30 Ocak 2011 Pazar

Özgür Olmaya Çalışan Mecburların Kaçınılmaz Mutsuzluğu

Bu aralar hayat hızlı akıyor, bense hasta oldum, öksürüp duruyorum.

Önce Murat Uyurkulak'ın Har'ını da okudum. Yorumum Tol ile aynı. Murat Uyurkulak muhteşem bir yazar, ama bence berbat bir düşünür. Yine enfes bir dil, yine kötü bir içerik. Kokain müptelası Cebrail, yolsuzluğa bulaşmış melekler, dünya işleriyle hiç uğraşmayan Büyük A. ve bir peygamber adayı. İki kitabın ortak noktası Netamiye'nin ezilmişlerini ancak bir peygamber kurtarır. Bu peygamber de öyle bildiğiniz peygamberlere benzemez. Kitap sanatsal olarak bence çok iyi fakat felsefi olarak dökülüyor.

Herneyse, gelelim Mısır'da olanlara... 2009 Ekiminden 2010 Aralıkının sonuna kadar Mısır'da kalmış bir adamın memleketine döndükten üç gün sonra Mısır'ın karışması enteresan değil mi? Bu tesadüfi vaka üzerinden yapılabilecek hüsn-i talillerin haddi hesabı yok da, onlara girmeyeyim şimdi. Tam zamanında kaçmışım demekle yetineyim. Özgür olmaya çalışan mecbur Mısır'ın dramı beni aşar.
Mısır'dan geldiğimden beri, giderken aldığım evin işleri ile uğraşıyorum ve sonunda babamla kavga da ettik. Bence bu kaçınılmazdı, ortamda o kadar çok gaz vardı ki, bir kıvılcım yeterdi patlamaya. Kıvılcım da o kadar boktan ki... Google maps te babam resmi aşağı çek de yukarı görünsün dedi, ben de aşağı ne demek ya yukarı git desene dedim. O zaman sen tarif et de gidelim dedi, ben de ben tarif edemem, gitmeyelim dedim. İyi gitmeyelim dedi. Gitmedik, ben gittim yattım, 16 saat kalkmamışım, nasıl bir uykuysa bu.

Zaten babamla kavga etmenin en kolay yolu onun jargonunu kabul etmeyip, herkesin kullandığı dille konuşmaya onu zorlamaktır. Autocad'deki pan komutunu dünyanın tek gerçeği kabul edip, bütün scroll literatürünü onun üzerine kurmuş babamın yukarı git diyeceğine resmi aşağı çek demesinden daha doğal ne olabilir ki. Fakat babamın o anda resmi aşağı çek demesini tüm bu düşünce süreçlerinden geçerek anlayıp, sessizce yukarı git düğmesine basmak da o kadar zor ki. Bir anlık dalgınlıkla, aşağı git düğmesine bastığınızda ise sevgili babamın yükselen volümlü sesiyle kendinizi son derece masum hissedip alttan alamamak o kadar kolay ki.

Bu boktan sebep, babamın iletişim becerilerini o kadar aşağı seviyelere çeker ki; tüm zekasına, bilgisine, becerisine karşın, hayatta vasatlıktan kurtulamamış, hak ettiği takdiri hiç görememesine sebep olmuştur bana göre. Tüm dünya yukarı git derken, dünyayı aşağı çek demenin bana göre hiçbir mantıklı izahı yoktur. Ama dedim ya sevgili babam, 50'sinden sonra girdiği bilgisayar dünyasında, autocadin pan komutunu scroll literatürünün tek gerçeği olarak kabullenmiştir bir kere ve bundan geri dönüş yoktur. Farklı bir jargonda konuşuyor olmasının söylediklerini anlaşılmaz kılmasını ise asla kabullenemeyen ve kendisinin Türkçe konuştuğunu iddia ederek, muhataplarının kendisini anlamamasının tamamen kendi hataları ve dahi salaklıkları olduğunu varsayan sevgili babam, bir gün de pan komutunun scroll literatürünün oldukça küçük bir parçası olduğunu anlamaya çalışmaz. Çünkü o gerçek hayatında gözleriyle yukarı bakmak yerine hep baktığı nesneyi aşağıya çekmeye kalkar.

Son bir buçuk senedir hayatımın neredeyse bütün komutasını eline geçirmiş sevgili babamın, 33 yaşındaki küçük oğluna kendi tercihlerini sanki küçük oğlunun tercihleriymiş gibi dayatması ise oldukça tuhaftır. Bir buçuk sene önce ev alalım dediğinde, ya ben İstanbul'da kalmayabilirim niye ev alıyoruz dediğimde, parayı ev almazsak koruyamayacağını söylemişti. Buna karşılık baba parayı bana ver ben korurum cevabıma da güvenmeyerek beni 10 senelik bir borca gömüp, Mısır'a göndermişti. Aslında Mısır'a gitmek falan da istemiyordum ben, ama git 1 2 sene para kazan gel diyerek aklımı çelen sevgili babam, döndüğümde de ben eve para harcamak istemiyorum, tek derdim borcumu kapatmak dediğimde, krediyi kapatmanın hiç sorun olmadığını ve adam gibi bir evde oturmanın benim hakkım olduğunu söyleyerek, beni 1 ay boyunca İstanbul trafiğinde süründürerek, göçebe hayatı yaşamamı sağladı, üstüne üstlük eve harcanan para da neresinden baksan 15 milyarı buldu. Oysa bu 15 milyarın yaklaşık 8 milyarını kendi cebinden ödeyen babam, bu parayı bana verseydi, evin borcundan komple kurtuluyordum.

