24 Şubat 2011 Perşembe

Çalışmak Çalışmak Çalışmak

Sakıp Sabancı’nın tuhaf vurgulamalarıyla söylediği bu sözleri duyar gibiyim. Peki ama neden “çalışmak çalışmak çalışmak”?

Bu soruya cevap verebilmek için çalışmak ne demektir onu tam olarak tanımlamak lazım.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre çalışmak “bir şeyi oluşturmak ya da ortaya çıkarmak için çabalamak, emek harcamak” demek. Yani çabalamanızın sebebi, oluşturacağınız ya da ortaya çıkaracağınız “bir şey” olacak. Zevk için, yapmadan duramayacağınız için ya da sürecin bizatihi kendisi için olmayacak. “Bir şey” için olacak. Doğrusu tuhaf bir tanım. Mesela çocuk yapmak için seks yaparsan, çalışmış olacaksın, ama prezervatif takarsan, tembellik etmiş olacaksın.

Yine Türk Dil Kurumu sözlüğünde ”çalışmak” kelimesinin ikinci anlamı, “herhangi bir iş üzerinde olmak”. Bu daha da tuhaf bir tanım bence ne yalan söyleyeyim. Üçüncü anlamı “İşi veya görevi olmak, bulunmak” Bu tanımda işin içine görev girdi ki, çok fena yapar adamı. Görevin kaynağı nedir sorusu beni yazmak istemeyeceğim yerlere götürür. Dördüncü anlamı “Makine veya aletler işe yarar durumda olmak veya işlemekte bulunmak”. Kapsamı çok dar makine veya alet olman gerekiyor tanımın kapsamına girmek için. Beşinci anlamı, “Bir şeyi yapmak için gereken çarelere başvurmak, o şeyi gerçekleştirmek için kendini zorlamak, çaba harcamak”. Birinci tanımın aynısı. Altıncı anlamı ise, “bir şeyi öğrenmek veya yapmak için emek vermek.” Birinci tanıma öğrenme amacını da eklemiş.

Sevan Nişanyan’ın etimolojik sözlüğüne göre Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lugatit Türk sözlüğünde vurmak çarpmak anlamında çalmak filli varmış. Çalışmak bu kökten vuruşmak, çarpışmak anlamında türetilmiş. Yani göçebe bir toplumda, sadece savaş ekonomisi geçerli gibi gözüküyor. Yine de demiri dövüp kılıç üreten adamın yaptığı eyleme ne deniyordu acaba diye düşünmeden edemedim. Herneyse, çok da önemli değil.

Önemli olan, eğer yalnız bireyler halinde yaşasaydık, hayatımızı sürdürmek için yapacağımız herşey, kısaca yaşamak, çalışmanın ta kendisi olacaktı. Çünkü hayatta kalmak için sürekli bir şeyler yapmamız gerekecekti. Belki de etimolojik sözlükte çalışmak fiilinin çarpışmak, vuruşmak anlamında türetilmesi; çarpışmadan vuruşmadan hayatta kalınamayacağına işaret ediyordu. Sonuçta savaşmak, uyumak, avlanmak, barınak yapmak, yemek pişirmek, hep insanın hayatta kalmak için yaptığı şeyler olacağından tamamı çalışmak kapsamına girecekti. Evet özellikle uyumak. İnsanın tarih boyunca vazgeçemediği şeylerden biri.

Peki ne oldu da çalışmak ile yaşamak birbirinden ayrı düştü de tembellik diye bir şey çıktı? Tabii ki cevap “toplu yaşam”. Çünkü toplu yaşam, bazı insanların hiçbir şey yapmadan topluluğun artıklarıyla yaşayabilmelerini mümkün kıldı. Becerikli ve “çalışkan” insanlar ihtiyaçlarından fazlasını ürettiler ve bunu önce paylaşmaya, zamanla satmaya başladılar. Yavaş yavaş, liderler, yönetimler, iş bölümleri, iş birlikleri, ölçek ekonomileri, takaslar, soylular, köleler, sömürü düzeni falan oluşmaya başladı. Toplum kompleksleştikçe bu ilişkiler de kompleksleşti. Hakkı teslim etmek de zorlaştı tabii.

Sonunda Oblomov doğdu.

Oblomov, kendisi için çalışan 300 köylüye sahip, onların ürettikleri sebebiyle yatağından çıkmadan da yaşayabilen, ilk insandan, yalnız insandan çok farklı bir insan türü. Şimdi “toplu yaşam” imkanlarıyla, bu düzeni kurup da, Oblomovluğa şaşırıp, onu kınamayı çok anlamlı görmüyorum açıkçası. Zira tarih, yapılması mümkün olan şeylerin er ya da geç bir gün yapıldığını bize defalarca gösterdi. Yatağından hiç çıkmadan yaşamanın mümkün olduğunu fark eden, bir gün yatağından hiç çıkmadan yaşamayı da başarabilir yani.

Yıllar önce kuşak çatışmasının tartışıldığı bir televizyon programında orta yaşlı bir vatandaş, bir rock grubu üyesine “saçınızı neden uzatıyorsunuz” diye sormuştu. Cevap güzeldi: “Biz uzatmıyoruz, kendiliğinden uzuyor, asıl sorulması gereken; sizin saçlarınızı neden kestirdiğiniz.” Oblomovluk da buna benziyor, “nasıl yatağından hiç çıkmadan yaşayabiliyorsun” sorusuna Oblomov, eğer Oblomov’u Stoltz’un ağzından Goncarov değil de mesela yukarda sözünü ettiğim rock grubu üyesi yazmış olsaydı; “çok basit, hiçbir şey yapmıyorum, kendiliğinden oluyor” cevabını verebilirdi.

Bana kalırsa, şaşırtıcı olan Oblomov değil, Stoltz’dur. Stoltz, Oblomov’un başında senede bir boza pişirir, “neden şunu yapmadın, neden şuraya gitmedin” diyen, sanayi toplumuna geçişin kahraman iş adamlarından bir Alman’dır. Senede bir Oblomov’u bu sefil hayatından kurtarmaya gelir, onu “kurtuluşa” zorlar, “ya şimdi ya hiç” diye tehditler savurur, Oblomov’un kanına girmeye çalışır, tüm bunları da sırf Oblomov’un temiz yüreğini sevdiği için yapar. Aynı Stoltz mekanik bir Alman olarak, Oblomov’u “kurtuluşa” götürecek toplum mühendisliği projesinin yaratıcısı ve yöneticisidir. Çocuksu bulduğu için aşık olmayı aklından bile geçirmediği genç Olga’yı Oblomov’un “kurtuluş” projesine memur eder.

Olga da genç bir mühendis hevesiyle, Oblomov’u deney faresi gibi kullanarak, kendi “mühendisliğinin” sınırlarını zorlar, tecrübesini artırır. Oblomov’un hakkındaki “soylu” endişelerini Olga pek de kaale almadan mühendisliğini sınar durur. O sırada Oblomov dul ev sahibinin ev işlerindeki kabiliyetine hayran hayran kadının güzel dirseklerini kapı aralarından dikizlemektedir. Oblomov’u bir türlü “kurtuluşa” götüremeyen Olga ve Stoltz, tencere kapak olup birbirlerine aşık olurlarken, Oblomov da dul kadınla tencere kapak oluverir. Yıllar geçtikçe, Olga ile Stoltz’un Oblomov projesindeki başarısızlıkları akıllarına geldikçe Oblomov’u “kurtuluşa” sevk edecek yeni eylemelerde bulunurlar. Fakat bu eylemler de saman alevi gibidir.

Stoltz’un 1800’lerin ikinci yarısında Oblomov’a bir türlü yaptıramadığı bu işleri, 50-60 sene sonra başka bir Alman olan Karl Marx, başka bir Rus olan Lenin’e yaptıracaktır. Çalışmanın, üretimin kutsanacağı Alman-Rus ittifakı bir süper güç olan Sovyetler Birliği’ni yaratacaktır.

Çalışmak ya da Çalışmamak, İşte Bütün Mesele Bu

Herneyse, biz tekrar asıl konumuza dönelim: “Çalışmak ya da çalışmamak, işte bütün mesele bu.”

Bu mesele, yukarılarda da belirtildiği gibi “toplu yaşam” bağlamından koparılamaz. Bireylerin “toplu yaşam” içerisinde bağımsızlıklarını sağlamaları bir şekilde engellenmiştir. Çünkü büyük resmi görebilen “ilerici” insanlar toplumu dolayısıyla, bireyleri manipule etmenin yolunu her zaman bulmuşlardır. Büyük resim; onlara, gökdelen yapmak, uçak üretmek, uzaya gitmek, piramitler inşa etmek istiyorlarsa, bunu tek başlarına yapamayacaklarını söyler durur. Alman mühendisler hemen işe koyulurlar ve insanı bir diğeriyle kolayca ikame edilebilir bir cıvata parçasına indirgeyen “megamachine” tasarlarlar. İnsan hayatını kolaylaştırdığı iddia edilen teknoloji, aslında iş hayatını etkinleştirmek dışında bir amaç gütmez. Tam otomatik çamaşır makineleri, bilgisayarlar, cep telefonları, süpersonik uçaklar sayesinde, insan “megamachine”e daha fazla hizmet etme imkanına kavuşturulur.

Hani diyorlar ya, dünya artık çok küçüldü diye, bütün evren genişlerken, dünyanın küçülmesi bana pek manidar geliyor. Dünyanın küçülmesi dedikleri şey, aslında “toplu yaşam”ın çılgınca büyümesinden başka bir şey değil.

Oblomov benim. Hayır Oblomov benim

Bir anti-kahraman olarak tasarlanan, hatta karikatürize edilen Oblomov, hiç şüphesiz Oblomovluk illetine yakalanmış insanlar kendilerinden utanç duysunlar diye yazılmıştır. O günün Rus toplumunda çok etkili olduğu da açıktır. Oysa bugün, Oblomovluk içinde yaşayan insanlar, bundan utanç duymuyorlar. Çünkü Oblomov tembelliğine bahane bulmak için çalışmayı anlamsızlaştırırken, pek de haksız değildir. Mesela ben bu blogda “eylemsizlik bazen yapılacak en iyi eylemdir” cümlesini kurmuş adamım. Oblomov’a da inanılmaz benziyorum. Benim de 300 tane köylüm olsa ve her sene bana para gönderseler, Oblomov gibi evimden hatta belki yatağımdan çıkmadan yaşayabilirim. Bundan da utanç duymuyorum. Tersine Oblomov karşısında yüceltilen Olga ile Stoltz’dan tiksiniyorum.

Bana göre Oblomov’a söylenebilecek tek şey, “kardeşim sömürdüğün köylülere ayıp olmuyor mu?” olabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder