3 Nisan 2009 Cuma

Ben Çocukken Mim Diye Bir Şey Yoktu

Çakma Melek boyuna posuna bakmadan, benim boyuma posuma bakmadan, ya da bilmiyorum belki de bakmıştır, bana mim göndermiş sevgili okur. Hoş takip edebildiğim kadarıyla kendisi zaten ismi cismi belli 5 6 okurumdan birisi gibi gözüküyor. Yani ortada bir nevi kimi kime şikayet ediyorsun durumu var ama napalım maksat gerginlik yaratalım ortalığı kızıştıralım. Hiç çiğ etle pişmiş et bir olur mu sevgili okur. Olmaz tabii.

Çocukluğumu anlatacakmışım efendim. Çocukluğumu anlatmayı bitireceğim cümleyi şimdiden söylemek istiyorum: “Ben çocukken mim diye bir şey yoktu.”

Hikayeye en başından başlamak icap ediyor sanırım. 1977 yılının 27 Haziranında efendim öğlen saatlerinde hastanede bağıran bir kadın varmış. Bu kadının karnı olması gerektiğinden bayağı bir şişkinceymiş. Herkes nedense bu kadına “karnın burnunda zaten kızım bırak o işi ben yaparım” diye kızıyormuş. İşte karnı burnunda kadın hastane yatağında bağırıp dururken ben de “ya ne diye bağırıyor bu kadın kulağım patladı” diye düşünerek asabi ve meraklı bir biçimde böyle yumuş yumuş, vıcık vıcık bir yerden kafamı dışarı çıkarıp “ne bağırıyon kadın, ne var” diye bağırmaya heveslenirken beyaz önlüklü bir şahıs ayağımdan beni tuttuğu gibi kafa üstü havada sallamaya başlamasın mı? Ben bebek diliyle “noluyor lan, erkeksen bırak ayağımı da göstereyim ebeninkini” diye şiddetle bağırmaya başlamışım. O da korkmuş olacak ki, hemen beni beyaz bir örtüye sararak yüzüme gülümseyip “geçti geçti” falan gibi bir şeyler gevelemeye başlamış. “Ne geçti lan şerefsiz, ne geçti” diye herife bağıramadan beni anneme vermiş: “Gözünüz aydın, nur topu gibi bir oğlunuz oldu.”

“Top senin babandır lan eşşoğleşşek” diye beyaz önlüklü şahsa çemkirmeye çalışırken içinden çıktığım Fatma Girik kılıklı mavi gözlü kadın beni kucağına almış. Allahım bugün gibi hatırlıyorum, öyle sıcaktı ki bakışları ve öyle güzel kokuyordu ki, benim bütün asabiyetim geçti gitti. Fakat beyaz önlüklü şerefsiz beni oradan da alıp bir sürü salak bebenin yattığı bir odaya yalnız başıma yatırmaya kalkınca şerefsizin koluna bir hamle yapıp ısırmaya çabaladım. Fakat ne yazık ki full aksesuar değildim, altı ay sonra diş aksesuarımı modifiye ettirebildim konfigürasyonuma. Ben o ne dedikleri anlaşılmayan bir sürü bebenin arasında mal mal yatarken sarılık denen mikrobu kapmışım adi bebelerin birinden. Gül gibi sararıp solduğumu gören beyaz önlüklü şahıs beni küvez dedikleri solaryum kılıklı aletin içine tıktı. Fakat benim sararmalarım sürdü. Beyaz önlüklü şahsın zamanın herşeyin ilacı olduğuna inancı tamdı ve mavi gözlü kadına “birşey olmaz yaa biraz daha yatsın birşeyciği kalmaz orda” dedi. “Lan şerefsiz beni mavi gözlü kadından ayırdın birinci eşeklik, bu salak bebelerin arasına yatırdın ikinci eşeklik, şimdi de zamana güveniyorsun üçüncü eşeklik, bu kadar mı eşek olur bir insan yaw” diye ben yeri göğü inletirken, beyaz önlüklü şahıs sarılığımda bir düzelme olmadığını ertesi sabah beni baygın gördüğünde ancak anlayabildi. O gün kanımı tamamen değiştirmişler ve o gün bugündür mavi gözlü kadının sadece genlerini taşıyorum, kanını değil. Tüm kanım değişmiş olmasına rağmen sarılık mikrobu vücudumu terketmeyince Ankara’ya sevk etmiş beni beyaz önlüklü şahıs. Ben baygındım hatırlamıyorum. Sonuç, beyinde kalıcı hasar.

Beyaz önlüklü şahıslar silsilesi muayene edip durdu beni sonraları. Kimisi dedi gerizekalısın sen, kimisi dedi konuşamayabilir hatta yürüyemeyebilirsin. Mavi gözlü kadın bu cevapları beğenmedikçe yeni beyaz önlüklüler gördüm ben. En son bir tanesi dedi ki, “merak etme yürürsün de, konuşursun da, zekan da gayet normal sadece beynin motor hareketlerini kontrol eden yerinde bir hasar var. Yani Gabriel “Sylar” Gray gibi saat tamircisi olamayacaksın ama Peter Petrelli olmanın önünde de bir engel yok.” Ben de dedim ki, “yemişim Sylar’ı, o zaten kötü adam, yaşasın Peter.

Üç aylıkken ilk defa denizi gördüm, yüzdüm. Altı aylıkken yeni bir apartmana taşındık. Apartmanın adı yoktu, komşuların benin çok tatlı bulmaları üzerine benim adım apartmanın adı oldu. Bir buçuk yaşımda yürüdüm, iki yaşımda konuştum. Mavi gözlü kadın abimin aksine kravat gibi zor kelimeleri bile bir çırpıda doğru bir biçimde söylediğimi duyunca çok sevindi. Tonla zeka testinden geçtim, dilim dört yaşıma kadar sola hareket etmedi. Bununla ilgili mavi gözlü kadınla beraber tonla egzersiz yaptım. Uzun saçlarım vardı çocukken ve şimdikinin aksine tombiş yanaklarım. 1982 dünya kupası sırasında Maradona’nın saçları benim saçlarıma çok benziyordu. Bu nedenle mahallede top oynarken bana Maradona dediler. Oysa ben kaleci olup sağa sola atlayp kurtardığım toplarla kahraman olmak isterdim. Yine o günlerde patlamış mısır yerken patlamamış bir mısır tanesini kulağıma soktum ve o mısırı oradan ancak bir beyaz önlüklü şahıs gecenin bir yarısı çıkarabildi.

Aynı apartmanda oturan anneannemler ve bizim evden sonra, kapıcımızın evi benim üçüncü evimdi. Kapıcımızı da kapıcımızın çocuklarını da çok severdim. Hatta öyle ki, kapıcı evinin kapısında kilit yoktu ve ben pat diye sessizce oturma odalarında belirdiğimde kimse bu durumu yadırgamıyordu. Apartmanın arka bahçesinde toprakla oynamayı çok seviyordum o zamanlar. Hatta Ankara’dan bir keresinde babaannemle dedem geldiğinde beni toprakla oynarken görmüşler, “Seliiim biz geldik” demişler. Verdiğim cevap bir efsane gibi dilden dile dolaştı ve halen anlatılır baba tarafından akrabalarım arasında: “Nöğrek”

Yazları deniz kenarına giderdik mavi gözlü kadınla. Apartman komşularımızdan rahmetli Necati Amca’nın da aynı yazlıkta evleri vardı. Yazlıkta daha önce hiç görmediğim kurbağaları merakla incelerken bir gün Necati Amca’ya sorduğum soru apartmanda uzun yıllar anlatıldı: “Necati Amca, bu kurbağalar tuvaletlerini nereye yapıyorlar?”

Beş yaşımda anaokulunda bindiğim salıncağın zinciri koptu, başım yarıldı. Altı yaşımdayken abim İstiklal Marşının on kıtasını ezberlemeye çalışırken ben ondan önce ezberledim. Anaokulunun müsameresinde ezberden istiklal marşının on kıtasını okudum. En sevdiğim şarkıcılar Erol Evgin ile Barış Manço idi. Akşamları abimle beraber zorla yatağa gönderildiğimizde sevdiğimiz şarkıcıların şarkılarını söyleyip, birbirimize fıkralar anlattığımız “Konuşma Kumarhanesi” adlı bir radyo programı yapıyorduk.

Altı buçuk yaşımda eve en yakın ilkokula kayıt olmak için gittiğimde, okulun müdürü bu çocuk okuyamaz dedi. Mavi gözlü kadının elinden müdürü zor aldık. Bu defa müdür canını kurtarmak için kendisi zeka testi yapmayı kabul etti. Test basitti, geçtim, ilkolkula kayıt oldum. Sınıfta okumayı ilk öğrenen birkaç kişiden biri bendim. Ama yazım berbattı, hala da berbat. Öğretmenim çok uğraştı, ama ben kalemi asla onun istediği gibi tutmadım, tutamadım. Ama öğretmenmin stediği gibi gibi kalem tutamasam ve her ne kadar abime inat Real Madrid taraftarı ve Emilyo Butraguenyo hayranı olsam da Juventus’un kadrosunu ezbere biliyordum:

1. Zof
2. Centile
3. Bonini
4. Karboni
5. Brio
6. Şrea
7. Bettaga
8. Tardelli
9. Rossi
10 Platini
11. Boniyek

Yedi yaşımda sünnet olurken yeni bir efsane olaya daha imzamı attım ve sünnetçinin üstüne işedim. Ama işte etme bulma dünyası, sünnetten sonra yara iltihap kaptı. Abim ertesi gün koşup oynamaya başlarken benim onbeş gün boyunca acılar içinde çişimi yapıyor olmam bu hayatın bana attığı en büyük kazıklardan biriydi. Ama yine de sünnetin iyi bir tarafı vardı. Necati Amca’nın İngiltere’de okuyan oğlu Ümit Abi bir kocaman poşet dolusu bilye getirmişti İngiltere’den. Türkiye’de kesinlikle olmayan renklerde ve ebatlarda şahane bilyalardı onlar, ütülmeye kıyamazdınız. Yine de abimle bu bilyaların bazılarını arka bahçedeki apartmanın diğer çocuklarına balkondan atıp, onların bilyaları kapışmalarını keyifle izlerdik. Nezaketsiz bir biçimde de olsa bilyaları arkadaşlarımızla paylaşıyorduk.

Ramazan ayı o zamanlar yaz aylarına geliyordu ve biz çocuklar için mükemmel bir aydı. Teravih namazına gidiyoruz ayağına akşamları dışarı çıkıp, kız kovalayan, füze, bomba gibi yanıcı patlayıcı malzemeler kullanıp eğleniyorduk.

Sekiz yaşında babamın aldığı bisikleti kapıda gördüğümde acayip sevinmiştim. Babam hala o kadar sevineceğini bilseydim daha önce alırdım o bisikleti der. Kapıcımızın çocuklarıyla beraber bisiklet sürmeyi öğrendiğimiz bisikletti o. Onlar olmasa öğrenemeyebilirdim.

En sevdiğim meyve muzdu, fakat ben yemeyi abarttığımdan vücudumda alerjik kızarıklıklar oluşuyor ve fena kaşınıyordu. Mavi gözlü kadın bu sebeple bana yalan söylerdi. “Selim” derdi, “muz Türkiye’de satılmıyor artık, hükümet muz ithalatını yasakladı.” Sonra ben karşı komşumuzun evindeki bir apartman oturmasnda tabaktaki muzu gördüğüm anda gözlerimin parladığını gören mavi gözlü kadın hemen olaya müdahale ederek, “Selim, Kamil amcan Libya’da çalışıyor ya, oradan getirmiş gelirken” dedi. 80’li yılların müteahhitlerinin Libya’da çatır çatır inşaat işleri yaptığı günlerdi. Kamil Amca da bir müteahhitin mühendisi olarak gidiyordu Libya’ya. Uzun yıllar boyunca yaptıkları inşaatların paralarını alamayacaklarını müteahhitler bilmiyordu.

İlkokulda beş yıl boyunca tüm derslerim Pekiyi oldu. Sınıf arkadaşlarım bana profesör diyorlardı. Ama 23 Nisanlarda okulun bando takımında trampet çalarak boy gösteremedim hiç. Oysa ta tatte tatefeta tatefetatte tatefe ta diye bütün ritmlerini biliyordum. Beşinci sınıfa başlarken kendime ait özel bir odam oldu ve okulu bitirdiğimde Anadolu Lisesi sınavını kazanan sınıfımdan tek kişiydim, tüm okulda da dört kişiden biri.

Ben çocukken matematik vardı, ders vardı, ödev vardı, futbol vardı, şarkılar vardı, gazete vardı, televizyon vardı, ama mim diye bir şey yoktu.

Şimdi bu mimi paslamak istediğim bir kaç kişi var aslında ama dilerlerse rapor getirip mimlerden muaf da olabilirler. Evet Mehmet Hayri Zan, Shadowboxer ve Medea Cezire mimlisiniz. :)

5 yorum:

  1. okudugum en guzel cocukluklardan biriydi bu. iyi ki, siz cocukken mim yokmus ama simdi olmus bakin..

    YanıtlaSil
  2. selim naptın ya? ben bu acıya dayanamam. zaman bulunca denerim de... of of.

    profesör boniyek ne adamdı di mi? ben fena juventus taraftarıydım, sırf siyah beyaz diye. hey gidi eski zamanlar.

    YanıtlaSil
  3. Abi biz mim meydanlarında perişan ourken okumak hoşuna gidiyordu amma, noldu, zoruna mı gitti? :)

    Valla o Juventus başka bir takımdı. Platini'si, Boniyek'i, Rossi'si hatta kasap Centile'si çok acayip bir takımdı. Sonra da oldu çok manyak takımlar ama Juventus'un yeri başka :) Her ne kadar Real Madrid'i tutuyorduysam da.

    YanıtlaSil
  4. ben görevimi yerine getirdim, aferinimi beklerim.

    YanıtlaSil
  5. Okudum mimini, bence şahaneydi. Detalı aferini ilk fırsatta yazacağım bloguna.

    YanıtlaSil