6 Nisan 2017 Perşembe

Selim Işık Film İzliyor

Bu blogu yazarken, hep bir kalite kaygım oldu. Yazılarım belli kelime sayılarını geçsin, çok kişisel konular içersin, dert ettiğim şeyleri eli yüzü düzgün bir şekilde anlatayım istedim. Emekli olduğumda, neredeyse dertlerimin tümü yok olduğu için bu bloga da yazamaz oldum. :)

Emekliyken, çok film izledim. Bu filmler hakkında bir şeyler de yazdım kendimce, ama bu yazdıklarım burası için uygun şeyler değildi. O nedenle yazmadım buraya. Ama filmler konusunda benim dert ettiklerimi yazan, filmlere benim gibi bakan pek kimseyi bulamadım. Anlamadığında anlamadım diyen, bu film beni aşıyor diyen, filmin şurası ilginç gelin bunu konuşalım diyen birileri rast gelmedi. 

Ben de bir film incelemeleri blogu yapayım diye düşündüm. 

Görsellere değil kelimelere, sinemanın benim anlamadığım oyunculuk, sinematografi, ışık, kadraj gibi teknik detaylarına değil, tamamen ve sadece senaryoya odaklı bir blog olsun istedim. 

Filmin sonunu söylemenin dünyanın sonu olmadığını düşünen, sevdiği filmleri defalarca izleyip her izleyişinde farklı tatlar alan benim gibi insanlara hitap etsin istedim. Spoiler olacak diye anlatmak istediklerine ket vurmayan bir blog olsun istedim.

"Film, alt metinlerle, metaforlarla zenginleştirilmiş üslubuyla dikkat çekiyor" gibi muğlak yorumlardansa, metaforun ne olduğunu, o metaforla neler anlatılmak istendiğini, alt metinde neler olduğunu belirgin şekilde açıklayan bir blog olsun istedim. 

"Amma abartmışsın yahu, senin söylediğin şeyler filmi çeken adamın aklına bile gelmemiştir" dedirtebilen yorumlar olsun istedim. Yönetmenin ne anlattığı da şüphesiz önemli, ama izleyicinin ne anladığı ondan daha da önemli diyen bir blog olsun istedim.

Derin bakmaya çalışan, derini anlamaya çalışan bir blog olsun istedim.


İzlediğim her filim için yazmayı düşünüyorum. Yazılarımın kimi kısa, kimi uzun, kimi çok uzun olacak. Artık ne anlarsam o. House altında çalışan doktorları kovduğunda, hastalık teşhisi yapabilmek için hastane hademeleriyle falan  muhabbet ediyordu ya, muhabbetin, etkileşimin, tartışmanın böyle etkileri olabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla katkıda bulunursanız, çok sevinirim. 

Son olarak, Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ından bir alıntı:

"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor.”

Bu adam ölse bile, ne düşündüğü baki kalsın.   

13 Nisan 2014 Pazar

Yaşasın Emeklilik

Uzun zaman olmuş sevgili blog, üç yıldır tek kelime etmemişim sana. Bu üç senede hayatımı tamamen değiştirmeyi başardım. Eskiden şikâyet ettiğim hiçbir şey artık hayatımda yok. Artık çalışmak zorunda değilim. Sabah belli bir saatte uyanmam, bir yerlere yetişmem, tıraş olmam, birileriyle saçma sapan konuşmalar yapmam gerekmiyor artık. Hayatımın ilk 36 senesini zorlaştıran, zaman zaman beni bunalıma sokan nörolojik hastalığım, bundan sonraki hayatım için bana inanılmaz bir hediye verdi. Şu dünyada belki de tek hayalimin bu şekilde gerçekleşeceği bundan üç sene önce aklımın ucundan bile geçmezdi. Resmen emekli oldum. 24 Temmuz 2013’ten beri tamamıyla özgürüm.

En son Oblomov’dan bahsetmişim sana sevgili blog, şimdi Oblomov’un hayatından bir eksiğim yok, istediğim zamanlarda fazlam oluyor. Hayat ne tuhaf gerçekten, vapurlar falan…

Seninle ilgilenmediğim sürede 100’den fazla kitap okudum, 200’den fazla film izledim sevgili blog. Yüzlerce bölüm dizi de cabası. Çoğunu beğenmedim, ama az sayıda bayıldığım kitap ve filmle karşılaştım. Alex de la Iglesia filmleri ve Murat Menteş kitapları ile bu dönemde tanıştım mesela. Çok sayıda adventure oyunu bitirdim yine bu üç senede sevgili blog. Black Mirror serisi, Secret Files serisi zamanımı güzel geçirmemi sağladı. Seçmekten yorulduğumda, kendimi tamamen televizyona verip en aptal programları seyrettim. Bir ara baktım evlilik programları izliyorum, böyle gitmez deyip, yeniden seçmeye başladım.

Birikmiş biraz param vardı, emekli maaşıma ilave edip geçinir giderim dediğim, daha fazla getiri alır mıyım diye ekonomi kanallarının müdavimi oldum uzunca bir dönem. Forextir, borsadır, getiri yerine götürü oldu ne yazık ki sevgili blog. Ama dünyayı biraz daha iyi okuyabiliyorum sanırım bu sayede. Gezi Parkı beni de politikleştirdi, şapka çıkardım yaratıcı sloganlarına, aktivizmlerine. Hayatımda ilk defa bir eyleme gittim ve polis arabasının ters çevrilip benzinliğin dibinde yakıldığı manyak Fenerbahçe Galatasaray maçından sonra ikinci kez biber gazı yedim. Seçimlerden sonra hevesim kırıldı, kabuğuma çekildim yine. Ama ekonomi kanalı çok takip ettim dedim ya, kimse merak etmesin uzun sürmeyecek.

Sonra Raspberry Pi ve XBMC ile bu dönemde tanıştım ve çok sevdim onları. 2013 yılı sonlarında da emektar Nokiam bozulunca Iphone’a geçtim ve bayıldım sevgili blog. Benim için büyük bir adım oldu.

Çalışmadığım yaklaşık dokuz ay boyunca, zaman zaman daha kaliteli geçirebilirim zamanı dediğim oldu kendi kendime, ama sıkılmanın yanına bile yaklaşmadım. Evet sevgili blog gerçekten hayat bana güzel. Kendimi Mor ve Ötesi’nin Daha Mutlu Olamam şarkısındaki gibi hissettiğim dönemler çok oldu. “Bir de sigarayı bıraksam, kimse tutamaz beni”.

Aslında ben “Her” denen sinir bozucu film hakkında yazayım diye açmıştım burayı, ama üç senedir yazmamışım pat diye film mi anlatayım şimdi sevgili blog.

25 Şubat 2011 Cuma

Çalışmak, Çalışmak Çalışmak -2

Kaldığımız yerden devam edersek, peki Oblomov neden çalışmayı anlamsızlaştırıyor, ya da ben neden “eylemsizlik, bazen yapılacak en iyi eylemdir” cümlesini kurdum?

Herşeyden önce şunu teslim etmeliyim ki; bütün bu yazdıklarım ve yazacaklarım, sefil ve tembel varoluşumu gizlemek için uydurduğum, kendimi de kandıran bir savunma mekanizmasının işlevi olabilir. Evet, bu ciddi bir ihtimaldir ve ben bunu kabul ediyorum. Bu ihtimal vuku buluyorsa, sefil ve tembel varoluşum, aslında “yüce ve çalışkan bir varoluşa” dönüşmek istiyor demektir. Dönüşemediği için ve bu sebeple ortaya çıkan bu başarısızlığı örtmek için de “yüce ve çalışkan bir varoluşun” içini boşaltmaya çalışıyordur. Peki, ama o zaman, “yüce ve çalışkan bir varoluşun” ne olduğunu, yapısını, şeklini, şemalini biliyor olmalıdır değil mi?

Ben bunu bilmiyorum. Adaşım Selim Işık gibi ben de “yüce” bir şeye tutunamıyorum. Ne yani memleketin başına Hamlet mi kesileyim? İsa mı olayım? Olmuyor işte. Hani sürekli sen okyanus içinde bir damlasın diyorlar ya, ben de işte ha bir damla eksik, ha bir damla fazla diyorum. Bir damlanın okyanusu etkileme gücüne inanmıyorum, bari damlayı kurtarayım diyorum. Onu kurtarmanın yolu da okyanusa karışmamaktan, yani var olmamaktan geçiyor sanıyorum. Olmuşu öldürecek halim de yok. Kendimce bulaşmamaya, karışmamaya çalışıyorum. Hani yeni doğmuş çocuklar günahsız oluyor ya, bunun sebebinin bu bebeklerin hiçbir eylem yapmamış olmamaları olduğunu zannediyorum. Çünkü bu “toplu yaşamın” kaotikleştirdiği hayatta bir şey yapıp da, günaha bulaşmayanın olmadığını düşünüyorum. Düşünürken, düşünürken laptop kucağımda uyumuşum.

Rüyamda, kullanıcının komutu olmadan, gözükmeden, sessiz sedasız, kendi halinde çalışan Windows programcıklarından biri, ne bileyim bir svchost.exe, bir ctfmon.exe gibi varlığını Windows’a armağan eden ve sabırla format atılacak anı bekleyen bir varlığa dönüşmüş, bu arada da “hayat Windows’a fena halde benzer” gibi güldürürken düşündüren cümleler kuruyorum. Herkes gülsün bu cümlelere istiyorum, gülerlerken de düşünsünler istiyorum. Sonra birden “ben ve benim gibiler olmadan bu Windows çalışmaz arkadaş” diye bağırmak istiyorum. Yumruğumu masaya vurmak istiyorum. Greve gitmek istiyorum. “Sıkıysa lokavt yapsınlar lan” diyorum. “Sıkı değil” diyor dayı en Tuncel Kurtiz haliyle, “baksana tel tel dökülüyor”. Dayı” diyorum, “ben sıkı olmak istiyorum.” “Ancak yeterince sıkı olanlar sıkılmazlar” diyorum. “Sıkılıyorum, demek ki yeterince sıkı değilim” diyorum. “Sıkılıyorum, öyleyse varım” diyorum. Dayı yüzüme bakıp gülüyor.

Sonra tersten düşünmeye başlıyorum, olmayana ergi yapıyorum. “Varım da ondan sıkılıyorum” diyorum, “baksana, yoklar hiç sıkılıyorlar mı?” “Yok” diyor dayı, “Yoklar hiç sıkılmıyorlar.” “Bir de ermeyene olgu metodu uydursalar” diyorum, “hep olmadıklarımıza eriyoruz, bir türlü ermediklerimize olamıyoruz.” “Konuyu sulandırma yeğen” diyor dayı, “sek ağır geliyor dayı” diyorum. “Yalan söyleme yeğen” diyor dayı, “sana çalışmak ağır geliyor.” Dayıya “sen de mi Brütüs diyen Sezar gibi bakıyorum, “yaw o da ağır geliyor, bu da” diyorum, “ağır gelmek sırayla mı?” Sırıtarak, “Hayır” diyor dayı, “Parayla. Parayı bulmak için de çalışman lazım yeğen.” “Çalışmam için ne lazım sen bana onu söyle dayııı!” diyorum, “ağır kaldırmayı bileceksin yeğeeeen” diyor dayı. “Yeğenin” diyorum saygıyla dayıya, “yeğenin kurban olsun sana dayıııı.”

“Dayı” diye seslenip, soruyorum, “sen bilirsin, nedir bu çalışmak?” “Çalışmak, yaşamaktır yeğen” diyor, “Çalışmadan yaşayamazsın, yaşamadan çalışamazsın.” “Dayııı ben de bunu söyledim geçen gün” “Ama” diye soruyor dayı, “Ama,” diyorum, “durmadan koşamazsın, koşmadan da duramazsın, o zaman durmak da koşmak mı dayıııı?” Dayı beni şöyle bir süzüyor memnuniyetsiz bir suratla, hemen oracıkta tenzil-i rütbe yapıyor bana, yeğen olan rütbemi anında kardeşe indiriyor, “Çok biliyorsan kardeş” diyor bana, “sen anlat da biz dinleyelim.”

Ikea’dan aldığım uzanma koltuğundan 8 biçiminde uyanıyorum. Televizyonda Ezel oynuyor. “Ulan ben de merak edip duruyordum neden 8, neden 8 diye; demek ki, bu Kıvanç Tatlıtuğ da Ikea’dan aldığı uzanma koltuğunda uyuya kalıp, uzun boyunu o koltuğa sığdırmaya çalışırken aldığı pozisyon gereği 8 olmuş” diye düşünerek gülümsüyorum: “Kardeş, dayı bile bilmiyor, çalışmanın ne olduğunu, o da benim gibi yaşamaktır maşamaktır diye geveleyip duruyor.”

Hemen akabinde sevindim: "Lan allahtan rüyamda dayıyı gördüm, ya Sakıp Ağa'yı görseydim!"

24 Şubat 2011 Perşembe

Çalışmak Çalışmak Çalışmak

Sakıp Sabancı’nın tuhaf vurgulamalarıyla söylediği bu sözleri duyar gibiyim. Peki ama neden “çalışmak çalışmak çalışmak”?

Bu soruya cevap verebilmek için çalışmak ne demektir onu tam olarak tanımlamak lazım.

Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre çalışmak “bir şeyi oluşturmak ya da ortaya çıkarmak için çabalamak, emek harcamak” demek. Yani çabalamanızın sebebi, oluşturacağınız ya da ortaya çıkaracağınız “bir şey” olacak. Zevk için, yapmadan duramayacağınız için ya da sürecin bizatihi kendisi için olmayacak. “Bir şey” için olacak. Doğrusu tuhaf bir tanım. Mesela çocuk yapmak için seks yaparsan, çalışmış olacaksın, ama prezervatif takarsan, tembellik etmiş olacaksın.

Yine Türk Dil Kurumu sözlüğünde ”çalışmak” kelimesinin ikinci anlamı, “herhangi bir iş üzerinde olmak”. Bu daha da tuhaf bir tanım bence ne yalan söyleyeyim. Üçüncü anlamı “İşi veya görevi olmak, bulunmak” Bu tanımda işin içine görev girdi ki, çok fena yapar adamı. Görevin kaynağı nedir sorusu beni yazmak istemeyeceğim yerlere götürür. Dördüncü anlamı “Makine veya aletler işe yarar durumda olmak veya işlemekte bulunmak”. Kapsamı çok dar makine veya alet olman gerekiyor tanımın kapsamına girmek için. Beşinci anlamı, “Bir şeyi yapmak için gereken çarelere başvurmak, o şeyi gerçekleştirmek için kendini zorlamak, çaba harcamak”. Birinci tanımın aynısı. Altıncı anlamı ise, “bir şeyi öğrenmek veya yapmak için emek vermek.” Birinci tanıma öğrenme amacını da eklemiş.

Sevan Nişanyan’ın etimolojik sözlüğüne göre Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lugatit Türk sözlüğünde vurmak çarpmak anlamında çalmak filli varmış. Çalışmak bu kökten vuruşmak, çarpışmak anlamında türetilmiş. Yani göçebe bir toplumda, sadece savaş ekonomisi geçerli gibi gözüküyor. Yine de demiri dövüp kılıç üreten adamın yaptığı eyleme ne deniyordu acaba diye düşünmeden edemedim. Herneyse, çok da önemli değil.

Önemli olan, eğer yalnız bireyler halinde yaşasaydık, hayatımızı sürdürmek için yapacağımız herşey, kısaca yaşamak, çalışmanın ta kendisi olacaktı. Çünkü hayatta kalmak için sürekli bir şeyler yapmamız gerekecekti. Belki de etimolojik sözlükte çalışmak fiilinin çarpışmak, vuruşmak anlamında türetilmesi; çarpışmadan vuruşmadan hayatta kalınamayacağına işaret ediyordu. Sonuçta savaşmak, uyumak, avlanmak, barınak yapmak, yemek pişirmek, hep insanın hayatta kalmak için yaptığı şeyler olacağından tamamı çalışmak kapsamına girecekti. Evet özellikle uyumak. İnsanın tarih boyunca vazgeçemediği şeylerden biri.

Peki ne oldu da çalışmak ile yaşamak birbirinden ayrı düştü de tembellik diye bir şey çıktı? Tabii ki cevap “toplu yaşam”. Çünkü toplu yaşam, bazı insanların hiçbir şey yapmadan topluluğun artıklarıyla yaşayabilmelerini mümkün kıldı. Becerikli ve “çalışkan” insanlar ihtiyaçlarından fazlasını ürettiler ve bunu önce paylaşmaya, zamanla satmaya başladılar. Yavaş yavaş, liderler, yönetimler, iş bölümleri, iş birlikleri, ölçek ekonomileri, takaslar, soylular, köleler, sömürü düzeni falan oluşmaya başladı. Toplum kompleksleştikçe bu ilişkiler de kompleksleşti. Hakkı teslim etmek de zorlaştı tabii.

Sonunda Oblomov doğdu.

Oblomov, kendisi için çalışan 300 köylüye sahip, onların ürettikleri sebebiyle yatağından çıkmadan da yaşayabilen, ilk insandan, yalnız insandan çok farklı bir insan türü. Şimdi “toplu yaşam” imkanlarıyla, bu düzeni kurup da, Oblomovluğa şaşırıp, onu kınamayı çok anlamlı görmüyorum açıkçası. Zira tarih, yapılması mümkün olan şeylerin er ya da geç bir gün yapıldığını bize defalarca gösterdi. Yatağından hiç çıkmadan yaşamanın mümkün olduğunu fark eden, bir gün yatağından hiç çıkmadan yaşamayı da başarabilir yani.

Yıllar önce kuşak çatışmasının tartışıldığı bir televizyon programında orta yaşlı bir vatandaş, bir rock grubu üyesine “saçınızı neden uzatıyorsunuz” diye sormuştu. Cevap güzeldi: “Biz uzatmıyoruz, kendiliğinden uzuyor, asıl sorulması gereken; sizin saçlarınızı neden kestirdiğiniz.” Oblomovluk da buna benziyor, “nasıl yatağından hiç çıkmadan yaşayabiliyorsun” sorusuna Oblomov, eğer Oblomov’u Stoltz’un ağzından Goncarov değil de mesela yukarda sözünü ettiğim rock grubu üyesi yazmış olsaydı; “çok basit, hiçbir şey yapmıyorum, kendiliğinden oluyor” cevabını verebilirdi.

Bana kalırsa, şaşırtıcı olan Oblomov değil, Stoltz’dur. Stoltz, Oblomov’un başında senede bir boza pişirir, “neden şunu yapmadın, neden şuraya gitmedin” diyen, sanayi toplumuna geçişin kahraman iş adamlarından bir Alman’dır. Senede bir Oblomov’u bu sefil hayatından kurtarmaya gelir, onu “kurtuluşa” zorlar, “ya şimdi ya hiç” diye tehditler savurur, Oblomov’un kanına girmeye çalışır, tüm bunları da sırf Oblomov’un temiz yüreğini sevdiği için yapar. Aynı Stoltz mekanik bir Alman olarak, Oblomov’u “kurtuluşa” götürecek toplum mühendisliği projesinin yaratıcısı ve yöneticisidir. Çocuksu bulduğu için aşık olmayı aklından bile geçirmediği genç Olga’yı Oblomov’un “kurtuluş” projesine memur eder.

