı. Cunta elemanları da hemen ardından işlerine döndüler.

Toplantıda herşey Bülent’in tam tahmin ettiği gibi gitti. Genel Müdür, yeni patronların fabrikanın 30 Kasım’a kadar taşınmasına karar verdiklerini ve taşınma için gerekli hazırlıkların bir an önce başlatılması için tüm direktörlerin buraya gelerek durum değerlendirmesi yapacaklarını, bu nedenle herkesin üzerine düşen hazırlığı yapması gerektiğini söylendi. Durum değerlendirme toplantısı yarın yapılacaktı. Toplantının hemen ardından fabrikanın taşınacağı, Genel Müdür tarafından bir e-mail ile tüm personele duyuruldu. Oğulcan tüm direktörlerin yarın fabrikada olacağını duyar duymaz, direktörü Ahmet Naif’i aradı.

Ahmet Naif, soyadı gibi naif bir kişilikti. Bulunduğu mevki için yeterli karizmaya, zekaya ve bilgiye sahip olmasa bile güvenilir kişiliğiyle patronlara göre bu eksiklerini kapatıyordu. Kimseyi kırmamaya çalışarak yöneticilik yapmanın doğru olduğunu düşünüyordu. Gerçekte ise, kimseyi kırmadan yöneticilik yapmak, etliye sütlüye bulaşmamak, sorumluluk almamaktı. Beş fabrikanın yer aldığı grubun tüm satınalma deparmanları kendisine bağlıydı. Ahmet Bey, Göksel Hanım ile konuştuğunu, ayrılışından haberdar olduğunu, bundan üzüntü duyduğunu, ama bir taraftan da fabrikanın taşınma kararı sonucu ayrılmak zorunda kalmasındansa, bu şekilde ayrılmasının daha hayırlı olacağını düşündüğünü Oğulcan’a güven verici bir ses tonuyla anlattı ve tazminat konusunda elinden geleni yapacağına söz verdi. Oğulcan teşekkür etti ve yarın buraya gelmesi durumunda kendisiyle 10 dakika yüz yüze görüşmek istediğini söyledi. Ahmet Bey, bu konuda da kendisine söz verdi.

Ertesi günün sabahında Oğulcan uykusunu almış bir şekilde dinç kalktı yatağından. Sinek kaydı traş oldu, kahvaltısını yaptı. Ofisine adımını attığında kendini gayet enerjik ve güne hazır hissediyordu. Ayrılma vakti yaklaştığından artık işlerini de boşlamaya başlamıştı. 6,322 YTL tazminatını alacak ve 6 Ekim’de yeni işine başlayacaktı. Bundan başka herşey ona önemsiz geliyordu. Tüm enejisini toplayıp bu konuya kanalize ediyordu. Diğer taraftan da konuyu analize devam ediyordu.

Önünde iki parçalı bir hedef ve bu hedefe ulaşması için geçmesi gereken iki engel bulunmaktadı. 6,322 YTL tutarındaki tazminatı almak için Ahmet Naif, 6 Ekim’de gitmesi içinse Göksel Nesligüzel engellerini aşmalıydı. Madem ki, Göksel Nesligüzel’in tazminat konusunda kendisine bir faydası dokunmuyordu, o zaman zarar vermesini de engellemeliydi. Tazminatı Ahmet Bey’den bağlayabilirse, Göksel Nesligüzel’i silahsız bırakabilir, istediği tarihte de işi bırakabilirdi. Aksi takdirde Göksel Nesligüzel üzerinden Ahmet Bey ile iletişim kurduğu sürece Göksel Nesligüzel tazminat konusunu bir şantaja dönüştürebilir ve bu durumda Oğulcan ya tazminatı alıp 6 Ekim’de işi bırakamazdı ya da 6 Ekim’de işi bırakır ama tazminatı alamazdı. Ahmet Bey’i de zaten tazminat konusunda Göksel Nesligüzel’i aradan çıkarabilmek için aramıştı. Bugünkü konuşmada tazminat konusunda bir söz alabilirse, Ahmet Bey Göksel Nesligüzel için sonradan sözünü yemezdi. Bu arada bir fırsatını denk getirip, Ahmet Bey’e Göksel Nesligüzel’i inandırıcı bir biçimde kötüleyebilirse, kendisini daha iyi hissedeceği de kesindi.

Oğulcan bu düşüncelere daldığından Göksel Nesligüzel’in ofise geldiğini farketmemişti. Onu ofisinde görünce odasına gitmek için masasından kalktı, dünkü ve ondan önceki günkü gibi kapıyı çalmadan içeri girdi, müsait misiniz diye sordu, evet cevabını alınca dün ve ondan önceki günkü oturduğu koltuğa oturdu. Göksel Hanım işten ayrılma tarihimiz hakkında siz hep 30 Kasım diyorsunuz ama bu tarih mümkün değil, benim 6 Ekim’de muhakkak yeni işyerimde işbaşı yapıyor olmam gerekiyor dedi. Göksel Nesligüzel fabrika da taşınıyor herşey karman çorman olacak, şu fabrika taşınana kadar burada kalsan nolur diye Oğulcan’a yakındı. Göksel Nesligüzel olmayacak bir şey istiyordu. Çünkü Oğulcan bu duygu sömürüsü kokan yakınmanın ardından iki parçalı hedefinde parçaların çatışması, yani bir parçayı gerçekleştirebilmek için diğerini feda etmek durumunda kalması halinde hangi parçanın öncelikli olduğuna kesin olarak karar vermişti. Tazminatı alsa da, almasa da, 6 Ekim’de yeni işyerinde işbaşı yapacaktı.

Yerine döndüğünde, Onur, Rıfkı’nın Ahmet Naif’in fabrikaya geldiğini haber vermek için aradığını söyledi. Oğulcan, iyi abi iyi, dedi, bugün dananın kuyruğu kopacak herhalde, birazdan Nikotinpark’ta anlatırım. Onur eyvallah dediği anda ofisin kapısından içeri Ahmet Naif girdi. Herkese selam verdikten sonra doğruca Göksel Nesligüzel’in odasına girdi. Toplantı için Göksel Nesligüzel ile bir ön görüşme yapmasının faydalı olacağını düşünmüştü. Yaklaşık yarım saat süren görüşmesi bittikten sonra Ahmet Bey, fabrikanın Genel Müdür’ünün odasına gitti. O sırada Bülent de Genel Müdür’ün odasındaydı. Öğle yemeğinin hemen ardından cunta Nikotinpark’ta toplandı.

Oğulcan son durumu kısaca özetledi. Bugün Ahmet Naif ile 10 dakika yüzyüze konuşabilirse bu işi büyük bir ihtimalle halledeceğini söyledi. Bülent eğer görüşemiyor gibi olursan bana haber ver ben seni görüştürmeye çalışırım dedi. Oğulcan eyvallah abi dedi hayırlısı olsun. Rıfkı, Zlatan İbrahimoviç’in geçtiğimiz haftasonu attığı golü ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Öyle güzel anlatıyordu ki, tüm gözleri kendisinin üzerine toplamayı başarabilmişti. Bugün akşamki Piacenza Sampdoria maçını kesin Sampdoria kazanacak, bu hafta mutlaka iddaa oynayın, bu maç hem banko hem de oranı 2.60 dedi. Oğulcan ben zaten oynayacağım ama Piacenza’ya dedi ve sigarasını yere atıp üstüne basarak söndürdü. Vakit tamamdı, cunta dağılıyordu. Giderayak Rıfkı, Oğulcan’a gel paranı sokağa atma, aptal olma dediyse de, pek etkili olmadı. Oğulcan için düşünecek Piacenza Sampdoria maçından daha önemli konular vardı.

Oğulcan ile Onur ofiste çene çalarlarken, toplantı da başlamıştı. Ama toplantı ne Onur’un ne de Oğulcan’ın umurundaydı. Oğulcan zaten ayrılıyordu, Onur da ununu çoktan elemiş eleğini asmak üzereydi. Onlar da ünlü yabancı futbolcular ve eşlerinin fotoğraflarını içeren sunum dosyasını inceliyorlardı. Henry, Thuram, Beckham, Ronaldo gibi yıldız futbolcuların eşleri de taş gibiydi. Aralarında en güzel futbolcu eşinin hangisi olduğu konusunda hararetli bir tartışma yaşanacakken, tanıdık bir yüz geldi ekrana. Dört sene önce Galatasaray’a geldiğinde Anelka’nın bonusu diye Fenerlilerin dalga geçtiği, fakat sezonun sonlarına doğru kaderin bir cilvesi sonucu Anelka çağrılmazken Fransız Milli Takımı’na çağrılan ve kısa bir süre sonra da Galatasaray’dan parasını zamanında alamadığı gerekçesiyle olaylı bir şekilde Marsilya’ya giden ve iki sezon sonra 20 milyon Avroya Bayern Münih’e transfer olan hilkat garibesi görünümlü Franck Ribbery’den başkası değildi ekrandaki. Yanında da en az kendisi kadar çirkin karısıyla mutlu bir aile pozu vermişlerdi. Oğulcan da Onur da ekrana bakıp bakıp gülüyorlardı.

Toplantı sona ermiş olmalıydı ki, koridorda Bülent’i gördüler, Onur ile Oğulcan’ın masasına doğru gülerek geliyordu. Oğulcan’a sordu,
- Sen görüştün mü Ahmet Naif ile ?
- Yok abi, toplantıda değil mi o ?
- Ohoooo, toplantı biteli yarım saat oldu.
- Ne bileyim abi buraya uğrar herhalde gitmeden, dün benimle on dakika görüşeceğine söz verdi bana.
- Lan unutmuştur o. Ahmet Bey’e imzalatman gereken bir şey var mı ?
- Yaratırız abi, zaten herşey için imza atmaya pek meraklı bu yeni yönetim.
- İyi hadi imzalatacak bir şey bul da gidelim. Genel Müdür’ün odasında olması lazım onun. Oğulcan hemen ambalaj alımına ilişkin üç gün sonra yapılması gereken bir ödeme için talimat formu hazırladı ve çıktı aldı yazıcıdan. Tamam abi ben hazırım gidebiliriz dedi Bülent’e.

Bülent yolda Oğulcan’a toplantınn Göksel Nesligüzel ile ilgili kısımlarını anlatıyordu.
- Ama asıl bomba dedi, taşınma sonrası satınalma departmanının nasıl bir yapıda fonksiyonunu sürdüreceği konuşulurken, planlama müdürü olarak ben söz aldım ve dedim ki, satınalma aslen benim uzmanlık alanım olmamakla birlikte, planlama bölümü olarak yıllardır koordinasyon içinde çalıştığımız bu bölüm için dışarıdan bir göz olarak fikrimi söylemek isterim. Genel Müdür, tabii Bülent Bey buyrun sizin değerli fikirlerinize her zaman itibar etmişizdir diyince devam ettim. Eğer bahsi geçen üretim birimleri taşınacaksa, geriye kalan üretim birimlerinin satınalma faaliyetleri için iki kişi yeterli olacaktır sanıyorum dedim. Genel Müdür, Göksel Hanım ile Onur Bey’i mi kastediyorsunuz diye sorduğunda da bombayı patlattım. Hayır Onur ile Vedat’ı kastediyorum, bu kadar küçülmüş bir bölümün müdüre ihtiyacı olacağını sanmam.
- Offf abi yaman adamsın valla. Eee sonra noldu, Göksel karısının yüz ifadesi nasıldı peki?
- Tabii ki çok bozuldu. Çaresiz bir savunma yaptı ve kimseyi ikna edemedi tabii dedi Bülent, o sırada genel müdür sekreterinin önüne gelmişlerdi. Bülent, Ahmet Bey içeride mi diye sordu sekretere. Sekreter gülümseyerek evet içeride Bülent Bey buyrun dedi. Bülent Bey Oğulcan’ı da yanına alıp kapıyı çaldı içeri girdi. Oğulcan kardeşimin Ahmet Bey’e imzalatması gereken acil bir belge varmış da genel müdürüm kendisi çekinmiş, ben dedim çekinmene gerek yok, operasyonel işler her zaman öncelikli olmalıdır. Ahmet Bey de Oğulcan’a dönerek tabii Oğulcan Bey iş yapan adama engel olunur mu hiç, gel de ne imzalanacaksa imzalayayım dedi. Oğulcan belgeyi Ahmet Bey’e imzalatmak için o tarafa doğru yönelirken, Bülent de bana müsaade müdürüm diyerek odadan ayrıldı.

Ahmet Bey, Oğulcan’ın kendisine imzalatmaya çalıştığı belge hakkında yalandan sorular soruyor, ancak cevapları dinlemiyordu. Haa öyleyse bu ödemeyi hemen yapmamız lazım Oğulcan Bey ambalaj konusu önemli diyerek belgeyi imzaladı. Ambalaj konusu önemliydi, çünkü Oğulcan’ın çalıştığı fabrikanın ambalaj satınalmasına harcadığı toplam para Ahmet Bey’in sorumluluğundaki diğer dört fabrikanın bu iş için harcadığı paradan daha düşüktü. Oğulcan teşekkür ettikten sonra, Ahmet Bey’e bizim departmana da uğrayacaksınız değil mi diye sordu. Ahmet Bey, Oğulcan’a verdiği sözü tamamen unutmuştu, ama hiç bozuntuya vermedi. Tabii Oğulcan merak etme seninle konuşmadan gitmeyeceğim bu şehirden dedi. Estağfurullah ben öyle demek istemedim diye karşılık verdi Oğulcan. Takılıyorum be Oğulcan Bey, kızmıyorsun ya bana diyen Ahmet Bey’in keyfi yerindeydi. Estağfurullah tekrar yetişti Oğulcan’ın imdadına, teşekkür ederek odadan çıktı.

Ahmet Bey, saat 17.03’te departmanın kapısında göründüğünde, Oğulcan bir saattir işlerini toparlıyordu. Her ne kadar işleri boşlamışsa da, işlerin aksamadan yürümesine engel olacak kadar salmamıştı. Ahmet Bey, Oğulcan’ın yanına gelip kısık sesle, ben Göksel Hanım ile 10 dakika görüşeceğim, odadan çıkıp toplantı odasına gideceğim. Arkamdan da sen gel, orada yüzyüze konuşuruz. Tabii Ahmet Bey dedi Oğulcan, ama neden kısık ses, nedir bu gizlilik bir anlam verememişti.

17.14’te Ahmet Naif, Göksel Nesligüzel’in odasından çıkmış, toplantı odasına doğru gidiyordu. Oğulcan, Onur’a abi kader anı dedi, bana şans dile, ben gidiyorum. Dua edin demezdi kimseye, sanş dileyin derdi. Oğulcan Kuran-ı Kerim’in Türkçe mealini defalarca okuyup huzur bulan bir çocukken, yıllar sonra tekrar okuduğunda küçükken bulduğu huzurun tamamen psikolojik olduğunu fark etmiş ve Kuran-ı Kerim’in pekçok ayetine katılmadığını söyleyerek dinden çıkmıştı. Allah’ın evreni ve insanı yarattığına inanıyor, ama üzerinden bilmem kaç milyar yıl geçtikten sonra bile hala evrene müdahale ettiğine inanmıyordu. Dolayısıyla duaları Allah’ın çok da fazla dinlediği kanaatinde değildi. Onur, hadi gazan mübarek olsun diyerek uğurladı Oğulcan’ı.

Toplantı odası, zevksiz bir tasarımcı tarafından tasarlandığından, insanı yutacak ve bu zevksizliğe sonsuza kadar mahkum edecek gibiydi. Gel otur Oğulcan Bey, anlat bakalım yüzyüze ne konuşmak istiyorsun benimle diye sordu Ahmet Naif. Oğulcan’ın da, bu satırların yazarı olarak benim de, uzun zamandır beklediğimiz an nihayet gelmişti. Oğulcan anlatmaya başladı,
- Ahmet Bey biz çok fazla birlikte çalışamadık. İsterdim ki, daha uzun birlikte çalışmış olalım ve ben faydalı olacağını düşündüğüm bu konuşmayı şu anda yapmak durumunda kalmayayım. Ama maalesef kısmet değilmiş. Ben iki yıldır bu fabrikada canımı dişime takarak, elimden gelen en iyi hizmeti mesai kavramı gözetmeksizin vermeye çalışıyorum.
- Estağfurullah Oğulcan Bey bundan en küçük bir şüphemiz olsa, burada bu konuşmayı, bu biçimde yapıyor olmazdık.
- Teşekkür ederim, bunu duymaya ihtiyacım varmış dedi Oğulcan ve konuşmasına devam etti. Ben çalışmaya başladığımda bu departmanda 7 kişi çalışıyordu Ahmet Bey. İş hacmi aynı olmasına rağmen son 6 aydır 4 kişi çalışıyoruz. Neredeyse hepimiz daha önce iki kişinin yaptığı işleri tek başımıza yapıyoruz. Bence mevcut şartlar altında gayet de başarılıyız. Ama malum, fabrika satıldığından beri hepimizde bir gelecek kaygısı var ve fabrikanın taşınması söylentilerinin gerçeğe dönüşmesi üzerine bu kaygı daha da arttı. Yoksa ben neden ayrılmak isteyeyim ki. Ama sonuçta telefon görüşmemizde sizin de söylediğiniz gibi fabrikanın taşınma kararı sonucu ayrılmak zorunda kalmamdansa böylesi bence de çok daha hayırlı oldu. Yeni yönetimimiz fabrikayı devraldığından beri iyi niyetle bir çok çalışana haklı neden olmaksızın istifa etmelerine rağmen kıdem tazminatı ödemesi yaptı. Tüm bu istifa ettiği halde kıdem tazminatı alan bu personelden farklı bir muamele görmek istemiyorum açıkçası. Bu, bana ağır gelir.
- Oğulcan dedi Ahmet Bey, İK ile bu konuyu görüşmedim, ama eğer onlar sana kıdem tazminatı ödemekte bir sakınca görmüyorlarsa, merak etme ben bu ödemeyi onaylarım.
- Ahmet Bey, ben İK ile konuştum, direktörünüz onaylarsa biz öderiz, bizim açımızdan bir sıkıntı olmaz dediler dedi Oğulcan.
- O zaman mesele yok Oğulcan, ödeme talebi önüme geldiğinde ben onaylarım.
- Çok teşekkür ederim Ahmet Bey dedi Oğulcan, gözleri parlıyordu. Tazminatı halletmişti, şimdi Göksel Nesligüzel’i inandırıcı bir şekilde kötülemeye gelmişti sıra. Sağ gösterip sol vuracaktı.
- Oğulcan, ben açık sözlü insanları severim, genelde en doğru sözleri onlar söylerler dedi Ahmet Bey, senin açık sözlülüğünü de sevdim. Hiç prensibim olmamasına rağmen sana Oğulcan diye hitap ediyorum. Şimdiye kadar sana hep Oğulcan Bey diye hitap etmiştim.
- Teşekkür ederim Ahmet Bey bu güzel sözleriniz için.
- Oğulcan şimdi bu samimiyetimize güvenerek sana bir soru sormak istiyorum ama aramızda kalsın lütfen bu.
- Tabii ki Ahmet Bey, buyrun lütfen. Oğulcan bu hamleyi beklemiyordu Ahmet Bey’den. Samimiyetimize güvenerek, aramızda kalması gereken ne soracaktı ki Ahmet Bey diye düşünmeye başladı. Fazla düşünmesine gerek kalmamıştı, Ahmet Bey belli ki, açık sözlüleri sevdiği kadar da açık sözlüydü.
- Göksel Hanım’ın maddi durumu nasıl diye sordu Ahmet Bey pat diye. Oğulcan kulaklarına inanamadı, bu, Göksel Nesligüzel’i inandırıcı bir şekilde kötülemek için arayıp da bulamadığı fırsattı, hele Ahmet Bey söyleyeceklerine inanmaya bu kadar hevesliyken. Zira, Ahmet Bey’in Göksel Nesligüzel’i taşınma sonrası işten çıkarmayı düşündüğünü ve bu konuda vicdanını rahatlatmak için bu soruyu sorduğunu Oğulcan’ın anlaması çok zor olmamıştı.
- Bu soruya cevap vereyim ama lütfen aramızda kalsın dedi Oğulcan kendini ağırdan satarak.
-Tabii tabii, bundan emin olabilirsin Oğulcan.
- Göksel Hanım’ın maddi durumu benim bildiğim kadarıyla oldukça iyi dedi Oğulcan, kocası şehrin en tanınmış kadın doğum uzmanlarından biri, özel muaynehanesi var, özel bir hastanenin ortağı, 200 dönüm portakal bahçesi var, oturdukları ev kendilerine ait, güzel bir yazlıkları var, ayrıca Göksel Hanım’ın buradan aldığı maaş da oldukça yüksek olmalı. Oğulcan ilk solunu vurmuştu, biraz daha sağ göstermesi gerekiyordu. Ama tabii bu tamamen dışarıdan görünen, atalarımız ne derler bilirsiniz Ahmet Bey, para ile imanın kimde olduğu belli olmaz.
- Tabii canım, orası öyle dedi Ahmet Bey.
- Ayrıca ben onların harcamalarını bilemem, kızlarının eğitim masrafları çok fazla olabilir, düzenli kredi ödemeleri falan vardır belki. Sonuçta büyük başın derdi büyük olur.
- Haklısın Oğulcan tabii dedi Ahmet Bey, düşünceliydi. Bu düşünceli hali Oğulcan’ın çok hoşuna gitmişti. Sağ göstermeye devam dedi kendi kendine.
- Göksel Hanım, çok iyi bir yöneticidir. Mükemmel bir eğitim almıştır. Ekip çalışmasına çok inanan bir yapısı vardır. Mesela ben burada çalışmaya ilk başladığımda beni “bu odaya tek kapı çalarak girerek giren sensin, kapıyı çalmana gerek yok” diye uyarmıştı. Ekibinde çalışanlara yumuşak davranarak geniş yetkiler verir ve onların sorumluluk almalarını sağlar. Çok gerekmedikçe çalışma arkadaşlarına müdahele etmez. Göksel Hanım’ın başında bulunduğu bir departmanda çalışan kişilerin verimleri yüksektir. Oğulcan'ın artık solunu vurması gerekiyordu. Mesela bizim ambalaj satınalma faaliyetlerimiz bence çok başarılıdır. Son zamanlarda departmandaki arkadaşlarımızın ayrılması neticesinde ben de ambalaj satınalmalarımızı yakından inceleme fırsatı buldum ve başarılı operasyonların altında hep Onur Söker’in imzasını gördüm. Onur Bey’e geniş yetkiler veren Göksel Hanım, bunun meyvelerini topluyor işte dedim kendi kendime. Hem departman iyi çalıştığı için Göksel Hanım, hem de işinde başarılı olduğu için Onur Bey kazanıyordu. Kazan kazan politikasının bu başarılı uygulaması, departmandaki herkes için de ekstra bir sinerji yaratıyordu. Yine Göksel Hanım’ın kendisine bağımlı bir sistem yerine, kendisi olmadan da işleyebilen bir sistem kurmuş olması gerçekten takdire şayandır bence. Kendisinin yıllık iznini kullandığı dönemlerde bile departmanın işleri aksamadan yürüyor. Oğulcan’ın sözlerini ilgiyle dinleyen Ahmet Naif’in uçağı kalkmak üzerinde olduğundan bu sohbetin daha fazla uzaması mümkün değildi.
- Samimiyetle bu düşüncelerini benimle paylaştığın için çok teşekkür ederim Oğulcan dedi Ahmet Naif, daha da dinlemek isterdim ama maalesef uçağa yetişmem gerek. Yolun açık olsun. İnşallah hem senin için hem de fabrikamız için hayırlısı olur.

Oğulcan Ahmet Naif’i uğurlarken son kez tokalaşıp öpüştüler. Ahmet Naif havaalanına, Oğulcan da yeğeni Necati’nin yanına, eve gitti. Necati o gün herzamakinden daha şirin göründü gözüne. Annesi’nin yemekleri herzamankinden daha lezzetliydi. How I met your mother dizisini herzamankinden daha çok eğlenerek izlemişti. Herzamankinden daha temiz olmuştu dişleri fıçalandıktan sonra. Herzamankinden daha güzel uyumuştu tüm gece ve herzamankinden daha çok almıştı uykusunu o sabah uyandığında.

İşe gelir gelmez, Onur’a abi bomba gibi haberlerim var, en kısa zamanda Nikotinpark’ta toplanalım dedi Oğulcan. 45 dakika sonra, planlama müdürü Bülent, satınalma sorumlusu Onur ve çaycı Rıfkı ağızlarında yeni yanmış sigaraları ile Nikotinpark’ta Oğulcan’ın anlattıklarını büyük bir ilgiyle dinliyorlardı. Oğulcan sözlerini bitirdiğinde herkes kahkahayla gülüyordu.
- Gerçekten “ambalaj satınalmalarına ilişkin başarılı operasyonlarda hep Onur Söker’in imzasını gördüm” mü dedin diye sordu Onur, kelimesi kelimesine böyle mi dedin?
- Evet, bir sakıncası mı vardı diye gülerek yanıtladı Oğulcan. O ana kadar gülerek tüm bu olayları dikkatle dinleyen Bülent, Oğulcan’a dönerek,
- Sen de az götveren değilmişsin lan Oğulcan dedi. Yine hep beraber gülüştüler. Rıfkı, konuyu değiştirerek Oğulcan’a lafını soktu.
- Yaaaa Oğulcan, sen de az çakal değilsin ama işte futbol bilgin biraz kıt. Noldu dün akşamki Piacenza Sampdoria maçı, ben sana Samdoria’ya oyna, hem oranı da çok iyi demedim mi? Sen ne dedin, ben Piacenza’ya oynayacağım abi dedin. Noldu ? Boruyu yedi tabii evinde Piacenza.
- Valla haklısın abi dedi Oğulcan, iyi ki de ben unutmuşum dün iddaa oynamayı. 6,322 YTL tazminatım azalsa napardım?

Son sözü baş yaran umulmadık taş söylemişti. Nikotinpark’tan fabrika binasına kadar ulaşamıyordu cuntanın kahakahaları ama yine de yeterince şendiler.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Gazete Tadında Günler

Çocuktum, dedem sürekli haberleri izlerdi televizyondan, radyodan ve gazetelerden. Saat 20.00 TRT1 Ana Haber Bülteni dedemin seyretmezse olmaz programıydı. Bir çocuk olarak akşamın en güzel saatinde yatmama bir kaç saat kala bu sıkıcı programı dedemin izliyor oluşuna kızardım. Dede niye izliyorsun bunu diye sorduğumda, dünyada, ülkemizde neler olmuş haberimiz olmasın mı oğlum derdi bana. Ya derdim dede, General Noriega’nın askerlerinden, Tamil Gerillalarından, hergün birbirinin aynısı trafik kazalarından, cumhurbaşkanımızın başbakanımızın konuşmalarından haberimiz olsa nolur olmasa nolur. Aslında dedem de bu rutinin farkındaydı ama değilmiş gibi yapıyordu. Onun hayatı böyle düzenli rutin bir hayattı, bu yaştan sonra kurcalanmaya müsait değildi.

Bizim evde siyaset, haber falan hiç konuşulmazdı. Babam bu tür olayları en ince ayrıntısına kadar gazetesinden takip eder, gazetede okunmadık tek satır bırakmazdı. Ama okudukları ile ilgili yorumları kendi iç dünyasında kalır, bunları konuşmazdı. Televizyon abimle bana kalmıştı. Star 1 kurulunca sayemizde evde haberler izlenmez olmuştu.

Körfez Savaşı bilgisayar oyunu ve simultane çeviri şenlikleriydi benim için. Yavaş yavaş, sürekli es vererek konuşan çevirmenlerin ilginç tonlamalarını taklit eder dururduk. Spor haberlerini saymazsak, haber bültenleri sadece seçim zamanları Demirel, Özal, İnönü polemikleri ile eğlenceliydi. Bir kere üç adam da sıradan konuşmuyordu. Kendilerine özgü tonlamaları, sesleri ve kelimeleri vardı. Binaenaleyh Demirel'in, açık seçik ifade edeyim Özal’ındı. Başkaları kullanmazdı bu kelimeleri. İnönü’nün tonlaması ise başlı başına bir eğlenceydi. Anneannem culuk çıktı yine derdi televizyonda kendisini gördüğünde. Neden bilmem ben hep Özal’ı tutardım. Özal da genelde kazanırdı zaten. Hatta Anap’ın ilk kaybettiği seçimin sabahı uyandığımda anneme sormuştum. Nasıl yani Anap kazanamadı mı, ee peki şimdi nolacak ? Artık ne demekse koalisyon olacaktı ve oldu. Büyüyünce anlarsın haberleri neden izlediğimi derdi dedem ve ben daha büyümemiştim.

Çocuktum, benim özel gündemim vardı. He-Man ile Superman kavga etseler kim kazanırdı ? Çizgi filmdeki Hayalet Avcıları mı yoksa, filmdeki Hayalet Avcıları mı daha iyi avlıyorlardı hayaletleri ? Red Kit neden yalnızdı, niye hiç arkadaşı yoktu ? Rıdvan sakatlıktan kurtulup, yeniden Fenerbahçe’yi yükselişe geçirecek miydi ? Kareem Abdul Jabbar’ın ismi neden Kerim Abdülcabbar değildi ? Lamborghini, Porsche ve Ferrari yarışsalar hangisi kazanırdı ? Maradona hep kazanırdı da, Zico neden kaybederdi ? Bilya oyunundaki kötü gidişe kim bir dur diyecekti ? Sünnetimde Ümit Abi’min İngiltere’den getirdiği şahane bilyeler bir bir elimden kayıyordu.

Sonra lisede başladı ilk Kapitalist – Komunist, Osmanlı – Atatürk tartışmaları. Dezenformasyon ile komplo teorileri ile lisede tanıştık. Bize anlatılanlar yalandı, yanlıştı. İddialar muhtelifti. Ne Bandırma Vapuru öyle pespaye bir gemiydi, ne de Vahdettin satmıştı vatanı. Kurtuluş Savaşı’nda 1. İnönü Zaferi diye anlatılan savaşta karşımızdaki Yunan Gücü 500 – 600 kişiden fazla değildi. Kongrelerde alınan kararlar kongrede konuşulanlarla ilgisizdi. Kararları siyasi duruma uygun bir şekilde Atatürk’ün ekibi yazıyordu.

Biraz daha büyüyünce, Üniversitede bu kez ben deli gibi gazete okuyordum. Okunmadık satır kalmazdı zamanın Yeni Yüzyıl gazetesinde. Sonra eve çıktığımda internette okumadığım gazete kalmaz oldu. Akit’ten tutun (sonradan Vakit oldu) Birikim Dergisine kadar.

22 yaşımdaydım. Bıraktım. O gün bugündür spor haberleri dışında gazete okumam. O gün bugündür siyasete dair tartışmalara girmemeye çaba gösteririm. O gün bugündür oy bile vermem. Fakat bu öyle bir şey ki, pop müzik gibi. Bilinçli bir şekilde hiç dinlemesen bile, bir de bakmışsın ki piyasanın tüm şarkılarını bir şekilde biliyor olmuşsun. Haberin doğruluğundan haberin olmasa da varlığından haberin oluvermiş. Belirlenen gündemlerden, değiştirilen gündemlerden haberin oluvermiş. Eğer kendini kaptırırsan, başkalarının gündemi, bir bakmışsın senin de gündemin olmuş. Sen diye bir şey kalmamış, onun yerine alacalı bulacalı belli bir kalıba sokulmak için formatlanmış anket insanı işgal etmiş bünyeni.

Dün liseden 3 arkadaşım, onların karıları ve ben buluştuk. Gün bir gazete tadında yaşandı gerçekten. Hemen başlarda kısa başlıklarla geçildi nasılsın, iyiyim ya sen sorularına. Oradan çıkacaktı günün manşeti. Ama manşetlik haber bulunamadı. Sayfa küçük küçük 5 6 haberle geçti. Sonra tanıdıkların şaşırtıcı haberleri magazin sayfası ve 3. sayfayı doldurdu. Burada fularların bu sene çok moda olduğunu iddia eden bir köşe yazısı yayınlandı. Bir de sokaktaki bir kızın kıyafetleri üzerinden sınıfsal bir sosyokültürel analiz yapıldı. Ekonomiden bahsedildi, ortaklaşa ev alma projeleri hakkında konuştular. Ben bu projeye katılmadığım için sustum. Fakat kira getirileri – elde edilme maliyetleri rasyosu yüksek yerlere yatırım yapılması fikri herkesçe kabul gördü.

Sonra Okey oynandı. 7 kişiydik. Önce herkes karısıyla beraber oynasın 4. de ben olayım fikri ortaya atıldı. Ben okeyi sevmezdim. Çekirdek çitmek gibiydi okey oynamak. Küçücük bir tat için uğraşır dururdun. Okey taşlarını büyük bir hız ve ustalıkla dizenlerin çekirdek çitmeyi de iyi becerdiklerine dair bir teorim vardı. Ben ikisinde de kötüydüm mesela. Karşımdaki karı kocalara, taşları dizmem ve dağıtmam, sadece oynarım, kabul ediyorsanız oynayayım, yok etmiyorsanız, gelsin biriniz buraya otursun dedim. Kabul etmediler. Kocanın biri çaresizce ayrıldı karısından. Ben de gazetenin dış haber servisi olarak Dünyadan Haberleri veriyordum. Oyunun 4 tarafını iddialarına ve söylemlerine göre derhal isimlendirmiştim. Varşova Paktı, Nato, Avustralya ve Çin. Avustralya tahmin ettiğim gibi sonuncu oldu. En başarılı oyuncu da Nato’ydu.

Oyun bittikten sonra kültür, gezi ve gurme sayfalarına geçildi. Nereye gidilsindi, yemek nerede yensindi. Çeşitli görüşler yer aldı gazete sayfamızda. En son Çiya’ya rezervasyon yaptırıp 1 saat Promete adlı kafeye gitme kararı alındı. Prometede gazetenin eğlence ve sağlık sayfası yapılıyordu. Önce Tabu oynamak için girişim başlatan bir kişi zamanın darlığı gerekçe gösterilerek reddedildi. Sonra Risk adlı Gizli Hedef’in yenisi oyun, Gizli Hedef ile mukayeseli olarak analiz edildi. Bu sırada gelen garsona 2 ayran, 3 elma çayı ve 1 kola siparişi verildi. 7. kişi oruçtu. Elma çayı isteyen üç cengaver elma çayı bekledikleri gibi demleme değil de sallama olunca ve doğal olarak tadı da beğenilmeyince, sıcak su ve şekerin sağlık için çok faydalı olduğuna dair bir köşe yazısı ile gazetenin sağlık köşesini hemen orada oluşturuverdiler. Ayranın da faydaları anlatılırken, kola içen ben yine sustum. Sigaranın, pasif içicilere olan zararları da her zaman olduğu gibi sayfalardaki yerini aldı.

Çiya’da iftar ise tam bir tüketici şikayetleri sayfasıydı. Önce elektronik aletlerin servislerinin saç baş yoldurtan uygulamalarına dair bir haber vardı gazetede. Garantinin aslında hiçbirşeyi garanti etmediğinden bahsediliyordu. Sonra Çiya’nın kötü servisi hakkında geniş bir yazı yayınlandı. Bardağın birinin dibindeki pislikten başladı şikayetler, ekmeğin soğuk ve bayat olmasıyla sürdü. Şikayet karlı bir dağdan aşağı yuvarlanan bir kartopu gibidir. Zaman geçtikçe çığa dönüşür. Çorbanın sıcak gelmediği iddia edildi. İftarın haber verilmemesi ise kartopunu büyüten başka bir şikayetti. Sonra yemeklerin iftar saatinden 15 dakika sonra bile hala gelmemiş olması, fındık lahmacunların ısıtılmış olması ve yeni gelen ekmeğin de soğuk ve bayat olması sonucu oluşan çığ bizim masanın laf sokmalarından bunalan garsonun üstüne düştü. Garson bir sorun mu var diye sorunca, sorusunun altında kaldı. Bağırmadan olmuyordu. Hemen ardından sıcak ve taze ekmek masadakli yerini almıştı. Gecikmeli de olsa yemekler yenip, üstüne bir de katmerler yendiğinde şikayetlerden geriye sadece küçük tortular kalmıştı. Tıpkı gazetede yazılanlar okunup bitirildiğinde akılda kalan tortular gibi.

Yemek sırasında gazetenin ek sayfası da hanımlar tarafından yazılıyordu. Kaynanalara geniş bir yer ayrılmıştı ek sayfalarında. Kimin annesi yılda kaç kere ziyarete gelmişti, kaç gün kalmıştı, buna mukabil kim annesini kaç kez ziyaret etmişti ve kaç gün kalmıştı. Karşılaştırmalı analizin hemen ardından küçük dedikodular, ufak tefek şikayetler yer buldu eklerde. “Ayy ben güllaç yaptım geçen çok güzel oldu” konulu bir köşe yazısının hemen ardından Bayram’da nereye gidileceği ve neler yapılacağı üzerine anket ile röportaj arası bir uzun yazı çıkmıştı.

Yemekten sonra Moda Parkı’na kadar yüründü, yol boyunca spor sayfasıydı yazılan. Galatasaray ilk yarıyı Kocaeli ile 1-1 berabere bitirmişti. ikinci yarıda Galatasaray gollerinin mesajları gelince telefonlara, yazılar daha da bir içerik kazandı. Baros’larla Kewell’larla şenlendi gazetenin spor sayfaları. Hemen köşe yazıları yazıldı. Galatasaray’ın kadrosunun bu sene çok kaliteli olması üzerine, Fenerbahçe’nin güç kaybı üzerine. Güçlü kalemler bir bir patlatıyordu, köşe yazılarını spor sayfalarında. Tartışma olmayınca, gazetede spor sayfalarına az yer ayrılmıştı.

Moda Parkı’na gelindiğinde, siyaset sayfaları nihayet gazetenin en orta sayfalarını kaplamıştı. Ergenekon’dan girildi konuya. Ulusalcı bir yazar Şener Eruygur'un hapishanede düşerek beyin kanaması geçirmesini şüpheli bulduğuna dair bir köşe yazısı kaleme aldı. Aydın Doğan’la Tayip Erdoğan’ın hangimiz daha doğanız tartışmasına geçildi. Amerika’da seçimler konuşuldu. Derin Amerika’dan bahsedildi. Sosyal Güvenlik Yasasının ülkemize neler getireceğine dair meselenin sosyal, ekonomik ve kültürel boyutlarını da kapsayan bir projeksiyon yapıldı. Dini siyasete alet edenler hakkında birkaç haber çıkmazsa olmazdı. Aşırı kârın İslam’a göre caiz olup olmadığı hakkında bir köşe yazısı da vardı. Son olarak yol ve trafik durumuna ilişkin haberlerle gazete sona erdi.

Gün, gazete tadındaydı. Başkalarının gündemini en yüzeysel şekliyle yaşamıştık. Ne yazık ki, özel gündemleri olmayan, kendi gündemlerini ortaya koyamayan bir topluluk oluvermiştik. Durumun vehameti de kimseyi yeteri kadar ilgilendirmiyordu. Çocukken hayat daha eğlenceliydi ve sanırım bunun nedeni çocuk olarak özel bir gündemimin olmasıydı. Kurbağaların tuvaletlerini nereye yaptıkları üzerine bir arkadaşımla saatlerce konuşabilmiştim o günlerde. Ama bugün dayatılmamış hiçbirşey hakkında özel bir konuşma gerçekleştiremiyorum. Kimse içini dökmüyor eskisi kadar belki. Ya da bize özgü olduğunu düşündüğümüz herşey törpülenip yok ediliyordur kimbilir.

Gazete tadındaki günleri güzel günlerden kabul ettiğimiz müddetçe sanıyorum ki; bırakın öykü tadında, türkü tadında, hele hele şiir tadında günleri, dergi tadında günleri bile asla yaşayamayacağız. Hiçbirşeyin derinlerine inmeyecek, hiçbirşeyle gerçekten ilgileniyor olmayacağız. Ruhumuz yavaş yavaş körelecek ve dedem gibi bizler de televizyonda haberleri izlemezsek kendimizi eksik sayacağız.

19 Eylül 2008 Cuma

Bir Haftasonu Hikayesi : Toygar ile Berkant Moda İskelesindeki içki eylemine karışırlar.

Toygar ile Berkant Cumartesi günü geldiğinde yapmak zorunda oldukları bir şey olmadığından öylece kalakaldılar. Öyle evde oturuyorlardı. Ama Toygar güneşleniyorum diyerek buna bir tür tatil süsü ve iş sosu veriyordu. Tam o sırada Berkant’ın kırmızı hattı çaldı. Bu hat sadece Işılsu’ya aitti. Bu hattıın şarjı bitemez, bu hattın numarası kimseye verilemez, dolayısıyla meşgul filan da çalamazdı. Berkant bir sigara paketi, iki cep telefonu, br cüzdan, bir çakmak, ve iki anahtarı neresine koysun, nasıl taşısın bir türlü bilemiyordu. Ama çaresiz bunların tümünü taşımaktaydı. Telefona bir çita gibi yetişti Berkant :

- Yavruuuuuuuum
- Ya yavruuuuuuuum
- Naber ?
- İyidir senden naber ?
- İyi sayılır ama bir eksiklik var
- Aaa niyeymiş o ?
- Valla bilmiyorum. Böyle çayım sigaram herşey tamam, İstanbul da güzel, ama bir eksiklik var.
- Ya sen nerdesin Berkant ?
- Evdeeee
- İşte eksiklik o yavrum. Öyle evde oturursan, tabii eksik kalırsın.
- Ya yavruuuuuuum ! Eksik sensin. Sen
- Haaaaaa sen onu diyorsunun.
- Yaaaaaaaa
- Sen bugün öğlen ne yedin yemekte Berkant?
- Öğlen mi ? O kadar oldu mu ya ?
- Üsküdar’da sabah oldu Berkant, uyaaaaaaaan
- Ya sabah mı öğlen mi bir karar ver yavruuuuuuum
- Ya yavruuuuuuuuuum. Bak ben bugün diyetisyene gittim. Öğünleri kaçırmamak çok önemliymiş.
- Bunu söylesin diye diyetisyene para mı verdin yavrum ?
- Hıh sen hep böyle yapıyorsun Berkant !
- Yavrum ben naptım şimdi yaaa
- Sadece bunu mu söyledi sence diyetisyen ?
- Ne bileyim anlatmıyorsun ki
- Berkant senle hiç konuşulmuyor.
- Ya hem anlatmıyorsun hem de benle konuşulmuyor nasıl iş bu ben anlamıyorum.
- Neyse yavrum konuşmayalım bunları
- Ya yine aynısı. Soktun lafı, sonra konuşmayalım yavrum. Peki konuşmayalım.
- Sen ters tarafından mı kalktın Berkant ?
- Yoooo
- Tamam iyi o zaman. Şimdi benim kapatmam lazım. Müşteriler geldi.
- Hoşçakal yavrum
- Hoşçakal

Toygar “hoş çakal” derken kendi kendine, Berkant çita gibi yetiştiği telefondan süt dökmüş kedi gibi döndü.

- Ya hacı benle konuşulmuyor mu gerçekten ?
- Uffff ! Bu soruları yazılı cevaplayacağım. Sonra onları büyük kartonlara yazacağım. Uçlarına çıta bağlayacağım. Böyle 8 – 10 tane pankartım olacak kanapemin yanında. Sen sordukça uygun pankart havaya kalkacak.
- He he. Çok yalnızım ben atam, çok yalnızım.
- Ben de nedense kendimi Kraliçe’nin sihirli aynası gibi hissediyorum. Hergün, hergün “söyle bana sihirli ayna var mı benden güzeli”. Kraliçem daha dün sordun, söyledim. Dün ile bugün arasında ne kadar çok şey değişebilir ki. Kaldı ki kraliçem üzgünüm ama zaman aleyhinize işliyor. Her geçen gün çıtırlar daha bir çıtırlaşırken siz kartlaşıyorsunuz.
- Lan yeter lan. Bir soru sorduk, sorudan başka herşey hakkında konuştun yaaa.

Berkant eğer süt dökmüş kedi pozisyonunu terkedip çitaya dönüş sürecindeyse, üstüne gitmemeli, sakin sakin evrimini tamamlamasına izin verilmeliydi. Toygar, Berkant’a dolaptaki soğuk sudan içmesi ve derin derin nefes alması gerektiğini anlatıyordu. Bir süre sonra Berkant tekrar ormanların en hızlı avcısı çitaya evrimini tamamlamıştı. Dar geliyordu odalar, evler. Ne olacaksa olsun, bir an önce kaostan düzene geçilsin, roller belli olsun, herkes üstüne düşeni yapsın, şölen başlasın istiyordu. Bu arada sorsanız, düzenden değil kaostan yana olduğunu falan da söyleyebilirdi rahatlıkla.

Toygar desen, o da ayrı bir alemdi. Yemek yemeye bile erindiğinden bir deri bir kemik kalmış, herşeyi yapmak isteyip, herşeyden şikayet eden; sırf 6 ay kış uykusuna yatıyorlar diye cüssesine bakmadan ayılara imrenen; köy de, kasaba da olamadığından kentsel dönüşüm projesine maruz kalmış; Işılsu’ya göre “huysuz ihtiyar”, Berkant’a göre “rasyonel manda”, kendisine göreyse, “teori desen zehir gibi, pratik dersen sallanmakta” bir kemik torbası. Ha bu arada bu Toygar kendini bir tür Cyrano de Bergerac zannettiğinden kendisiyle acımasızca dalga geçer durur. O zaman “estağfurullah”lar, “hiç olur mu Toygar”lar ve “sen aslında …” ile başlayan övgü dolu sözler duyabilmektedir çünkü.

Eylemci Berkant ile planlamacı Toygar, ya da yapan Berkant ile düşünen Toygar, ya da akarsu Berkant ile durgun su Toygar, ya da esnaf Berkant ile memur Toygar, ya da devrimci Berkant ile statükocu Toygar, ya da…

- Toygar hadi dışarı gidelim.
- Ne yapacağız dışarıda ?
- Ne bileyim abi, böyle bir hareket olsun, kalabalık olsun.
- Nereye gideceğiz abi peki ?
- Ya bilmiyorum, çıkalım bir yerlere işte.

Planlamacı Toygar, veri yetersizliğinden planını yapamadı, Eylemci Berkant da adam eksikliğinden eylemiini yapamadı. Oysa basit bir al gülüm ver gülüm meselesiydi. Berkant ne istediğiyle ilgili Toygar’a veriler verecek, Toygar da o verilere karşılık ona enerji verecekti. İşbirliğinden herkes karlı çıkacaktı. Toygar bu tip durumlarda hep yaptığı gibi ne iyi hadi çıkalım o zaman diyordu ne de ya ne yapmak istiyorsun doğru dürüst anlat da çıkalım diyordu.

Bir süre sonra Berkant “hadi oğlum yaaa gitmiyor muyuz ?” dediğinde Toygar artık meseleyi öylece ortada bırakamayacağını anladı : “Hadi Kadıköy’e gidelim, hem kalabalık hem de Moda gibi sakin bir yer yakında.”

Berkant ile Toygar evden dışarı çıktılar nihayet ve sarı dolmuşa binerek Kadıköy’e geldiler. Berkant bir sigara yakmadan hemen önce “Burada sigara içebilirim di mi, Ramazandan mütevellit başımıza bir iş gelmez yani eiy ?” diye Toygar’a sordu. Toygar’ın Kadıköy’de bir şey olmayacağına dair yaptığı açıklamasının hemen ardından keyifle sigarasını tüttürmeye başlamıştı Berkant. Çarşının içinden geçerek, Moda tarafına yürürlerken Berkant’ın aklına bir şey gelseydi, onu yapacaklardı. Ancak Berkant’ın aklına bir şey gelmediği için Moda Parkına kadar gittiler.

Moda İskelesinin önünde bir grup insan eylem yapıyordu. Ne olmuş niye olmuş derlerken Toygar ile Berkant Moda İskelesine doğru gayri ihtiyari ilerlemeye başlamışlardı çoktan. Kalabalığa yaklaştıklarında, bir göstericinin “Şairler, sanatçılar ve aydınlar semti Moda’nın güzelim iskelesinde içki satışının kaldırılmasını şiddetle kınıyoruz. Mesele sadece içki satışının yasaklanması değil, sosyal hayata müdahaledir. Moda’ya Modalılar olarak sahip çıkacağız. Moda’yı yobazlaştırmayacağız. Yasaklara karşı direneceğiz…” diye başlayan sözlerini duydular. Belli ki devam edecekti bu bas ses ama polis hemen yaka paça gözaltına aldı adamı. Berkant hareketi görünce, kendine geldi.

- Toygar oğlum noluyor yaa ?
- Lan bir şey olduğu yok.
- Nasıl yok ya ? Moda’da içki içmek yasak mı ?
- Yok oğlum yaa.
- Eee niye eylem yapıyor bu adamlar ?
- Moda iskelesinde içkili bir restoran varmış eskiden. İskele Büyükşehir Belediye’sinin kontrolünde. Onlar da adamın sözleşmesini yenilememişler. Moda’nın işletmesini de Beltur’a yani belediyenin turizm şirketine vermişler. Malta Köşkü’nü vapurların büfelerini falan da işleten şirket işte.
- Ha belediye iskeleyi restoran olarak kendisi işletmek istemiş yani.
- Evet. Ama Beltur işlettiği mekanlarda içki satmaz.
- Anladım. İskeledeki restoranda içki satılmamaya başlamış yani. E iyi de şuradaki kayalıklarda içemiyorlar mı bira falan ?
- İçebiliyorlar.
- E niye kimse yok peki ?
- Bilmem. Ramazan etkisi olabilir, daha saat erkendir ondan olabilir ya da Moda karışmış diye haberler çıkıyordu. Ondan da olabilir.
- Yani ben şimdi gitsem bira alsam gelsem bu kayalıklarda içki içebilirim.
- Evet ama ben şu anda tavsiye etmem.
- E o zaman nesi yasak ki bunun ? Yobazlıkla ne ilgisi var ?
- Ne biliyim git onlara sor.
- Aman yok kalsın da gel gıcıklığına iskeledeki restoranda oturalım.
- Ya oğlum karışıkmış orası işte, başka yere gideriz.
- Yok abi yook. Alayına isyan, inadına aduuuket.
- Relax Barudi relax.
- Ya gel bir şey olmaz. Şuraya otururuz işte mis gibi.
- İyi lan iyi.

Kalabalığın yanından yavaşça geçip restorana girdiler. Daha iftara iki saat vardı ama restoranda iftar hazırlıkların başlamıştı. Deniz kenarındaki masalar tümüyle boş ama rezerveydi. Bu masalarda hurma zeytin peynirden oluşan, üzerlerine kir, pas gelmesin diye streç naylon geçirilmiş iftariyelik tabakları vardı. Berkant iftara iki saat varken en güzel masalara müşterilerini oturtmayan restoranın yeni işletmesine de gıcık oldu.

- Lan bunlar nasıl olsa birileri iftara gelir diye rezerve edilmemiş masalara rezerve diyor olabilirler mi ?
- Sanmam da belki senin gibi bir manyak deniz kenarındaki 10 masayı gelmeyeceği halde rezerve ettirmiş olabilir.
- Offf süper fikirmiş yaaa ! Burada böyle eylem yapacağıma buradaki adamları örgütleyip sahte rezervasyonlarla burayı Para kazanmaz hale getiririm ya.
- 1 hafta falan etkili olur bu eylemin. Sonrasında bu işi çözerler.
- Nasıl çözecekler abi, her seferinde farklı biri rezervasyon yaptıracak ?
- İsim ve telefon da bırakacak mı ?
- Sahte isim ve yanlış numara verir.
- İşte o zaman rezervasyonu yaptırdıktan 5 dakika sonra ararlar adamı, anlarlar rezervasyonun sahte olduğunu.
- Peki sahte isim, gerçek telefon numarası verirler.
- O zaman da ben restoran işletmecisi olsam, bu telefonla restoranım taciz ediliyor diye savcılığa suç duyurusunda bulunurum.
- Bulunsun. Sonuçta bir şey çıkmaz ki. Rezrevasyon yaptırıp gitmemek suç değildir ki.
- Olsun, polis, savcı filan uğraşır durur sahte rezervasyon yapan adam.
- Şimdi uğraşmıyor mu ?
- Valla pek uğraşmıyor. Sadece bir kişiyi göz altına aldılar.
- Abi o zaman bir hafta rezervasyon eylemi yapsınlar, bir hafta bu eylemi yapsınlar.
- Bak o olabilir. Hatta eylemleri çeşitlendirebilirsen dönüşümlü yaptığın da anlaşılmaz.
Neyse ki tam o sırada Işılsu kırmızı hattan aradı da, kendini anarşik sanan Berkant ile kendini dedektif sanan Toygar’ın muhabbeti sona erdi.

16 Eylül 2008 Salı

Bir İşyeri Hikayesi : Toygar işe gitmek istemiyor.

Gecenin bir yarısı Berkant Efendi eve geldiğinde, gözümden uyku akıyordu. Son bir gayretle Berkant Efendi’yi yattığım yerden gözlerimle selamlamayı düşünüyordum ki, “kalk kalk” dedi, “Ankara’dan alacağın varmış, onu getirdim”. “Tamam, tamam” dedim, “Ben alacağımı aldım” ama nafile. Zorla beni kaldırıp sıkı sıkı sarıldı. Üzerine düşeni yapmış olmanın huzuru ve beni ayağa kaldırabilmiş olmanın mutluluğuyla sırıtarak, yanıma oturdu. Evet tek başına yayıldığım kanapeyi kaçınılmaz olarak Berkant efendi ile paylaşmak durumunda kalmıştım. Kanapede bir dönem iktidar savaşları yaşandıysa da, barış çabucak sağlandı. Çünkü barış için enerji harcanmıyordu. Hiçbirşey yapmadığında otomatik olarak herkes kaderine razı olmuş oluyor, dolayısıyla da barış sağlanıyordu. Ama o gece en son enerjimi Berkant Efendi’nin saat 02.00’nin gecenin bir yarısı olmadığına ilişkin teorisini dinlemeye harcamıştım. Gece 24.00 – 06.00 saatleri arasında yaşanan zaman diliminin adıymış, dolayısıyla gecenin bir yarısı ancak 03.00 oluyormuş, çünkü gecenin iki eşit yarısı olması gerekiyormuş, biri 02.00 ise diğer eşit yarı neredeymiş…

Yatağıma gidip uyuduğumda saat 03.00 idi. Sabah 06.45’te kalkması gereken birisi için erken bir saat değildi. Doğal olarak cep telefonu 06.45’te çalmaya başladığında, telefona tamam ben uyandım ama biraz daha vaktim var o süreyi de yatakta dinlenerek geçirmek istiyorum diyip alarmını kapatırken, 10 dakika sonra kalkmayı umuyordum yataktan. Gözümü tekrar açtığımda saatin 09.30 olduğunu gördüm.