Buna benim şiddetli itirazım kabul görmedi ve en nihayetinde ben ne haliniz varsa görün, bana bulaşmayın diyerek evde yapılacak hiçbirşeye elimi sürmeyeceğimi belirtmemden sonra, bana zorla boya, parke, fayans seçtiren sevgili babam en nihayetinde ciddi emek harcayıp kendini de yorarak evi çok güzelleştirdi. Artık son kısma geliniyordu, evin salonuna mobilya alınacaktı. Bunun için IKEA'ya gidilecek, kanape koltuk, yemek masası, sehpa televizyon ünitesi ıvır zıvır alınıp gelinecekti. İşte Ümraniye'deki IKEA'nın yerini öğrenmeye çalışırken çıkan bu tartışma sonucu süreç koptu. Esasen süreci koparan şey bu bile olsa, aslında süreci gererek incelten annemin banyoya aldıkları jakuzinin 5 santim daha geniş olması halinde banyoya yine de sığacağını iddia ederek, bu 5 santimin nelere kadir olduğunu sevgili babamın anlayamayacağını iddia etmesiydi. Burada ziyadesiyle sinirlenen babam bir de Google maps'te aşağı yukarı gerginliğini kaldıracak durumda değildi.

Bense hastaydım, öksürüyordum, burnum akıyordu. Başım ağrıyor, kendimi yorgun hissediyordum. IKEA'da benim beğeneceğim şeylerin mantıksız, anlamsız bulunmasına, belki daha iyisi vardır fikriyle saatlerce ekstradan mağazada dolaştırılmaya takatim yoktu. Ama bunu böylece söylemek, babamda biz günlerdir herifin evinde çalışıyoruz, beyefendi gidip kendi eşyasını seçmeye üşeniyor düşüncesi oluşturacağından, bende bulunmayan, ya da bulunsa bile benim feda etmek istemeyeceğim bir göt isterdi.

Tam evden çıkarken jakuzinin 5 santimi ile alevlenen kavga, IKEA'nın yerini bilmiyor oluşumuz ve olası bir kaybolmaya benim tepkim ile babamın tepkisinin farklılığı sebebiyle yeni bir boyuta taşındı. Ben altımda araba varken kaybolsam ve İstanbul'u gereksiz yere yarım saat dolaşmak zorunda kalsam, bunu komik bulur ve sadece gülerdim. Babamsa akıllı insanın buna maruz kalmasını kabullenemeyip, sinirinden deliye dönerdi. Bu sebepten ben yolu öğrenmeyi tek başıma üstüme almayıp, sorumluluğu paylaştırmaya çalıştığım için haritada gidilecek yolu babama gösteriyordum. İşte tam o sırada patlak veren aşağı çek, yukarı git tartışması sonucu IKEA'ya gidilemedi.

Tüm bu olanların en ilginç ortak noktası ise hem annemin, hem babamın, hem de benim mutsuzluğumdu. Sırf beni mutlu etmek ve kendi vicdanını rahatlatmak için eve yaklaşık 80 milyar para gömüp, ciddi ciddi de çabalayan babam mutsuzdu. Çünkü biz nankörlük ediyor; kendisine destek olmak yerine, onu yalnız bırakıyor ve ortaya çıkan sonucu da sadece eleştiriyorduk. Tembellikten boğulmak üzereydik, ama yine de eleştirmekten geri kalmıyorduk. Annem mutsuzdu, çünkü evin mükemmel olması lazımdı, ama evin ona göre hala bir sürü eksiği vardı. Eleştirdikçe babam zıvanadan çıkıyor, annem evi mükemmelleştiremeyeceğini anladıkça üzülüyordu. Ve ben mutsuzdum, çünkü hayatım benim için bana rağmen devrime maruz kalıyordu. Ömrünü bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik üzerine inşa etmeye çalışan ben; sıkıldığında, ortamı beğenmediğinde istifasını verip mahkum bir hayat yaşamamak amacıyla hayatını küçük şeyler üzerine kuran ben; en az on sene aralıksız çalışmamı mecbur kılacak bir borcun altına sokulmuştum. Üstelik dışarıdan bakıldığında nankör gibi görünüyordum.

Dış müdahalelerle kendi ektiğini biçemeyen insanoğlunun çalışkan mutsuzluğu Netamiye'nin sıradan bir olgusuydu işte. Mecburlar değil ancak özgürler mutlu olabilirler oysa. Ne acı, iyilikten bir kez daha maraz doğuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder