27 Kasım 2008 Perşembe

Neden yazıyorum

Hayır, ben hiç yazıp da rahatlayanlardan olmadım. Günah çıkarmalara, itiraflara hiç inanmadım. Kendime ait anlattığım derin sırlarım, muazzam ikilemlerim de yok burada. Yazıp, hayal dünyalarına kaçanlardan da olmadım. Zaten pek fantastik bir hayal dünyam da yok. Birilerine bir şeyler anlatmak da çoğu zaman yazmamın amacı olmadı. Birilerine birşeyler anlatacak kadar bilgili değilim zaten. Birileri okusa hoşuma gider tabii, ama birileri okusun diye de yazmıyorum. Zaten kimse de okumuyor. Yazma eylemini sevdiğimden yazıyor da değilim. Peki neden yazıyorum ?

Sanırım yazıyor olmamın en temel nedeni, elle tutulur gözle görülür üretimlerim olmasını istiyorum. Çünkü 31 senede bu hayatın bana öğrettiği en önemli mutluluk sırrı, üretmektir.

Hani vardır ya bir şiirden “akşamın bahçesine kaçtı sarı topum” mısrasını okursun da hızla, geçemezsin. Çocukluğun gelir aklına, oynarken komşunun bahçesine kaçar topun ya bazen, komşu da aksidir bahçesinde gül yetiştiren, onların üzerine titreyen. Alamazsın o topu ve oyun da biter ya o zaman. Sonra annen camdan seslenir ya, oğlum gel artık eve der, akşam oldu. Akşamları eve geç gidebiliyor olma hakkının büyümeyle kazanıldığı gelir ya akla. Akşamlar tekin değildir ya, gündüz gözüyle yapılmaz ya kötülükler. Hani sonra anlarsın ya kaçan sarı topun güneş olduğunu. Güneşin çağrışımları, akşamın, kaçmanın çağrışımları üşüşür ya zihnine. Beş kelimelik bir mısradan sen kelimelerce fikir çıkartırsın ya. Ya da bir film izlersin ya, filmin baş kahramanının adı dikkatin çeker ya durduk yerde, aşık olduğu çocuğun ismi de biraz gariptir. Havva Adem isimli kızın Devrim Kansız’a aşkıdır ya anlatılan. İnsanoğlunun kansız devrime olan aşkının başına ne işler açtığını izlemeye başlarsın ya o dakikadan itibaren. Alt hikaye yakalamışsındır ya üst hikayenin yorganının altında uyuyan. O zaman film bambaşka bir yere gelir ya senin için. Ya da bir maçı izlerken, empati kurarsın ya takımın hocasıyla, neyi niye yaptığını anlamaya başlarsın ya. O zaman izlediğin maç daha anlamlı olur ya. İşte üretim dediğim, bunun gibi şeylerdir, ille oturup dört başı mamur roman yazmaktan öte. Ürettikçe mutlu olduğumu fark ettim ben ve bunların içimde kalmasını istemedim. Dahası düşünceler beyninde hızla işlem görürken saçmaladığını anlayamazsın bazen. Yazdığında tutarlı bir hale gelir fikirlerin ve aktarılabilir olur başkalarına.

Çocukken top oynarken öyle bir hareket yaparsın ki bazen, sen bile şaşırırsın yaptıktan sonra. Kafanda tekrarını izler durursun pozisyonun. Bir tür performans sıçraması yapmışsındır durup dururken. İşte bu yazarken de olur bazen. Bazen sen bırakırsın kendini, sen yazıyı değil, yazı seni yazar. Sonra yazının yazdığı seni okursun da vay bee dersin. O anları artırmak için yazıyorum, o performans sıçramalarını hissedebilmek için.

Okumayı sevdiğim için yazıyorum. Bazen kısacık bir yazı okursun, yazı beynine yerleşir, arka taraflarda bir yerde harmanlanır durur, sen fark bile etmezsin, işindesindir gücündesindir. Sonra bir şey tetikler ve o okuduğun yazı harmanlanmış haliyle gelir aklına. Yuttuğun zehirin panzehiridir o harman. Birden aydınlanır dünyan. Ya da bir yazı okursun zamanlaması tam denk gelir. Yalnız olmadığını hissedersin. Başkalarının yuttukları zehirlere panzehir, benim gibi birine yalnız olmadığını hissettirebilme ihtimalini sevdiğim için yazıyorum.

Çalıştığım işyerinde yapacak daha iyi bir şey bulamadığım için yazıyorum. İşim olmadığı halde iki yıl önce istifamı kabul etmeyen ve bana iş vereceğini söyleyip vermeyen yöneticim yüzünden yazıyorum. Okuyorum da tabii ama ağır bir roman okuduğumda işyerinde uykum geliyor ne yazık ki. Blog okumam da bu yüzdendir esasen. Oyun oynamak serbest olsa, film izlemek serbest olsa, ya da yoğun bir işim olsa, yazmazdım herhalde blog falan. Bir yerde yazıyor olmak beni uyanık tuttuğu için yazıyorum.

Tanımak istediğim, tanışmak istediğim yeni insanlar var da ondan yazıyorum. Bir blog okuyarak bir insanın nasıl biri olduğunu öğrenebiliyorsun. Samimi paylaşımların değerini bildiğim için yazıyorum. Tutunamadığım için yazıyorum. Beni tutacak, tutunabileceğim birileri olur belki diye yazıyorum. Bir Turgut Özben’e bir Selim Işık olursam, işini kolaylaştırmak için yazıyorum.

Kişisel tarihime kayıt düşülsün diye yazıyorum. Yıllar sonra okuduğumda ne kadar salakmışım, ne kadar naifmişim, ne kadar toymuşum diyebilmek için yazıyorum. Ben nerde yanlış yaptımın ya da ben nerde doğru yaptımın izini süreceğim biryer olsun istediğim için yazıyorum.

Okumayı dinlemekten, yazmayı konuşmaktan daha iyi becerdiğim için yazıyorum.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Berkant ile Işılsu Edirne yollarında

Evde yapılmış bir Pazar brunchının ardından sigaralar yakılmış, kanapeler paylaşılmıştı ve ekşi ekişi oturuyordu Toygar, Berkant ile Işılsu. Toygar televizyona aptal aptal bakarken, Işılsu gazete, Berkant kitap okuyordu. Işılsu gazetelerden sıkılmışa benziyordu. “Berkant sen ne okuyorsun öyle ?” diye sordu birden.

Berkant :İstanbul’un tarihi yerlerini falan anlatan bir kitap okuyorum Işılsu. İşte mimari binalar, hergün önünden geçtiğimiz camilerin tarihi falan. Murat Belge yazmış.
I: Hımm. Çok sıkıcı Berkant neden okuyorsun ki bunları ?
B: Ben mimarım Işılsu unuttun mu ?
I: Unutmadım da sanat tarihi derslerinden nefret etmez miydin sen Berkant ?
B: O başka, bu başka. Sanat tarihi dersinin sınavı nasıl oluyordu sen biliyor musun ? Çıplak bir adamın heykeli ile bir katedral slaytını yanyana koyuyorlardı ve bunları karşılaştırın diyorlardı. Biri bir heykel diğeri ise bir katedral yazarsan da inan bana dersi geçemiyordun.
I: Niye yanlış mı ki bu bilgi ?
B: Doğru da, antropoloji dersinde de siyah adam ile beyaz adamı karşılaştırın dediklerinde siyah adam güneşte fazla kalmış yazarsan bu bilgi de sanırım yanlış olmaz ama dersi geçemezsin sevdiceğim.
I: Hayat ne tuhaf, vapurlar falan.
B: Yaa tuhaf gerçekten.
I: Eee peki bu sıkıcı kitabı neden okuyorsun ? Sırf mimarsın diye mesela Çin’e gitsen Çin mimarisi ile ilgili kitap mı okuman gerekiyor senin ?
B: Yooo, işim yok ya bu aralar yapacak daha iyi bir şey bulamadım.
I: Berkant ben yanındayken yapacak daha iyi bir iş bulamadın diye bu kitabı mı okuyorsun sen ?
B: E ama Işılsu sen de Ermenilerle ilgili bir roman okuyorsun ben yanındayken.
Toygar: Hahahahaha
I: İyi de bu bir roman. Hikayesi var sürükleyici falan yani. Aklın hikayede kalıyor.
B: Işılsu ben senin yanındayken aklın başka hikayelerde mi kalıyor senin ?
T: Hahahahaha
I: Berkant hadi ikimiz de bırakalım kitapları hemen dışarı çıkalım.
T: Yapmayın ya, çok eğleniyordum.
B: Soytarı oluyoruz ya bu öküze neyse hadi gidelim Işılsu.

Berkant ile Işılsu evden bu şekilde çıktılar. Toygar’a hadi sen de gel dedilerse de, Toygar bu pinpon maçının sonucunu çok merak etmiyordu, sadece pinpon maçını izlemeyi seviyordu. Ama işte yan etkiler yok muydu. Maçı izlemekten boynu, gülmekten de karnı ağrımaya başlamıştı. Berkant Toygar’ı evden çıkmadan önce son bir kez daha davet etti.

B: Toygar sen de gelsene.
T: Nereye gidiyorsunuz ?
B: Hacı aklımızın estiği yere gidiyoruz. Arabayla çıkıyoruz, gördüğümüz herhangi bir yol, bir tabela, bir şarkı bizim yolumuzu bulduruyor.
T: Mesela yolda Papaz’ın çayırı diye bir tabela görseniz papazı bulmadan bırakmıyor musunuz Berkant ?
B: Hee illa o papazı buluyoruz.
T: Ben almayayım be Berkant. Yok papazı değil çayırı buluyoruz desen belki gelirdim.
B: Lan hem papazı hem çayırı buluyoruz.
T: Neyse Berkant bırakın beni, siz kaçın kurtarın kendinizi.
I: Huysuzsun Toygar. Nolur gelsen.
T: Işılsu ben düşmanı oyalarım hadi siz kaçın.
I: Huysuuuuuuuuuuuuuuuuuz.
T: Düşmana yerimizi belli ediyorsun Işılsu, sessiz ol.
I: Offf, hadi Berkant gidelim. Görüşürüz Toygar.
T: İyi eğlenceler size.

Toygar dizilerini seyretmeye hazırlanırken, Berkant ile Işılsu da arabalrına binip yola koyulmuşlardı. Altunizade’den E5’e çıkarlarken gördükleri tabela yönlerini belirlemişti : Edirne. Ankara’ya gidecek halleri yoktu ya, zaten oradan gelmişlerdi. Edirne’ye doğru sürdüler ve yol boyunca Rafet El Roman aksanıyla şarkı söylediler: Bak ne diyorum, gizlemiyorum, sensiz yaşamak zor geliyor bana, Her an içimdesi, her an kalbimdesin seni seviyorum, seviyorum.

Edirne’ye geldiklerinde, önce bir şehir turunun ardından Selimiye camisini ziyarete gittiler. Gezdiler, gezdiler, gezdiler…

I: Berkant ne kadar güzel bir cami değil mi ?
B: Evet Işılsu gerçekten çok güzel.
I: Ne kadar büyük Berkant…
B: Büyük gerçekten.

Sonra çıktılar camiden, Edirne’nin çarşısını gezdiler, orada tarihi bir han buldular.

I: Berkant burada kalalım mı ?
B: Sen istiyorsan kalalım Işılsu.
I: Tamam hadi bir odaları gezelim. Beğenirsek, fiyatına falan da bakarız.

Odaları gezdiler, dolaştılar. Alçak kapılardan geçtiler, taş odalar gördüler, beğendiler. Resepsiyona gittiler oda fiyatlarını sordular.

I: Pardon bakar mısınız ?
Resepsiyonist: Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim size ?
I:Biz bir gece iki kişi konaklama fiyatları hakkında bilgi alabilir miyiz acaba ?
R: Tabii. Nasıl bir oda arzu ederdiniz, suit filan mı yoksa standart odalarımızdan mı ?
I: Standart odalarda bir gece konaklamak ne kadar acaba ?
R: İki kişi kahvaltı dahil, 100 EUR.
I: Hilton’a mı geldik biz Berkant ?
B: Hahahaha
R: Efendim hanfendi ?
I: 60 EUR olmaz mı ?
R: Mümkün değil hanfendi.
I: En son kaça olur ?
R: Pazarlık yapmak müessesemizin tasvip etmediği bir durumdur aslında ama sizin için 90 EUR olur.
I: Pazarlık yapmayı müesseseniz tasvip etmiyorsa, neden pazarlık yapıyorsunuz benimle ?
R: Müşteri memnuniyeti en temel ilkemizdir hanfendi
I: 70 EUR’dan bir kuruş fazla vermem.
R: Olmaz hanfendi, yapamayız.
I: Niye yapamıyormuşsunuz ?
R: Müessese kültürümüz buna müsaade etmez efendim.
I: Müşteri memnuniyetine noldu ?
R: Siz henüz müşterimiz değilsiniz hanfendi ?
I: Çok sinirbozucu birşeysin sen yaa
R: Efendim ?
B: Hahahaha
I: Yok bir şey, İyi günler size. Gel Berkant ben kalmaktan vazgeçtim.
B: Işılsu istiyorsan kalırdık ya.
I: Yok Berkant ben bunların müessese kültürlerini sevmedim. Kim seviyorsa onlar kalsın.
B: Ehh peki acıktın mı ?
I: Evet. Çarşıda güzel bir kebapçı görmüştük hatırladın mı ?
B: Evet hadi oraya gidelim, bir güzel karnımızı doyuralım sonra eve gideriz.

Kebapçıya gittiler, bir güzel karınlarını doyurdular ve arabalarına atalyıp İstanbul’a döndüler. Saat gece yarısını biraz geçmişti ki, eve geldiler. Toygar o sırada Fenerbahçe kazandığı için keyifle tüm futbol programlarını izliyordu. Eee Fenerbahçe’nin büyüklüğü sadece kupaların, şampiyonlukların büyüklüğü değildi.

T: Nereye gittiniz siz ?
I: Söylemeyelim buna Berkant, bu huysuz bizle alay eder durur söylersek.
B: Hem meraktan çatlasın salak.
T: Ya ne alay edeceğim, en fazla iyi ki gelmemişim derim.
I: Edirne’ye gittik.
T: Ohh beee iyi ki sizle gitmemişim.
I: Ama çok güzeldi. Edirne tam bir Osmanlı şehri.
T: Selimiye’yi de bir mimarla gezmek güzel olmuştur ama Işılsu. İşte minarenin üç şerefesine çıkan üç ayrı helezonik merdiven falan anlattıkça anlatmıştır artık Berkant sana.
I: Üç değil dört şerefe vardı.
T: Hayır dört minare ve her bir minarede üçer şerefe var Selimiye’de.
I: Bir dakika ya şerefe ne ?
T: Hani minarelerde müezzin çıksın ezan okusun diye balkon gibi bir çıkıntı var ya onlara şerefe denir.
I: Peki niye üç tane şerefe var ? Bir tane yetmiyor mu ?
T: Eskiden mikrofon yokmuş, sanırım her bir şerefeye birer müezzin çıkıp 12 kişilik bir koro şeklinde ezan okunurmuş.
I: Allah allah eee nedir bu merdiven hikayesi ?
T: İşte bir minaredeki üç şerefeye adam üç ayrı merdiven yapmış ve bu merdivenler minarenin içerisinde kesişmiyormuş. Böylece üç müezzin birbirleriyle karşılaşmadan aynı anda minareye çıkıp aynı anda inebiliyorlarmış. Bunları anlatmadı mı Berkant sana ?
I: Hiçbirşey anlatmadı.
T: Ohooooo sağamamışsın ineği hahaha.
I: Sen bunları biliyor muydun Berkant ?
B: Tabii ki biliyordum Işılsu, ben mimarım.
I: Başka neler biliyordun Berkant ?
B: İşte akustiği şahanedir. Kandildeki isleri biriktirirler falan filan.
I: Kandildeki isler mi ?
T: Aydınlatma kandillerle yapılırmış eskiden ve adam oraya öyle bir havalandırma yapmış ki, kandillerin alevleri is yapmasın diye hepsini duvar kenarlarındaki kaplarda topluyormuş.
I: Aaaaaaa vay beee.
B: Eee adam boşuna Mimar Sinan olmuyor.
T: Bir de o kaplardaki islerden de mürekkep yaparlarmış. Berkant ilk ekolojik bina örnekleri sayılmaz mı bunlar ?
B: Valla temel mantığı aynı ama projenin bütününde böyle bir anlayış olmadığından ekolojik bina sayılmaz sanırım. Olsa olsa ekolojik uygulama sayılabilir.
I: Ya Berkant sen manyak mısın, neden bunları bana gezerken anlatmadın ?
B: Sormadın ki.
T: Hahahahaha
I: Sormam mı gerekirdi Berkant yaaaa ?
B: Murat Belge’nin kitabını okuyorum diye dalga geçmiştin ya Işılsu.
I: Dalga falan geçmedim, sadece sordum.
B: Tabii, Çin’e gitsen, sırf bir mimarsın diye Çin mimarisi haakkında kitaplar mı okuman gerekiyor sorusunda nedense bir ironi, bir alay sezmişim ben öyle kendi kendime.
T: Hahahaha
B: Hem sen sıkıcı bulmuyor muydun bunları ? Mesela geçen Dali sergisine gidecektik, Dali’nin Luis Bunuel ile çektiği kısa filmi izletmeye çalıştım sana, izlemedin.
I: Berkant uzun zaman sonra ilk kez görüşüyoruz ve sen kavuşmamızın takriben 22. dakikasında Dali’nin kısa filminden bahsediyorsun.
T: Hahahahaha
B: Kavuşmamızdan kaç dakika sonra Dali’den bahsedebilirim Işılsu, bunu bir kurala bağlayalım da ben bir daha benzer bir hata yapmayayım.
T: Hahahahah
I: Offf Berkant offf.

Toygar çok eğlenmiş bir halde neşe içinde tatlı tatlı uykusuna dalmak için odasına gitti. Rüyasında kendisini Işılsu ile Berkant’ın henüz daha konuşamayan huysuz bebekleri olarak gördü. Ürkütücüydü.

21 Kasım 2008 Cuma

Deli Saçması - Bir Kez Daha

İnsanlar ikiye ayrılır : İnananlar, inanmayanlar

Neye inandıkları ya da neye inanmadıkları o kadar önemli değil. Allah olur, ahlak olur, ilke olur, cadı olur, peri olur, para olur, akıl olur, fizik olur, bilim olur, sevgi olur, aşk olur, zevk olur, ölüm olur, hayat olur, başka insanlar olur, kendileri olur, ot olur, bok olur. Ama muhakkak insanoğlu birşeylere ya inanır ya inanmaz ve inanmanın nesnesine bağlı olarak bir inananlar safına geçer, bir inanmayanlar.

Kimisi hayatın saçma olduğuna inanır, kimisi ölümün. Kimisi maymundan geldiğine inanır, kimisi evrenin eşref-i mahlukatı olduğuna. Kimisi determinizme inanır, kimisi kaosa. Kimisi bilime inanır, kimisi dine.

Aslen birşeye inanmamanın sebebi genellikle başka birşeye inanmaktır. Örneğin Allah’a inanmayan biri bilimsel ispat talep eder. Oysa bilm de başka bir inançtır. Bilimin dinden daha güvenilir olduğunu savunanlar da zaten bilimin değişebilir olduğunu söylerler. Oysa din değişmez. İnsanın sürekli değişen birşeye daha fazla güvenmesi de ilginçtir bana göre. Değişime inananlar da ayrı bir hikaye tabii.

İnancın karşısına gerçeği koymuşlardır. Gerçek inancı sürekli test eder. Bir bilim adamı hipotezine inandığından onu gerçekle test eder. Oysa ne tuhaftır ki, gerçek de tanımlanabilirlikten çok uzaktır. Türk dil kurumu sözlüğünde gerçeğin karşılığı “Yalan olmayan, doğru olan şey, hakikat”tir. Yalanın karşılığı ise “Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz”dür. Doğrunun tanımı da hepsinden beterdir: “Akla, mantığa, gerçeğe veya kurala uygun”. Yani yalan, doğru ve gerçek seninle ortada sıçan oynar.

Nesnel gerçeklik diye bir şey yoktur. Herşey özneldir. Genel kabul gören şeylere nesnel derler. Her ne kadar sözlükte “bireyin kişisel görüşünden bağımsız olan” diye tanımlanmış olsa da hiçbirşey bireyin kişisel görüşünden bağımsız değildir, olamaz. Everthing is personal.

Tüm bu lise düzeyi felsefi cümleleri neden mi yazdım ? Çünkü hala kendi inancını bana tıpkı benim şu an size yaptığım gibi nesnel gerçeklik diye yutturmaya çalışan insanlar var. Çünkü hala inanç perdesi ne kadar kalınsa akıl güneşi o kadar geç doğar diyen bir yönetmen var, ki o filmi de çok severim :).

Geleceğin güzel olmayacağına inanan birinin geleceğin güzel olacağına inanan birini dövmesine katlanamıyorum. Ve ben geleceğin hiç de güzel olacağına inanmıyorum.
Bir de telaş içinde ayağındaki topuklu ayakkabıyla üç adım koşup, üç adım yürüyen, anormal bir şekilde tak tak ayak seslerine beni maruz bırakan ama yine de yolda benim normal yürüyüş hızımdan daha yavaş yürüyen hatunlara katlanamıyorum.

18 Kasım 2008 Salı

Dertliyim, ruhuma hicranımı sardım da yine

Dertliyim ruhuma hicrânımı sardım da yine
İnlerim şimdi uzaklarda solan gün gibiyim
Gecenin rengini kattım içimin matemine
Sönen ümid ile günden güne ölgün gibiyim

Bahtımın yıldızı sanmıştım seni
Sensiz karanlıktır her günüm, Leyla
Ayrılık Mecnun’ a döndürdü beni
Dertliyim yürekten, üzgünüm Leyla
Sevda yaman bir çile
Çekenler düşer dile
Ayrılık ölüm gibi
Giden gelmiyor, Leyla
Gülüm yaprağım soldu
Gönlüme hazân doldu
Bir ömür harâb oldu
Onu bilmiyor, Leyla

Bu şarkıyı ilk dinlediğimde virtüözite kokusu almıştım. Değişken ritmler, temposu ile sanki üç şarkılık müziği tek şarkıda ziyan etmişti Sadettin Kaynak amca. Sonradan öğrendim ki, şarkıda zaten üç ayrı makam kullanılıyormuş. Teknik bir şov olarak düşünmüş, etkilenmiştim. Küçüktüm. Biraz daha büyüyünce, şov yapmanın sanatçı rekabetinin sonucu olduğunu düşünüp, sanatta tekniğin değil duygunun daha önemli olduğuna inandım. Basit müziklerle duygularını şahane anlatan insanlar dinledim. Aşık Veysel mesela. Tekniğin sanatta duyguları aktarmada bir araç olduğunu anladım. Bu şarkıyı hala çok seviyordum ama, tekniğine kapılmadan anlattığı duyguyu anlamaya çalışıyordum ve yüksek tempolu oynak bir melodiyle sevda yaman bir çile diyen adamın duygusunu anlattığını değil tamamen tribünlere oynadığını sandım.

Bugünse bu şarkıda bambaşka şeyler keşfettim.

Şarkı segah makamı ile açılıyor. Bu makam akşam ezanının makamıymış. Birinci kıta segah. Akşam ezanı okunmuştur. Mesai bitmiştir, günün telaşı bitmiştir. Artık hüzün başlayacaktır işten çıkıp evine dönen yalnız adama. Dertlidir, ruhuna yine aşkının acısını sarmıştır. Ruh hali gelir aklına, dertleri gelir akşam ezanının segah makamıyla. Adam içlenir evde, belki bir büyük açar içmeye başlar.

Bu noktada makam değişir. Hüzzama geçer. Hüzzam segah makamına çok yakınmış melankolik duyguları en iyi anlatan makammış. Adam bahtımın yıldızı sanmıştım seni der. Belki kadının yüzü gelir gözünün önüne, mutlu oldukları dönemden birkaç anıyı hatırlar. Daha da içlenir. Mecnun’u olduğu Leyla’ya seslenir: “Üzgünüm Leyla”.

Makam bir kez daha değişir. Nihavend olur. Farabi’ye göre Nihavend makamı insana sakinlik ve huzur verirmiş. Eskiden bu nedenle akıl hastalıklarının tedavisinde bu makam kullanılırmış. Adam melankoliden çıkıp hayata döner. Onarmak için önce hasar tespiti yapmalıdır adam. Sevda yaman bir çiledir, ayrılık ölüm gidir ama giden de gelmemektedir. Adamın harab olsa da ömrü sakinliğe ve huzura ihtiyacı vardır. Gece ilerlemiştir. Yarın yine işe güce gidecektir. Nihavend bitince şarkı da biter, adam büyüğü yarılamıştır, uykunun koynunda sakinliğini ve huzurunu bulmuştur.

Bu bir döngüdür, her akşam ezanıyla başlar, gece yarılarında uykuyla son bulur. Bu beste bir tasarımdır, bir simulasyondur. Leyla’sına kavuşamamış bir Mecnun’un ruh halinin müziğidir. Tempo, ritm, makam bu şarkıda değişmeyecek de hangi şarkıda değişecektir. Virtüözite ile duyguyu birleştirmiştir bu şahane şarkı ve bana da kalırsa, Türk Sanat Müziği’nin en orijinal şarkısıdır.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Hiç Olmazsa Biz Dönek Değiliz.

Biz sonradan doğduk
Okuduk, dinledik
İmrendik, abarttık
Sonunda uyandık davaya
Siz ogün doğdunuz
Yakıp yıktınız
Kaç yıl geçti bak
Sonunda döndünüz davadan
Hakim bey itirazım var
Hakim bey son bir sözüm var
Kayıp gençlik deyip geçme bak
Hiç olmazsa biz dönek değiliz
Biz sonradan doğduk
Batının koynunda
Alıştık sormadık
Sürüyle yol aldık sessizce
Siz o gün doğdunuz
Votkayla coştunuz
Sarhoşluk geçince
Viskiye döndünüz sessizce
Hakim bey itirazım var
Hakim bey son bir sözüm var
Kayıp gençlik deyip geçme bak
Hiç olmazsa biz dönek değiliz....

68 kuşağının çocukları olan yani 65-80 arası doğumlu şu anda yaşları 28-43 olan jenerarsyon sürekli olarak eleştiriliyor. İnançsız, değersiz, tembel, apolitik, bencil, dirençsiz vs. vs. vs. Bize x jenerasyon deniyor. Biz bilinmiyormuşuz, anlaşılamıyormuşuz. Neden ? Biz asosyalmişiz. Neden ? Bizim büyük rüyalarımız yokmuş. Neden ? Bencilmişiz. Neden ? Mücadele etmiyormuşuz, teslim oluyormuşuz. Aşk nedir bilmiyormuşuz. Paylaşmayı bilmiyormuşuz. Sadece şikayet ediyormuşuz. Dünyanın, hayatın merkezine kendimizi koyuyormuşuz. Bilgisayar oyunlarıyla büyüyor, kitap okumuyormuşuz. Hayal kurmuyormuşuz. Televizyon aptallarıymışız. Duyarsızmışız. Girmediğimiz savaşlarda kendimizi mağlup sayıyormuşuz. Amaçsızmışız. Davasızmışız. Seksin, alkolün uyuşturucunun pençesindeymişiz. Yalnızmışız, beraber yaşama kültürümüz yokmuş. Yabancılaşıyormuşuz. Matrixmişiz. Örgütsüzmüşüz. Çocuk yapmıyormuşuz, büyüklere saygımız yokmuş.

Yani şahsen 20 senedir aynı teraneyi dinlemekten çok sıkıldığımı söylemek istiyorum. Bir kere ben madem bencil bir kuşağım, büyüklerime saygım yok bana ne diye 20 senedir aynı şeyleri anlatıyorsunuz. Belli ki bir kulağımdan giriyor öbür kulağımdan çıkıyor. Bana neden 5 senedir evlen diye baskı yapıyorsunuz. Kendimi kandırıyormuşum ya ben değer erozyonu filan varmış ya, size ne. Ne sizin kahramanlarınız, ne devriminiz, ne ülkünüz, ne şiirleriniz, ne o arkadaşlarınızı öldüren duygusallığınız, hiçbiri beni ilgilendirmiyor. Büyük hayalleriniz için hayatlarınızı feda etmekten kaçınmayan, birbirinizi öldüren sizler değil misiniz ? Acı çeken, çektiren siz değil misiniz ? Sonra beni sınavlara sokan, dersanelere gönderen, Amerikalar’da okullara gönderen sizler değil misiniz ? Elinizde şarap kadehiyle villanızın bahçesinde ölen arkadaşlarınızı sizler anmıyor musunuz ? Bizi tüketim toplumu yapan siz değil misiniz ? Frankenstein gibi yarattığınız nesilden korkan, bizden nefret eden sizler değil misiniz ?

Bir kere biz en azından mutlak doğruya inanmıyoruz. Ne tek yol devrim, ne Harbiyeli aldanmaz. Bu sebeple kimse kimseyi yüce idealler uğruna öldürmüyor bizim jenerasyonda. Evet kutsal saydığımız pek fazla değer de yok, ama kendimizi herşeyin önüne koyuyoruz yetmez mi ? Biz ne ideolojik putlara tapıyoruz, ne de sonradan dönüyoruz. Biz yaşadığımızın sorumlusuyuz, yaşattığımızın değil. Çünkü sizin deyminizle biz yalnızız, faydamız da zararımız da kendimize.

Hala patronlarımız sizler değil misiniz ? Sizin istediklerinizi yapmıyoruz diye niye kızıyorsunuz bize ? Siz çok mu dinlediniz patronlarınızı, annelerinizi babalarınızı, öğretmenlerinizi ? Yar yanağından gayri paylaşmak için herşeyi dediniz, kan ve gözyaşı dışında ne paylaştınız ? Yokluğu, yoksulluğu paylaşmakla övünüyorsunuz, biz yoksul olmamayı becerdik en azından. Biz en azından margarin alabiliyoruz, evimizde doğal gaz var. Sakın bana açlıktan ölenlerden bahsetmeyin, o açlıktan ölenler sizin zamanınızda da ölüyordu. Hatta ne yazık ki siz ideolojik ölülerinizden, dilerseniz şehitlerinizden o kadar çok bahsediyordunuz ki, kendi düşmanlarınızla, kendi dertlerinizle o kadar meşguldünüz ki, bunları görmüyordunuz bile. Duvara yazı yazdı diye birbirinizi öldüren de sizsiniz, bunu putlaştıran da. Pek çok masum insanı siz öldürdünüz, pek çok masum insana siz acı çektirdiniz.

Artık bu 70’li yıllar övgüsünden vazgeçin nolur ? O yıllar iyi falan değildi. Bunu en iyi bilen de sizsiniz. Siz yokluk nedir bilmezsiniz diye direkt bizi azarlıyordunuz ya, istediğimiz marka ayakkabıyı almadığınız zaman. Sanki yokluk nedir bilmemek suçmuş gibi, ya da herkes yokluğu bilse herşey çok güzel olacakmış gibi.

Sizin anneleriniz sizi evden dışarı çıkarmıyor diye, sizin tutkunuz, özgürlük alanınınız sokaklar diye bizim bilgisayarımıza karışıyorsunuz. Neymiş, biz sokakları tanımıyormuşuz, evimizde oturuyormuşuz, çıkmalıymışız, hayata karışmalıymışız, ne o öyle evde otur oturmuş, hava almış, gezmiş, dolaşmış. Zamanında sizin hayatınıza müdahale ediliyor diye yapmadığınız kalmamış, biz sizin dediklerinizi yapmıyoruz diye suçluyuz. Niye çünkü siz kendinizden önceki nesilden de, kendinizden sonraki nesilden de daha iyi bilirsiniz herşeyi. Sizin bildiğiniz kesindir, doğrudur.

Bu ukalalıktan vazgeçin artık. Halk için halka rağmen dayattığınız doğrular yüzünden kan döküldü bu ülkede. Hala sizin uzantılarınız yüzünden kan dökülüyor Güneydoğu’da. Yeter artık. Ve siz sizin yarattığınız düzene karışmıyoruz diye bizi eleştiriyorsunuz. İyi niyetle anlattığınız masallar yüzünden kan dökülüyor. Uyanın artık.

Şarkıda da dediği gibi, “Hiç olmazsa biz dönek değiliz”.

Bu yazı Çemberimde Gül Oya dziisinin Yurdanur’una cevabımdır. Gerçi henüz 16 bölüm izledim. Tamamını izlemedim. Şimdiye kadar küçük Yurdanur’a sempati ile bakıyorum da, büyük Yurdanur kabus gibi.

13 Kasım 2008 Perşembe

Grup Gündoğarken : Gel İstersen

Tutkular kelepçe gibidir yüreğine,
Sakın vurma özgür ol sen de.
Kendini yalnız duy, başkası olmasın
Ne eksiğin, ne de parçan.

Ahh ne çok söylemek isterdim sizlere, tutkularınız ve size olan tutkular sizi mahkum ediyor diye, olayı basitleştiriyorsunuz diye. Tutku ilkel birseydir, taklit etmek kolaydır. Tutkunun öznesi, nesnesini dinlemez, edilgenleştirir. One man showdur tutku, nesne etkilemez. Tutku paylaşmaz, tutku danışmaz. Tutku emreder, dayatır. Tutkunun ahlakı yoktur. Bir şeyi doğru olduğu için yapmaz, yapılabilir olduğu için yapar. Tutku kişiliksizdir, dinamikleri öznesindedir. O yüzden kendi kendine başlar, kendi kendine biter. Başladığında nesnesi şaşırır, noluyoruz ya olur, tutkunun öznesi terslendikçe hoyratlaşır, daha da ilkelleşir. Tutku nesnesini ele geçirdiğinde, yüreğine taktığında kelepçesini, öznesini medenileştirir, nesnesini mahkumlaştırır. O zaman roller değişir. Nesne özne olur, özne nesne olur. İşte o zaman eski özne yeni nesne çeker gider. Edilgenlik ona göre değildir çünkü. Ve gittiğinde, eski nesne yeni özne şarj ettiği tutku pillerini nesneye deşarj edemez, kendine verir tüm elektriğini. Yanar bedeni acıyla, kül olur. Küllerinden doğar bazen yeniden, ama yandığını unutmaz.

Kazanovaları, Don Juan’ları, basit tutku taklitçilerini baştacı edenlerin başları yanar. Tutku eroindir, bağımlılık yapar. Bir kere nesnesi olan, hep onu arar, özgürlüğünü ebediyen yitirir.

Gel istersen, gelme yahut da
Zaten yapacak çok az şey var
Hadi ya gel, ya gelme.

Sevmek zordur. Özgür bırakır nesnesini. Nesnesini baştacı yapar, etkinleştirir onu. Edilgen olan öznedir. İstersen gel der, yahut da gelme. Sevgi ahlaklıdır, sevgi insanidir. Taklit etmesi zordur. Sevgi karakterlidir, özgür irade ister, özgür irade sunar. Sevgi kendinden vazgeçmektir, kendini yoksaymaktır. Ama kendinden vazgeçerken, ahlakından vazgeçmez. Bu nedenle kutsaldır sevgi. Doğru bildiğini yapar, kar-zarar hesapları yapmaz.

Tutku eroindir, sevgi su. Tutku şeytanidir, sevgi ilahi. Tutku aktiftir, sevgi pasif. Tutku emirdir, sevgi rica. Tutku tutsaklıktır, sevgi özgürlük. Tutku tahakkümdür, sevgi paylaşım. Tutku yıkıcıdır, sevgi yapıcı. Tutku bir gecelik ilişkidir, sevgi uzun süreli bir evlilik. Tutku yakar, sevgi onarır. En nihayetinde tutku tutar, sevgi sever.

İnsanın amacı sevmektir.
Güzelinden yaşamak doğruca.
Tad almak dünyadan
Yaşanan kısacık ömürlerimiz ansızın bitmeden.

12 Kasım 2008 Çarşamba

Zeynep'in 8 Günü filminden bir replik

Kafamda dün akşamdan beri bir replik vardı. Dehlizlerinde dolaşsın istiyorum, mahzenlerimde sarhoş olsun istiyorum gibi bir cümle. Bir kadın sesi bunu söyleyip duruyor, fakat bir türlü hatırlayamıyordum. Nihayet 24 saatin sonunda repliğin geçtiği filmi hatırladım. Filmden de yazdım tüm repliği. Issız Adam etkisiyle bu repliği hatırlamıştım. Belki benim gibi kafayı takıp da, bulamayanlar olursa internete kayıt düşüyorum. Kafayı takan olmazsa da bence güzel replik. Issız Adam sevenler bir de bunu okuyun bakalım :)

Zeynep :
Benim annem babam yok. Kimsesizim. Renksiz bir dünya kurmuşum kendime, mutluluk provası oynuyorum. Ali'yi tanıyınca o renksiz dünyanın çölüm olduğunu anladım. O, çölüme yağmur oldu. Ailem oldu. Dünyam oldu. O benim, ben oyum. Bir gece girdi hayatıma, ama şimdi yok. Ali'yi tanımadan önce ben iyiydim, ama şimdi kötüyüm. Saçmalıyorum biliyorum. Daha önce yapmadığım şeyleri yapıyorum. Bilmediğim sokaklara giriyorum, bilmediğim evlere giriyorum, tanımadığım insanlarla konuşuyorum. Ben çok korkuyorum. Onsuz hiçbirşeyin anlamı yok. Adımı bile unutmaya başladım. Hergün gezdiğim caddeleri tanımıyorum. Tanıdığım insanların yüzlerini hatırlamıyorum Nasıl yemek yenir, nasıl su içilir unutuyorum. Ekmeğin, suyun, hiçbirşeyin tadı yok. Var mıyım, yoksa yok muyum, artık bilmiyorum. At gözlüğü takayım, hayata devam edeyim diyorum, ama bu beni kendimden korumuyor. Benim onu bulmam lazım. Onunla konuşmam lazım. Nolur bana yardım et. Sana yalvarırım, bana yardım et. Nolur bana yardım et, lütfen. Yalvarırım bana yardım et.

(Telefon çalar)

Zeynep :
Bakmayacak mısın ?

(Ali’nin arkadaşı telefona bakar)

Ali’nin arkadaşı :
Efendim, bir dakika beklesene, Burda seninle konuşmak isteyen biri var.

Zeynep :
Alo

Ali :
Kimsin ?

Zeynep :
Zeynep.

Ali :
Ne istiyorsun kızım benden, neden beni arayıp duruyorsun ?

Zeynep :
Hani gelecektin ?

Ali :
Ne ?

Zeynep :
Seni özledim.

Ali :
Rahat bırak lan beni. Zaten başım belada, bir de senle uğraşamam.

Zeynep :
Başının belada olduğunu biliyorum. Bana gel, bende kal. Ben sana bakarım. Seni ne mutlu edecekse yaparım ben. Seni üzmem.

Ali :
Bi dakika, bi dakika, sen benim başımın belada olduğunu nerden biliyorsun lan? Yoksa yanındaki orospu çocuğu mu söyledi? Onun var ya, anasını sikeceğim, geberteceğim lan onu, yolunu sikeceğim o piçin, telefonu ver telefonu ver laaan!

Zeynep :
Ben, ben bara gittim seni bulmak için.

Ali :
Naptın bara mı gittin ?

Zeynep :
Evet.

Ali :
Lan salak karı, seni takip etmişlerdir.

Zeynep :
Etmediler.

Ali :
Lan nerden biliyorsun manyak ?

Zeynep :
Lütfen küfür etme.

Ali :
Ya nerden biliyorsun dedim.

Zeynep :
Ondan uzak dur dediler de ondan.

Ali :
(Ağzını büzerek) Ondan uzak dur dediler de ondan. Salak, gerizekalı, orospu.

Zeynep :
Lütfen küfür etme.

Ali :
Lan arkadaşımın evini nasıl buldun sen ?

Zeynep :
Dayı'na gittim.

Ali :
Da, da, dayı, lan dayımı nasıl buldun sen ? Neyse, bak kızım, o gittiğin barın kasasını patlattım ben. Sonra pişman oldum, parayı geri vermek istedim, ama orospu çocukları almıyorlar. Anlayacağın beni ortadan kaldırmak istiyorlar. İbnelerin itibarını zedelemişim. Bak, beni iyi dinle şimdi. Rahat bırak beni tamam mı ? Arama, yoksa senin de başın belaya girer. Anladın mı lan ? Hadi hoşçakal.

(Ali kapatır telefonu, telefondan meşgul sesi gelir. Zeynep yavaşça telefonu kapatır gitmek üzere kapıya yönelir.)

Zeynep:
Teşekkür ederim.

Ali’nin arkadaşı :
Üzülme

Zeynep :
Neden, neden üzülmeyeyim ? Beni istemiyor.

Ali’nin arkadaşı :
Ali hiçkimseyle bu kadar uzun konuşmaz, işle ilgili değilse tabii. Yani üzülme diyorum çünkü anladığım kadarıyla sen o kaleyi çoktan fethetmişsin zaten.

Zeynep :
Bahçelerinde dolaşamıyorsam, salonlarında, koridorlarında gezemiyorsam, odalarında oturamıyor, balkonlarında kendimi bulamıyorsam, dehlizlerinde saklanamıyor, burçlarında ağlayamıyorsam, mahzenlerinde sarhoş olamıyor, mutfaklarında dolaşamıyorsam, yorulduğumda sırtımı yaslayamıyorsam, mutluluğumu tavan aralarına fısıldayamıyorsam, nasıl fethetmiş olurum o kaleyi, söyler misin, nasıl fethetmiş olurum o kaleyi ben ?

11 Kasım 2008 Salı

Deli Saçması

Milyonlarca spermin arasında birinci ol yaşadığın hayata bak (Duvar Yazısı)

Bak şu konuşana diye bir film vardı. Spermleri bile konuşturuyorlardı filmin başında. Milyonlarca spermin yumurtaya ulaşmasını, yumutaya saldırılarını ve en sonunda bir tanesinin yumurtanın içine sızmasını bir animasyonla gösteriyorlardı. En güçlü sperm, belki en şanslı sperm, belki gücünü en iyi kontrol eden sperm (Kontrolsüz güç güç değildir) ve belki de en hilekar sperm yumurtanın dış çeperinden içeri sızıyordu. O kadın ve erkek kombinasyonunun o andaki en hevesli görünen spermi kazanıyordu varolma savaşını. Sonra o yumurta, o sperme ömür boyu annelik yapıyordu. Öyle böyle de değil yani, 9 ay karnında taşı, doğur, emzir, altını temizle, hastalıklarını iyileştir, giydir, okula gönder, ömür törpüsü. O sperm kısa sürelik mücadelesinin sonunda çok uzun sürecek bir mükafat alıyordu. Buna da doğal seleksiyon deniyordu.

Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu (William Shakespeare)

Olmak ya da olmamak yolunda her yol mubahtır ve ahlak insanlığın uydurduğu bir kavramdır. Spermlerin yarışında hakem yoktur, kural yoktur, muhtemelen fırsat eşitliği de yoktur. Esasen bunların hepsi uydurmadır. Yumurtanın kısacık bir gafletini kollayan bir dolu sperm muhtemelen kenarda izliyordur hile yapmadan mücadele eden spermleri. Kendilerini uygun an için diri tutuyorlardır. Pek çok babayiğit sperm yumurtanın ilk mücadele kuvvetini tüketirlerken kenarda bekleyen hilekar spermlere hizmet ediyorlardır belki. Adaletin olmadığı yerde iyiler değil, hilekarlar kazanır.

En güçlüler değil en iyi uyum sağlayanlar yaşayakalır (Charles Darwin)

Uyum, orta yol, sentez, uzlaşma bunlar karaktersiz sözcüklerdir. Özgün değillerdir. Daha önceki radikal fikirler olmasaydı hiç var olmayacaklardı. Tez – Antitez – Sentez üçlemesi gibi değil midir Anne – Baba – Çocuk üçlemesi. Çocuğun karakterini anne ve baba belirler. O nedenle çocuğun karakteri özgün değildir.

Kristalin krılıganlığı onun zayıflığının değil saflığının göstergesidir (Into The Wild filminden bir replik)

Uyumun olduğu yerde, saflık yitirilir. Kırılganlık yerini duyarsızlığa bırakır. At izi it izine karışır. Adil ve bilge bir akıl çözer bu kaosu. Ya da çözmez. Çözmezse Anne – Baba – Çocuk üçlemesi negatif seleksiyon olur. Çocuk hayırsız evlat olur.