O an hiç de fena olmayan bir fikir geldi aklıma. Neden geç kaldığıma dair bir yalan uyduracağıma, neden işe gidemediğime dair bir yalan uydurursam, işe hiç gitmezdim. Yalan da yine aynı yalandı. Hemen Berkant efendi’yi uyandırıp kendisinden işe gitmemek için güzel bir yalan uydurmasını istedim. Aramızda şöyle bir dialog geçti Berkant Efendi’yle :

- Ya, işe gitmesem ben bugün. Bir yalan uydursam, ne güzel olur
- Süper olur.
- Süper olur da, sağlam bir bahane bulmak lazım.
- Elektrik sayacını sökmüşler, onunla uğraşıyorsun.
- Bütün gün mü sürer o ya, Yap gel derler adama.
- Memlekete gittin. Acil bir iş çıktı.
- Dün akşam belli değildi bu iş, birden bire mi çıktı eiy ?
- Çıkamaz mı ?
- Valla biri ölmediyse çıkamaz ve ben birilerinin ölümünü bu işe alet etmek istemiyorum. Bir arkadaşım geldi dün gece. Hastaneye gitmesi gerekiyormuş. İstanbul’u filan da pek iyi bilmezmiş. O yüzden ona refakat etmem gerekiyormuş.
- Şimdiye kadar en iyisi bu ama, hastanede işler bu kadar uzun mu sürüyormuş ?
- Sürer oğlum ne var bunda ? Yok tahlil, yok röntgen uğraşır durursun.
- İyiymiş. Bu arada sence ben dün buraya çıkarken, arabanın camlarını kapatmış mıyımdır ?
- Kapatmışsınıdr.
- Peki kapatmadıysam nolur ?
- Araban çalınır.
- Yok oğlum arabam ne çalınacak içindekiler çalınır.
- Ne vardı ki içinde ?
- Ya bir sürü poşet içinde kimliği tespit edilememiş bir sürü ıvır zıvır.
- Valla bişey olacağını sanmıyorum.
- Ehh ben yine de bir ineyim hem eşyalarımı çıkarayım, hem de bir bakayım bir şey olmuş mu ?
- İyi tamam.

Berkant Efendi aşağı inerken ben de telefona sarıldım ve çok sevgili şefimi aradım. Şefim etliye sütlüye bulaşmayan, son derece etkisiz, sakin bir adamdı. 20 yıla yakın zamandır aynı işi yapıyordu. Tam bir kanaatkarlık abidesiydi. Kendisinden biraz daha aktif bir performans bekleyen Genel Müdür Yardımcısı tarafından zaman zaman eleştirilirdi. Eleştirildiğinde büsbütün pasifleşen canım şefim, kanaatkar insan bu kısır döngüyü farkedip de bozamıyordu. Pasif olduğunda eleştiriliyor, eleştirildiğinde daha pasif oluyordu.

- Alo Ahmet Bey,
- Ooo Toygar neredesin ?
- Ya abi bir arkadaşımı hastaneye götürmem gerekiyor da ben bugün gelmeyeceğim, Burcu Hanım’a söyler misin ?
- Toygar bence sen Burcu Hanım’ı ara söyle. Geç gelsen sorun değil de, hiç gelmeyeceksen bence Burcu Hanım’a söylemelisin.
- Öyle mi diyorsun abi ? Geldi mi Burcu Hanım ?
- Yok var mı cep telefonu sende Burcu Hanım’ın
- Yok. Ver de arayayım bari
- 555 5678
- Bu nasıl telefon numarası abi ? Amerikan filmi mi bu ?
- Pardon ya 0 532 213 4578
- Sağol abi.
- Sen sağol. Geçmiş olsun.

Tabii benim hesaplarımda bu yoktu. Ben şefim Ahmet Demir ile bu işi halledebileceğimi düşünmüştüm. İş Genel Müdür Yardımcısı Burcu Hanım’a kadar gittiyse, mazeretin daha detaylı düşünülmesi gerekiyordu. Ama Ahmet Demir’e söylediğim genel çerçevenin dışına da taşmamalıydı. Düşündükçe, keşke işe gitseymişim ya, bundan kolaydı düşüncesi beynime hakim olurken, diğer taraftan da bir özeleştiri gündeme geliyordu. Hergün binlerce insanın işe gitmemek için geçerli nedenleri olurken nasıl bunlardan esinlenilerek uygun bir yalan uydurulamazdı ki. Bu nasıl kabız bir beyindi ki.

Berkant Efendi de aşağıdan gelmişti. Hala bahane düşünüyordu işe gitmemek için. Gelir gelmez dedi ki, “bir arkadaşına araba çarptı, çocuk yaralandı, hem seni şahit yazdılar, hem de senin hastanede arkadaşına yardımcı olman gerekiyordu.” Organize işlerdi bunlar, içimize işlerdi bunlar.

Hemen olayın çığrından çıkmak üzere olduğunu anladım ve olayı Burcu Hanım ile bir tür danışıklı dövüşe getirmeye karar verdim. Çünkü Burcu Hanım zeki ve hafızası kuvvetli bir kadındı. Böyle organize bir yalan uydurursanız ve onu iyiden iyiye kandırmaya çalışırsanız, muhtemelen kendisini salak yerine koymanıza izin vermemek için sorular soracak, bu sorulara hikayede boşluk bırakmayacak kadar iyi cevap verebilmek için de iyi bir hikayeniz olması gerekecektir. Elimde böyle sağlam bir hikaye yoktu. Olsaydı da çaprazlamasına iyi sorulan birkaç zekice soru herşeyi ortaya çıkarırdı. Oysa muğlak bir hikayede Burcu Hanım’ın ruh hali agresifse, yani olayı aydınlatmaya yönelik sert sorular sormaya başlaması halinde hemen salağa yatarak, “Haklısınız Burcu hanım, ben bunu hiç düşünememiştim. Ben dediğiniz gibi işlerimi en kısa sürede halledip hemen işe geleceğim. Yardımlarınız için çok teşekkür ederim.” diyebilirdim. Burcu Hanım’da geçici oyuncak zaferinin verdiği rehavetle daha fazla üstüme gelmezdi.

Bu, en kötü senaryoydu ve benim asıl düşündüğüm başkaydı. Böyle basmakalıp bir yalan uydurduğumda, Burcu Hanım yalan söylediğimi derhal anlayacaktı ve yalanla uğraşacağına, bana kafadan izin verip vermemenin hesaplarını yapacaktı. O zaman ya diyecekti ki, “ama Toygar bugün çok önemli işlerimiz var. Hemen halledip gel.” ya da “Tamam Toygar. Sen bugün gelme.” İşte bu iki ihtimal arasında da sen gelme Toygar demesine daha yüksek ihtimal veriyordum. Zira bir gün için elemanı ile zıtlaşmak işine gelmezdi Burcu Hanım’ın. Ayrıca bir gün için mücadele etmesi, elemanına alt metin olarak sen vazgeçilmezsin mesajı verirdi ki Burcu Hanım, bu mesajı vermeyi hiç istemezdi.

Tüm bu olasılıkları, etkenleri titizlikle değerlendirdikten sonra Burcu Hanım’ın önüne yalan olduğu besbelli bir hikaye atıp dikkatleri yalanın kendsiinden uzaklaştırıp, Burcu Hanım ile aramdaki amir memur ilişkisine çekmeye karar verdim. Belli ki bugün işe gitmek istemiyordum. 4 senede ilk defa böyle bir şey söylüyordum. Burcu Hanım da kasmasındı, yesindi bu yalanı. Aradım kendisini ve şefime söylediğimin aynısını ona da tekrarladım. Burcu Hanım yaklaşık 2 saniye durakladı ve tamam sen bugün gelme dedi. Burcu Hanım, o 2 saniyede tüm bu benim düşündüklerimin benzerlerini düşünüp, benimle aynı çıkarımı yapmıştı. Kasmamıştı. İşte buydu ve tatil başlasındı.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Bir İşyeri Hikayesi : Toygarlar ve Pınarlar

Toygar Lodosoğlu, büyük bir tekstil şirketinin uluslararası satınalma bölümünde çalışıyordu. O sabah işe biraz geç gelmişti. Sabah 09.30 gibi telefonu çaldı.

- Efendim.
- Toygar Bey, merhaba ben Pınar.
- Merhaba
- Nasılsınız daha uyanamamış gibisiniz.
- Evet tam uyandığım söylenemez. Siz nasılsınız ?
- İyiyim ben de sağolun. Toygar Bey, bir müşterimizin Faruk Tekstil’de 25 m. kumaşı var. Onlar metraj az olduğu için göndermiyorlar. Kumaşı alıp bize gönderebilir misiniz ? Parasını ben buradan öderim.
- Ne kumaşı ?
- Kodunu söyleyeyim.
- Ya ben anlamadım. Faruk Tekstil kim ?
- Sultanhamam’da ya Toygar Bey.
- Haaaaa
- Not alıyor musunuz ? Kumaşın kodunu söyleyeyim.
- Siz bana bir e-mail atın ben de ona göre halledeyim.

Toygar, uluslararası satınalmalardan, yani ithalatlardan sorumluydu. Ama çalıştığı şirkette zaman zaman alakasız işler yaptığı da olurdu. Ama 25 m. ile uğraşmak hiç başına gelmemişti. O, 100,000 m.’lerle ilgilenirdi. Telefonu kapatırken, kendi kendine “bu ne yaaa” dedi ama mail gelince ilgili kişilere yönlendirip bu işten kurtulacağını düşünerek kendisini rahatlatırken, bu işi yönlendireceği kişinin adı geldi aklına : Toygar Soysal.

Toygar olayı o anda çözdü. Mail filan gelmeyecekti. Pınar Hanım, santraldeki görevliye Toygar Bey ile görüşmek istediğini söylemişti. Santral de Toygar Soysal yerine, Toygar Lodosoğlu’na bağlamıştı telefonu. Toygar Lodosoğlu, Toygar Soysal’ı arayarak, durumu anlatıp kendini bu işten kurtaracağını sandı. Telefonu açtı ve Toygar Soysal’ın numarasını tuşladı.

- Buyrun ben Tayfun,
- Ben de Toygar.
- Müşerref oldum.
- Lan amma yanar döner adamsın.
- Ne diyon yaaa
- Müşerref diyorum kadın ismi, kadın mı oldun ?
- Ha ha ha. Çok komik.
- Toygar Soysal yok mu abi ?
- Yok.
- Nerede ?
- Yıllık izinde.
- Yani bugün hiç mi gelmeyecek ?
- Abi sen yıllık izine çıktığında şirkete uğrar mısın ara sıra şirkete ?
- Manyak mıyım lan ben niye uğrayayım ?
- Başka bir cevap lazım mıydı ?
- Yok canım sağol.
- Sen de sağol.

Tayfun şirketin güvenlik görevlisiydi. Espirili ve zeki bir tip olduğundan, Toygar muhabbet ederdi fırsat bulduıkça Tayfun ile. Toygar telefonu kapattıktan sonra yaşanan olayı kendi kendine özetledi :

“Pınar diye biri beni Toygar Soysal sanarak konuştu. Ben ona mail atmasını söyledim. Pınar Toygar Soysal’a mail attı. Toygar Soysal yıllık izinde mailden haberi yok. Ben Pınar kim bilmiyorum. Pınar hem aradı hem mail attı, içi rahat kumaşı bekliyor. Ben birşeyler yapmazsam kumaş gitmeyecek.”

Toygar bu olayın sonunda kumaş gelmeyince kendisinin fırça yeme olasılığını hesaplamaya başladı. “Pınar suçsuz, hem aradı, hem mail attı. Toygar Soysal suçsuz, adam yıllık izinde. Ben suçsuzum, mail gelmedi. Ayrıca ben ne bileyim beni Toygar Soysal sandığını.” diye düşündü kendi kendine. Ama kumaş gitmeyecek, müşteriye kumaş teslim edilemeyecekti. Hesap soran patron sahnesi gözünde canlandı. Dikkatlice hepsini dinleyen patron, sonunda ben anlamıyorum ya, bir işi beceremiyorsunuz diye başlayan fırçasını 5 dakikalık bir tirad ile noktalıyordu canlandırdığı sahnede.

Huyu kurusun Toygar da biraz iyi niyetli bir tipti. Hafiften mükemmeliyetçilik de vardı. Olayı tekrar düşündüğünde, bu durumun fırça ile noktalanmasını önleyebilecek bilgilere sahip tek kişinin kendisi olduğunu gördü. İyi de kimdi bu Pınar ?

Pınar, müşterisinden bahsettiğine göre ve 25 m. kumaşla uğraştığına göre mağazacılık yapıyor olmalıydı. Şirketin mail adreslerinin kayıtlı olduğu adres defterini açtı. 3 tane Pınar vardı. Biri İnsan Kaynakları'ndaydı. Onu tanıyordu o olamazdı. Diğeri fabrikadaydı, fabrikada kartelacılardan başka kimse 25 m. kumaşla ilgilenmezdi. Kartelacı da müşterimiz falan deyip müşteriyi sahiplenmezdi. Son Pınar Florya Mağaza Müdürüydü. Bingo dedi Toygar ve Pınar’a mail attı :

“Pınar Hanım,

Sultanhamam’da bir yerden mal alınacak diye sizinle telefonla görüştüysem, sanırım bir yanlış Toygar vakası olmuş. Toygar Soysal ile beni karıştırdınız sanırım. Toygar Soysal de bugün izinliymiş. Bilginize…

Saygılarımızla,

Toygar Lodosoğlu”

“Oh be bu işten de kurtuldum” diyen Toygar, yanıldığını henüz bilmiyordu. 10 dakika sonra Pınar’dan cevap geldi :

“Toygar by
Toygar soysalla telefonde görüştüm.maıl sıze nasıl düştü anlamadım.toygar soysala gıtmıs cunku
Rıca etsem kendısıne ulastırır mısınız
Gondermıs oldugum maılı
Tesekkurler
Iyıçalışmalar dılıyorum


Pınar Valizade
Florya Mağaza Müdürü”

“İmlaya dikkat etmiyor, özensiz ve kendinden çok emin. İşte şirketimin bir mağaza müdüründe aradığı tüm özellikleri bünyesinde taşıyan biri” diye düşündü Toygar gülümseyerek. Pınar’ın telefonda konuştuğu kişinin Toygar Soysal olduğundan şüphe etmediğini, ama yanlışlıkla maili yanlış Toygar’a gönderdiğinden şüphe ettiğini anladı. Pınar “Gönderilmiş Öğeler”den bunu kontrol etmiş ve yanlış göndermediğini anlamıştı. Bu durumda bile konuştuğu kişinin Toygar Soysal olduğuna olan inancından şüphe etmeyen Pınar, Toygar’ın söylediklerini de okumamıştı. Zira okumuş olsaydı, Toygar’ın zaten bu olayı Toygar Soysal’a ulaştırmaya çalıştığını ve böylelikle Toygar Soysal’ın izinde olduğunu öğrendiğini anlayabilirdi. Ya da en azından Toygar Soysal’ın yıllık izinde olduğunu anlayabilirdi, fakat hala ulaştır mailimi diyordu.

Toygar bunun üzerine, belki de Toygar Soysal yıllık izinde değildir, Tayfun yanlış biliyordur ve gerçekten Pınar aldığı mailden sonra Toygar Soysal ile tekrar görüşmüştür diye düşünerek Toygar Soysal’ı tekrar aradı.

- Buyrun Ben Tayfun
- Toygar Soysal
- Yıllık izinde dedik ya abi.
- Dönmemiş mi daha ?
- Ha ha ha seni de bugün çok geyik gördüm abi ya.
- Neyse boşver. Kendine dikkat et.

Toygar, cep telefonuyla Pınar’ın Toygar Soysal’a ulaşmış ve yine de gerçekten Toygar Soysal ile görüşmüş olabileceğini düşündüyse de, hemen vazgeçti. Çünkü Toygar Soysal, çok üst düzey bir şirket yöneticisi aramadıkça, yıllık izindeyken kılını kıpırdatacak bir insan değildi. Toygar Pınar’a cevap verdi :

“Pınar Hanım,

Toygar Soysal ile görüşmediniz. Sorun da orada zaten. Benimle görüştünüz. Mail de bana gelmedi. Ben telefonu kapattıktan sonra sizin Toygar Soysal ile görüştüğünüzü düşündüğünüzü anladım. Toygar Soysal’a iletmek için kendisini aradım. Fakat kendisi yıllık izindeymiş bugün. Ben de bu durumda sorun çıkmasın diye adres defterinden Pınar Hanımlara baktım. Adres defterinde de çok fazla Pınar Hanım yoktu. Tahmin etmek zor olmadı.

Saygılarımızla,

Toygar Lodosoğlu”

Toygar, mailin hazmedilmesini, olayın anlaşılmasını bir süreliğine beklerken, telefonu çaldı.

- Efendim.
- Toygar Bey, Ben Pınar (gülerek). Olayı şimdi anladım. Ama ben santralden Toygar Soysal’ı istedim. Karşıma siz çıkınca da direkt devam ettim. Santralin hatası yani.
- Pınar Hanım önemli değil. Ben yanlış anlaşılma olmasın diye size mail attım. Önemli olan, talep ettiğiniz kumaş size gelmeyecek. Başka bir çözüm bulmanız gerekecek.
- Siz yardımcı olsanız Toygar Bey, kimi arayayım ben kime söyleyeyim ?
- Tamam peki Toygar Soysal’a attığınız maili bana gönderin ben halletmeye çalışacağım.

Toygar, Pınar siz yardımcı olsanız dediği anda, iki şey düşündü.

A. Ben de bilmiyorum ki, siz isterseniz bir de Tayfun Bey ile görüşün, Toygar Soysal’ın telefonlarına o bakıyor. Belki yardımcı olur de çık işin içinden. Hem de Tayfun’un tepkisini sonra ondan dinlerim komik olur eğleniriz.

B. Oğlum bu iş bir şekilde seni buldu, kaçamazsın artık. Madem ki iti öldürdün, sana sürükletirler.

B şeçeneğini seçen Toygar’a mail gelince, birkaç kişiyle konuşarak olayı halletti. Kumaşı aldırıp mağazaya göndertti. Başına gelen bu kıssadan hisseler çıkarmayı da ihmal etmedi :

1. Herşeyi anlamaya çalışırsan ve anlarsan keyifli bir hikayen olur.
2. Keyifli bir hikaye bedelsiz olmaz. Bedeli neyse ödersin.
3. Kadim doğrulara dikkat et. İti öldürene sürükletirler lafından alacağın hala çok ders var.
4. İş yerinde iyi niyetli olan çok çalışır.
5. İş yerinde iyi niyetli ve zeki olan daha çok çalışır.

8 Eylül 2008 Pazartesi

İtiraf : Biçimde bir yenilik arayışı

Taylan ile Harun’un uzun yıllara dayanan bir arkadaşlıkları bulunmaktadır. Zamanla Taylan’ın güzel karısı Nilgün ile Harun arasında bir yakınlaşma başlar ve bu bir aşka dönüşür. Nilgün Harun’dan bu aşkı Taylan’a alatmasını ister fakat Harun en yakın arkadaşına yaptığını en yakın arkadaşına anlatmaktan çekinir. Bunun üzerine Nilgün, Taylan’a olanları anlatır. Taylan intihar eder. Harun ile Nilgün beraber yaşamaya başlarlar. Ancak yaşananlar nedeniyle, Harun, Nilgün’ün gözünde korkak ve pasif; Nilgün’de Harun’un gözünde orospudur. Mutluluk bu iklimden de çıkmaz. Nilgün, Harun’u aldatır fakat bunu Harun’a söyleyemez. Harun da aldatıldığını bilmekte, fakat itiraf beklemektediir. Şiddetli kavgaların ve duygusal patlamaların sonunda Nilgün Harun’u terkeder. Harun intihara teşebbüs eder ama başaramaz. Nilgün ise uğruna Harun’u aldattığı adamla beraber yaşamaya başlar. Harun’un intihara teşebbüsü ve diğer olaylar duyulunca, patronu Nilgün’ü işten kovar. Nilgün’ün beraber olduğu adam evli çıkar ve adamın 2 çocuğu vardır. Adamın karısının yakınları, Nilgün’e ve adama şiddet uygularlar. Nilgün bunları da göğüsler. Bu arada adam da işsiz kalır. Son olarak adamın 12 yaşındaki kızı annesini aldatıp Nilgün ile yaşadığı için babasına çok ağır bir mektup yazarak intihar eder. Adam kızının intiharının sorumluluğunu da Nilgün’e yükleyince, Nilgün bu adamı da hem de ondan hamileyken terk eder. Ailesinin yanına gider fakat ailesi de Nilgün’ü kabul etmez. Nilgün’de bir gecekonduya yerleşir ve gündelik ağır işler yaparak geçinmeye çalışır. Harun ise Taylan’ın intiharı ve üstüne bir de Nilgün’ün kendisini terketmesiyle, hayatı anlamsız bulmaya başlar. Bu sırada, Nilgün’ün başına gelenleri ortak bir tanıdıkları vasıtasıyla öğrenir. Sonunda Nilgün’ü de yanına alıp herşeyden kaçıp, herşeye yeniden başlamak için Güneydoğu’da bir baraj inşaatında mühendislik yapmaya karar verir.

İtiraf filminin hikayesi budur, ancak bu trajik hikaye filmde böyle anlatılmaz. Film Nilgün’ün Harun’u aldattığı yerden başlar, Nilgün terkettikten sonra da Harun’un yalnız hikayesi anlatılır ve en son Harun’un gecekonduda bulduğu Nilgün’den kendisiyle beraber Güneydoğu’ya gelmesini istemesiyle biter. Peki Taylan ile Nilgün’ün hikayesi, Nilgün ile Harun’dan sonraki sevgilisinin hikayesi nasıl anlatılır izleyiciye ? Üstünkörü ve 3. ağızlardan.

Taylan ile Nilgün’ün hikayesi, vicdan azabı çeken Harun tarafından ağlaya ağlaya Taylan’ın annesine ve kardeşine anlatılır. Harun gecikmiş itirafında bulunur ve doğal olarak hiç hoş karşılanmaz. Nilgün ile 3. adamın hikayesi ise, Nilgün’ün arkadaşı Nermin tarafından, Harun’un ortağı Süha’nın karısı Ayşe’ye ve Ayşe tarafından da Harun’a anlatılır.

Peki eski Yunan tragedyalarını aratmayacak bu hikaye neden dört başı mamur bir şekilde giriş, gelişme sonuç şeklinde anlatılmaz da herşey yarım yamalak ve karman çorman anlatılır ?

Çünkü artık dünya böyledir. Tüm dünyada olan bitenden anında haberiniz olur ama asla tam hikayeyi de bilemezsiniz. Olimpiyatlarda Elvan Abeylegesse 2 gümüş madalya kazanmıştır. Bunu bilirsiniz ama Elvan’ın Etiyopya’lıyken nasıl ve neden Türk olduğunu, neler hissettiğini, olimpiyatlara nasıl hazırlandığını falan bilmezsiniz. Rusya Osetya’ya saldırmıştır, bunu bilirsiniz ama Osetya nasıl bir yerdir, neden Ruslar saldırmıştır bunu bilemezsiniz. Her yer bilgi doludur, isteseniz de bilgiden kaçamazsınız ama tam bilgiye de asla ulaşamazsınız. İletişimsizlik ve dezenformasyon her yeri kaplamıştır.

İtiraf, mevcut kurgusuyla yabancılaşma olgusuna da göndermeler yapar. Bu denli trajik bir hikayeyi izleyiciyi hiç duygulandırmadan, ağlatmadan anlatır film. Zeki Demirkubuz, çok büyük bir rahatlıkla Nilgün’ü kurban yapıp, onun acıklı hikayesiyle sinema salonlarını gözyaşı sellerine de boğabilirdi. Türk sinemasının yerleşik izleyiciyi ağlatma geleneğine de bir tepki olarak değerlendirilebilir film. Ancak Zeki Demirkubuz’un asıl yapmak istediği sanırım gerçeklikle sağlam bir bağı olan bir film çekmekti. Zira pek çoğumuz ister istemez dünyada olan bitene yabancılaşmış duyarsız insanlar haline gelmekteyiz. Bu, bazı izleyiciler için hiç şüphesiz filmin bir zayıflığı olarak değerlendirilecektir. Diyeceklerdir ki, filmin içine giremedik, filmde yaşananları hissedemedik. Ama yönetmenin tam da yapmak isetdiği şey budur. Öyle olmasaydı, film Taylan ile Nilgün’ün ilişkilerinden başlar, Taylan’ın intiharı izleyiciye izlettirilirdi. Taylan’ın fotoğrafının yöntemenin kendisinin fotoğrafı olması bu açıdan çok manidardır. İzleyiciye ben aslında tüm hikayeyi detaylarıyla biliyorum ama size böyle sundum mesajı vermektedir. Bu bilinçli bir biçim arayışıdır şüphesiz ve bana kalırsa hikayenin biçim açısından gerçeklikle oldukça sağlam bir bağı vardır.

Klasik edebiyatta (Burada klasik kelimesi Klasisizme ait anlamında değil ne okuyorsun sorusuna Klasikleri okuyorum diyen birinin kullandığı anlamda Klasisizm, Romantizm, Realizm, Naturalizm gibi akımların hepsini kapsayacak bir şekilde kullanılmaktadır.) hikayeler detaylı mekan ve insan tasvirleriyle, hiçbir soruya, boşluğa mahal vermeksizin anlatılır. Okura kapalı bir dünya sunulur. Okurun, kendisine sunulan herşeyin nedensellikle ve mantıkla sarmalandığı dünyada kendi açılımlarını yapmasına mani olunur. Dünya ne kadar kapalı, hikayede boşluk ne kadar azsa, eser o kadar edebidir. Ama eserin kurgusal dünyasının gerçeklikle ilişkisi, eser naturalist bile olsa aslen zayıftır. Yani temelde klasik edebiyat eserlerinde kurgusal dünyanın romantikliğinden, realistliğinden bahsedilebilir; fakat ne kadar iyi kurgularsan kurgula, kurgulanmış bir dünyanın gerçeklikle ilişkisi zayıf olacaktır.

Bu açıdan bakıldığında Türk Sinemasında klasik hikayelemeye bir tepki olarak değerlendirilebilir İtiraf’taki biçim arayışı. Diğer taraftan klasik edebiyata tepkisini de klasik kalıpları kullanarak ortaya koymaktadır. Örneğin filmde zaman, tüm karmaşıklığına rağmen klasik bir biçimde akar. Yaşanmış ama izleyicinin hiçbir fikrinin olmadığı bir olayın etkilerini izlerken bile flashback gibi flash forward gibi teknikler kullanılmamakta, bunun yerine klasik kalıplar içerisinde birileri geçmişi anarken, dertleşirlerken hikaye hakkında fikir sahibi olunmaktadır. Yani zaman hem doğal akmakta, hem de hiç doğal akmamaktadır. Bu da quantum fiziğiyle uğraşan fizikçilerin popüler bilim kitaplarından alınmış bir cümle gibi oldu ama filmdeki zaman gerçekten böyle. Filmin son cümlesi de bu açıdan manidar :

“Hiçbirşeyin geçtiği yok, geçen sadece zaman.”

Peki Harun en yakın arkadaşının karısıyla ilişki yaşamayı kendisine yakıştırır da bunu en yakın arkadaşına itiraf etmekten neden çekinir ? Korktuğundan mı ? Korkacak bir şey yoktur. Pasifliğinden mi ? Harun pasif silik biri değildir, başarılı bir mühendistir. Çünkü işin içine toplumsal ilişkiler girdiğinde söz, eylemin önündedir. Maslow ihtiyaçlar hiyerarşisine göre en alt düzeydeki temel ihtiyaçlar karşılanmadan, daha yukarıdaki sosyal ihtiyaçlar insanın gündemine gelmez. Örneğin evsiz barksız aç bir adam temel ihtiyaçlarını karşılayamazken umurunda bile olmayan sosyal itibar, hırsızlık yaparak temel ihtiyaçlarını karşıladığı anda gündeme gelir. Bu nedenle adam hırsızlık yaptığını toplumdan gizlemeye çalışır. Hırsıza hırsız demek hakaret gibi algılanmaya başlar. Ne gariptir ki, toplumun birey üzerindeki etkinliği arttıkça, birşeyleri itiraf etmek de o kadar zorlaşır. Film bu açıdan bakıldığında bireycidir de.

Afişine yazılmak üzere filmin cümlesini bana yazdırsalardı “Sap döner, keser döner, gün gelir, hesap döner.” yazardım. Şöyle ki, Nilgün Harun’dan yaşananları Taylan’a itiraf etmesini istedi. Harun yapamadı ve Taylan intihar etti. Harun Nilgün’den kendisini aldattığını itiraf etmesini istedi. Nilgün yapamadı ve Harun intihara teşebbüs etti. Yani aynı hikayenin içinde hem Harun hem de Nilgün insanı intihara yönelten itiraf olgusunun hem öznesi hem de nesnesi oldular. Ötekinin halini bizzat yaşayarak öğrendiler.
Demek ki neymiş ? İtiraf intihar ettirirmiş kardeşim.

5 Eylül 2008 Cuma

Bir martı, bir yaşlı teyze, bir böbrek hastası, bir alt geçit ve geçitten hergün geçen 500,000 kişi

Bir martı, boğazdaki suyun içindeki mısır kabuğunu alıyor, ağzına 2 metre gitmeden düşürüyor. Taşıyabileceğinden büyük, almaya çalıştığı mısır kabuğu. Ayrıca rüzgarda savruluyor. Ama martıya farketmiyor. Tekrar alıyor, tekrar düşürüyor. Tekrar ve tekrar.

Bir yaşlı teyze, Eminönü’ndeki tramvay alt geçidinde ayağında sünger ayakkabı, gözünde en az çerçevesi kadar kalın camlı bir gözlük, önünde bir karton kutu, üzerinde kağıt mendil, yara bandı ve sakız satmaya çalışıyor, gün boyu ayakta. Kazandığı para neye yeter, o kadar saat ayakta nasıl durur ? Bilemiyorum. Tekrar ve tekrar her gün o alt geçitte sakız, yara bandı ve kağıt mendil satıyor.

Yaşlı teyzenin hemen yanında yaşlı bir amca, kaval çalıyor. Kavalın sesi pek çıkmıyor, o kalabalık ve gürültülü alt geçitte. Bu amca da sanırım böbrek hastası. Sırtını alt geçidin duvarına vermiş oturuyor öylece. Gelen geçen arasında gören, farkeden pek az.

O alt geçitten bir dakikada en az 500 kişi geçiyor. Bir günde belki 500,000 kişi. Makine düzeninde hızlı adımlarla bir yerlere yetişen yüzlerce kişi. Merdivenlerden hızlıca inen, hızlıca yürüyen, merdivenlerden hızlıca tırmanan, insan trafiğine takıldıklarında sinirlenen, o alt geçidin ortasında durup sağına soluna bakarak trafiğin hızını kesen turistlere kızan yüzlerce kişi.

O alt geçitten hafta içi hergün iki kez ben de geçiyorum. Ben de aceleci adımlarla, sinirli sinirli anlamsızca bir yerlere yetişiyorum.

Tekrar ve tekrar. Hafta içi hergün.

Hayır, beni martıyla, yaşlı teyzeyle ya da kaval çalan amcayla özdeşleştiresiniz diye yazmıyorum bunları. Ben sadece bu anlamsız aceleye, anlamsız sinire, anlamsız yabancılaşmaya dikkat çekmek istiyorum.

Yabancıyım çevreme. Gezdiğim yollar, gördüğüm insanlar bana hiçbirşey ifade etmiyor.

İşime yabancıyım. Yaptığım hiçbir iş bana manevi tatmin vermiyor. Zaten işleri 64 parçaya bölüp her parçadan birini sorumlu tuttuğunuzda, 64 kişinin her biri de sadece kendi sorumluluk alanıyla ilgileniyor. O zaman da hiçkimsenin işin bütünü hakkında bir fikri olmuyor. Bir işi iyi yapmak, kötü yapmak anlamını yitiriyor. Çünkü 64 kişinin çalışmasından çıkan üründe iyilerin de kötülerin de sahibi bilinemiyor. Herşey birbirine karışıyor. Çuvallandığında da, başarıldığında da her kafadan bir ses çıkıyor.

Ustalar gittikçe azalıyor. Mesela tek başına bir ahşap evi sıfırdan inşa edecek kabiliyette İstanbul’da sadece bir dülger kaldığına dair bir haber izlemiştim. Bütün ahşap tarihi eserleri ona restore ettiriyorlardı ve arkasından bu işleri yapabilecek hiçkimse yoktu. Oysa adamın kazancı da gayet iyiydi.

Tam rekabet piyasasının geçerli olduğu dünyada hiçbir işte uzun vadede aşırı kar elde edilemezdi. Zira uzun vadede, o işe yeni girişler olurdu ve aşırı kar azalarak normal karda dengeye gelirdi. Ütopya işlemiyordu. Adam tekti, ama yeni dülgerler çıkmıyordu.

Ve İstanbul’un tek dülgeri sokaklarda hızlı yürümüyor, anlamsızca bir yerlere yetişmeye çalışmıyordu. Restorasyon projesinin mimarı ile eşsiz tecrübesini paylaşarak ortaklaşa uygulama projesi yapıyor, sonra da uygulamasına geçip mimar ile mutabık kalıyordu. Projenin bütünü hakkında, hatta tasarımı hakkında söz sahibi olan dülger de yaptığı işe yabancı kalamıyordu.

Bu anlamsız aceleye, telaşa dur demenin yollarını bulmalı.

2 Eylül 2008 Salı

“Adam”ın En Eski Projesi : Tavlama

Bakırı topraktan çıkarıp, ateşle eritip, içine su katarak tavlayıp, daha önceden hazırladığı kalıplara döküp, hava ile soğutarak faydalanan “adam”.

Kadının içindeki cevheri toprak bedeninden çıkarıp, aşk ateşi ile eritip, cool duruşuyla tavlayıp, düşlerindeki kadının kalıbına döküp, havadan aldığı nefesin verdiği zamanla soğutarak faydalanan yine “adam”.

Bakırı da kadını da iyi tavlayamadığından kıran “beceriksiz adam”.

Bakırı da kadını da iyi tavladığından ömür boyu faydalanan “adam gibi adam”.

Bakırı da kadını da olduğu gibi kabul edip dönüştürmeye çalışmayan da benim gibi “aylak adam”. Armut piş ağzıma düş.

Projesiz üretim olmaz. “Adam”ın en eski projesi tavlama. “Adam gibi adam” arayan kadınlara duyurulur.

Aylaklarsa aslında gerçek aşıklardır. Çünkü potansiyele değil varolana aşık olmuşlardır.