Bir kızı bin kişi ister bir kişi alır (Bir Türk Atasözü)

Sperm erkek, yumurta kadın. Bir yumurtayı milyonlarca sperm ister bir sperm alır. Kız bin kişi arasından seçiyordu kendisini alacak adamı. Bu seçim de bazen doğal seleksiyon, bazen negatif seleksiyon oluyordu tıpkı evrimdeki gibi. Kız yanılabiliyordu, tıpkı yumurtanın yanılabildiği gibi. Bazı bebekler ölü doğuyordu, tıpkı bazı aşklar gibi. Bazı spermler hile yapıyordu varolma savaşında belki. Belki de her kız bilge bir akıla sahip değildi. Ya da aklını kullanmıyordu.

Kendim Ettim Kendim Buldum / Gül Gibi Sararıp Soldum / Eyvah, eyvah, eyvah ( Bir Neşet Ertaş Türküsü)

Aklını kullanmayıp negatif seçim yapan kız oturur, ağlar ince ince kaderine. Oysa kendi etmiştir, kendi bulmuştur. Bunu anladıkça, daha da çok ağlar. Gül gibi sararır solar. Yapraklarını döker ve yeniler kendini. Tekrar açar ve bu kez daha iyi bir seçim yapacağıını tembihler kendi kendine.

Fethedilemeyecek kale yoktur. (Memati Kurtlar Vadisi karakteri)

Seçimleri çok önemlidir kendisi için. Kalesini daha yüksek bir tepeye kurar. Fethedilmeyeceğim diye daha güçlü silahlarla donatır kaleyi. Ama, daha iyi bir asker tarafından fethedilir. Bugün kız tavlama sanatının anlatıldığı ucuz kitapların hangisini açsanız, erkek asker, kadın kale, aşk da fetihtir yazar. Bu algıyı sonuçtan en çok şikayet edenlerin yaratmış olması tarihin bir trajedisidir.

Sonuçta sperm yumurtaya girene kadar iktidar yumurtada, girdiği andan itibaren spermdedir. Ta ki kendi isteğiyle yumurtayı terkedene kadar.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Aşçının Issız Ada'sı, Ada'nın Issız Adam'ı

Bir şef aşçı... Aşçısı olduğu restoranın sahibi... Yemeyeceği yemekleri yapıp sadece tadan bir aşçı... Her aşçı biraz gurmedir. Mutfağından çıkan yemekleri tadar ama yemez ve onun için ilk tatlar çok önemlidir.

Bir kadın, Ada, kendi kendine yeten müstakil bir ada. Adaya gelenlere tepkisel yaklaşan bir kadın, hiçbir adamın kolay kolay sahip olamayacağı ada. Biraz yabani, biraz huysuz, biraz ıssız. Tipik bir ada işte. Sahibini arayan, sahiplenilmek isteyen, ama olmazsa da olmaz diyip müstakil varlığını devam ettiren.

Aşçı adaya çıkmak ve adadaki eşsiz sebzelerden baharatlardan toplamak ister. Ada tüm hırçınlığıyla buna karşı durur. Fakat aşçı yeni bir tat için ısrarlıdır. Ada‘nın ölçüsüz hırçınlığını sorgulamasından istifade edip sızar adaya. Ada’yı fetheder. Tam bu andan itibaren aşçının “Issız Adam” dediği ada Aşçının adası olmuştur. Ama aynı anda da Aşçı ada için “Issız Adam” olmuştur.
Çünkü adanın ilk tadını almıştır aşçı. Aşçı sürekli aynı yemeği yemek istese aşçı olmaz, gurme olmaz. Gider sevdiği yemeği yapmayı öğrenir, malzemelerini bulur, dahasını kurcalamaz. Lazım oldukça, yeri geldikçe, özledikçe adanın baharatlarını kullanmak ister hepsi o.

Oysa Ada, aşçının hep aynı baharatları kullanmasını, hep aynı yemeği yapmasını ister. Aşçı ile adayı birbirine ıssızlaştran derin çelişki budur. Aşçı adadan ayrılır, karaya döner. Ada ıssızlaşır tekrar. Aşçı zaten tüm dünyaya ıssızdır. Annesine bile...

Aşçının kendini ıssızlaştırmadığı tek insan restooranın şef garsonudur. O da o “İngiliz” tarafıyla zaten aşçı için risk içermez. Garson ile aşçı ayrı işler yapmakta ve birbirlerinin işine yaramaktadırlar. “Issız” aşçının “İngiliz” garsonu, aralarında kibar, kocaman ve işlevsel bir mesafe.

Aşçı adadan ayrıldığında ona sürpriz doğum günü partisi yapar restorandakiler. Aşçı dükkana girip kimseyi göremediğinde ödü kopar. Hemen inanmıştır herkesin onu ıssızlığına terkettiğine. Bununla nasıl halleşeceğini bilemez, korkar. Aşçı zaten ilişkide olduğu herkese para vermektedir. Restorandakilere, evdeki temizlikçisine, seviştiği fahişelere... Devamlı müşterisidir fahişelerin. Aşçı olmak ölçülü olmaktır. Tuzun, biberin, şekerin ölçüsünü bilmektir. Her sebzenin farklı ısıda piştiğini bilmektir. Ne zaman neyi koyacağını bilmektir. Özel hayatını da işi gibi yaşar aşçı. Mutfağın imparatoru, yatak odasının da imparatoru olmak ister. İhtiyaç duyduğu zaman ihtiyaç duyduğu malzemeyi bedelini ödeyerek satın almak ister. Aşçının arzuları yoktur, ihtiyaçları ve gereklilikleri vardır, geçici hevesleri vardır..

Aşçı doymak için değil, tatmak için yaşar. Bu nedenle hep açtır ve annesine dediği gibi, bu aslında çok zordur. Annesine neyin zor olduğunu anlatmaz, anlatamaz.

Ada’yı da, annesini de özler ama özlemini bastıramaz. Çünkü özlemdir aşçının yaşama sebebi. Aşçıya doya doya yemeyecektin madem, bu yemeği neden yaptın sorusunu sormak anlamsızdır.

Bu soruya aşçı cevap veremez. İyi aşçılar hep erkektir ve güzel adalar da hep kadın.

4 Kasım 2008 Salı

Bir Hastane Dizisi : House M.D.

Genel olarak dizilere bakıldığında, hikayelerin işlenme biçimine göre iki temel tür olduğu söylenebilir. Karakter dizileri ve Hikaye dizileri.

Karakter dizilerinde her bölümde temel bir konsepte bağlı olarak farklı bir olay başlar, işlenir ve biter. Bir önceki bölümdeki olay yeni bölümde bir daha işlenmez. Bu dizileri sürükleyen dizilerin karakterleridir. Kara Şimşek, Mavi Ay, sitcomların tamamı, Smallville gibi diziler karakter dizileridir. Dizi yıllar önce yayından kaldırılmış bile olsa, karakterler akılda kalır. David Anderson, Maggie Hayes, Michael Knight, Al Bundy, Balky Bartacumus, Larry Appleton, Bill Cosby gibi karakterleri insan nasıl unutabilir ki…

Öte yandan bir de hikaye dizileri vardır. Bunlarda hikaye sürekli devam eder. Bir önceki bölümü izlememişseniz, izlemek çok manalı gelmez. Karakterleri istediği kadar iyi olsun, bu tür dziileri hikayeleri sürükler. Kaçak, Prison Break, Lost, Heroes gibi diziler de hikaye dizileridir.

Gizemli sağlık sorunlarının teşhislerinin ve tedavilerinin sıradışı doktor Gregory House’ın çevresinde çözümlenmesini anlatan House M.D. bir karakter dizisidir. Bu nedenle diziyi anlatmak için karakterleri anlatmak gerekir.

Gregory House, bencil, huysuz, kural tanımaz, yalnız, mutsuz, ilaç bağımlısı, topal bir doktordur. En iyi tıp fakültelerini bitirmiş, kural tanımazlığı ile başına pek çok iş açmış, bütün Birleşik Devletler’de belki de çalışabileceği tek hastanede New Jersey Princeton Plainsboro Hastanesi’nde çalışmaktadır.

Gregory House, kendine koyduğu teşhisi kendisi gibi tutkuyla uygulayacak bir doktor bulamadığı ve o zamanki karısı Stacy’nin House komadayken hayatını kurtarmak için verdiği bir karar sonucu topal kalır. Bundan dolayı hergün fiziksel acı çeker ve bu acıyı bastırmak için de ağrı kesici bağımlısıdır. Bu olaydan sonra Stacy’i asla affetmez ve ayrılırlar.

House asla beyaz önlük giymez, her hastaya bakmaz, klinikte çalışmaz. İlgisini çeken birşeye ise öyle bir tutkuyla bağlanır ki, hasta ölmek istiyorum dese öldürmez. Benim en sevdiğim bölümü olan DNR isimli bölümde, bir nevi ötenazi hakkını kullanan hastayla yaptığı pazarlık kişiliğini en çok ortaya koyan bölümdür. Hastaya der ki, izin ver seni tedavi edeyim, sonra hala ölmek istersen, bunun acısız ve hızlı bir yolunu sana bizzat ben uygulayacağım der. O hastalarla genellikle konuşmaz. Çünkü insanlar yalan söyler. Hiçbirşeye inanmaz çünkü herşey özellikle de insanlar değişir. Hastalarını hastaları mutlu olsun diye iyileştirmez. Hastaları umurunda değildir. Umurunda olan şey insana olan tutkusudur. İnsan hakkında yeni bir şey öğreneceğim diye yapar herşeyi. Tanrıya inanmaz, determinizme tutkuyla bağlıdır. Neden sonuç bağlantılarını kurmadan hasta iyileşiyor da olsa, rahat etmez. Ve tabii ki her zaman haklıdır. Her zaman hayatlar kurtarır. Her ne kadar tüm teşhisi kendi başına koyuyor olsa da diyalektik bir metoda her zaman ihtiyaç duyar. Konuştuğu insanların doktor olmaları, ya da konuştukları konunun hastalığın kendisi olması gerekmez. Hatta ilk ekibi tamamen dağıldığında bir süre hastanenin hademesiyle konuşarak teşhisler koymuştur. Kendisini şartlar yıldıramaz. Son teknoloji aletler olmadan da testleri gerçekleştirebilir. Kendisinden asla taviz vermez. Esasen bu yönleri ile biraz Ayn Rand’ın karakteri John Galt’a benzer. Ama dizi yapımcısının da esasen belirttiği gibi asıl ilham kaynağı Sherlock Holmes’dur. Sherlock Holmes afyon içer, House vicodin, Holmes keman çalar, House gitar ve piano, ilgilerini çeken bir dava yoksa her ikisi de acayip tembeldir. Holmes’un yakın arkadaşı Watson’dur, House’unki Wilson. Daha fazlası için biraz araştırma yeterlidir.

Hemen her zaman dar vakitlerde çalışmak durumunda olduğundan, olası hastalığın ya da hastalıkların tedavisine başlar ve o ilaçların etkilerini de semptomları değerlendirirken dikkate alır. Klasik bir formatı ve hikaye örgüsü vardır. Kimsenin çözemediği ölümcül bir hasta hastaneye gelir. Birileri House’un bu hastayı alması için ona sebepler sunarlar. House biraz direnir, sonra kabul eder. Önce ekibinin söylediklerini dikkate alır. Onlardan birinin söylediğini yapmalarını ister. Hasta kötüye gider. Kendisi bir teşhis koyar hasta yine kötüye gider. Sonunda Wilson ile alakasız bir şey konuşurken durumu kavrar ve tedavi eder. Bu rutin, diziyi sıkıcı yapmaz. Sonuçta House asla yanlış yapmaktan korkmaz. Çünkü onu düzelteceğine dair kendine müthiş bir güveni vardır.

Diğer karakterler de çok güzel işlenmiştir. Mesela Wilson, mesela Cuddy, mesela Foreman ve diğerleri…

Wilson House’un belki de tek arkadaşıdır. Onunla oynayabilen, içinde bir miktar House’luk barındıran ama aslen tamamen zıt. House’u iyi tanır, yapabileceklerinin farkındadır. House’un aksine Wilson bir kurtarıcı olmayı önemsediği için başarılı bir onkologdur. Hastalarıyla empati kurar, onlara iyi davranır. House ise temelde onun hastalarını önemsediğini değil, kurtarıcılık misyonunu benimsediğinden öyle davrandığını düşünür. Yani temelde House da Wilson da kendi egolarına hizmet ederler ve sadece egolarının beslendiği kaynaklar farklıdır. House eğlencedir, Wilson konfor. House motosiklettir, Wilson Volvo. House yelkenliyle dünya turudur, Wilson aşk gemisiyle Akdeniz turu. House rock’n rolldur, Wilson klasik müzik. House devrimcidir, Wilson statükocu. House buruşuktur, Wilson ütülü. House spor ayakkabıdır, Wilson kösele. House t-shirttür, Wilson kravat. House kot pantolondur, Wilson kumaş. House redbulldur, Wilson soda. House sakal bıyıktır, Wilson traş. House akıldır, Wilson inanç. House felsefedir, Wilson din. House kungfudur Wilson eskrim. House Kargözdür, Wilson Hacivat. Fakat neticede dizinin geneli için bakarsak House rakıdır, Wilson su. Cuddy’de buzdur aslında.

Cuddy hastanenin başhekimidir. House’u çalıştırmayı göze alabilen belki de ülkedeki tek başhekimdir. House’a istediği oyun sahasını vererek dehasını sunmasına fırsat verir ama bir yandan da onun hakemliğini yapmak zorundadır. House’u denetleyebilmek için her yola başvurur. House için bu da bir oyundur ve Cuddy ile mücadele etmekten memnundur aslında. House kaçar, Cuddy kovalar. House haylaz çocuk, Cuddy örnek bir annedir. House’u denetlemek için genellikle Wilson ile Foreman’ı kullanır.

Foreman tam emsal gösterilecek karakterdir. Dizinin ahlakıdır. House ile arasında saygılı bir nefret vardır. İlk başta House’un ekibinde ekibin en parlak doktoruyken, başka bir hastaneden iyi bir teklif aldığında işten ayrılır. Doktorluğuna ne kadar saygı duyuyor da olsa, House’dan nefret etmektedir. Ama ne yazık ki gittiği hastanede işler yolunda gitmez ve aslında iyileştirdiği bir hastanın tedavisi sırasında standart protokollere uygun hareket etmediği gerekçesiyle işsiz kalır. Bu son olay ve House’dan referanslı olması nedeniyle hiçbir hastane kendisine iş vermeyi kabul etmez. Foreman araftadır çünkü. Taraf olmadığından bertaraf olmuştur. Sonunda Cuddy House’un yeni ekibiyle House arasında bir pozisyon için ona iş verir. House da bu duruma ses çıkarmaz. Çünkü oyun zorlaştıkça, eğlencesi artan bir olgudur.

House, Cuddy, Wilson ve Foreman hepsi de fena halde yalnızdır. Çünkü hepsi de fena halde bireydir.