Olga da genç bir mühendis hevesiyle, Oblomov’u deney faresi gibi kullanarak, kendi “mühendisliğinin” sınırlarını zorlar, tecrübesini artırır. Oblomov’un hakkındaki “soylu” endişelerini Olga pek de kaale almadan mühendisliğini sınar durur. O sırada Oblomov dul ev sahibinin ev işlerindeki kabiliyetine hayran hayran kadının güzel dirseklerini kapı aralarından dikizlemektedir. Oblomov’u bir türlü “kurtuluşa” götüremeyen Olga ve Stoltz, tencere kapak olup birbirlerine aşık olurlarken, Oblomov da dul kadınla tencere kapak oluverir. Yıllar geçtikçe, Olga ile Stoltz’un Oblomov projesindeki başarısızlıkları akıllarına geldikçe Oblomov’u “kurtuluşa” sevk edecek yeni eylemelerde bulunurlar. Fakat bu eylemler de saman alevi gibidir.

Stoltz’un 1800’lerin ikinci yarısında Oblomov’a bir türlü yaptıramadığı bu işleri, 50-60 sene sonra başka bir Alman olan Karl Marx, başka bir Rus olan Lenin’e yaptıracaktır. Çalışmanın, üretimin kutsanacağı Alman-Rus ittifakı bir süper güç olan Sovyetler Birliği’ni yaratacaktır.

Çalışmak ya da Çalışmamak, İşte Bütün Mesele Bu

Herneyse, biz tekrar asıl konumuza dönelim: “Çalışmak ya da çalışmamak, işte bütün mesele bu.”

Bu mesele, yukarılarda da belirtildiği gibi “toplu yaşam” bağlamından koparılamaz. Bireylerin “toplu yaşam” içerisinde bağımsızlıklarını sağlamaları bir şekilde engellenmiştir. Çünkü büyük resmi görebilen “ilerici” insanlar toplumu dolayısıyla, bireyleri manipule etmenin yolunu her zaman bulmuşlardır. Büyük resim; onlara, gökdelen yapmak, uçak üretmek, uzaya gitmek, piramitler inşa etmek istiyorlarsa, bunu tek başlarına yapamayacaklarını söyler durur. Alman mühendisler hemen işe koyulurlar ve insanı bir diğeriyle kolayca ikame edilebilir bir cıvata parçasına indirgeyen “megamachine” tasarlarlar. İnsan hayatını kolaylaştırdığı iddia edilen teknoloji, aslında iş hayatını etkinleştirmek dışında bir amaç gütmez. Tam otomatik çamaşır makineleri, bilgisayarlar, cep telefonları, süpersonik uçaklar sayesinde, insan “megamachine”e daha fazla hizmet etme imkanına kavuşturulur.

Hani diyorlar ya, dünya artık çok küçüldü diye, bütün evren genişlerken, dünyanın küçülmesi bana pek manidar geliyor. Dünyanın küçülmesi dedikleri şey, aslında “toplu yaşam”ın çılgınca büyümesinden başka bir şey değil.

Oblomov benim. Hayır Oblomov benim

Bir anti-kahraman olarak tasarlanan, hatta karikatürize edilen Oblomov, hiç şüphesiz Oblomovluk illetine yakalanmış insanlar kendilerinden utanç duysunlar diye yazılmıştır. O günün Rus toplumunda çok etkili olduğu da açıktır. Oysa bugün, Oblomovluk içinde yaşayan insanlar, bundan utanç duymuyorlar. Çünkü Oblomov tembelliğine bahane bulmak için çalışmayı anlamsızlaştırırken, pek de haksız değildir. Mesela ben bu blogda “eylemsizlik bazen yapılacak en iyi eylemdir” cümlesini kurmuş adamım. Oblomov’a da inanılmaz benziyorum. Benim de 300 tane köylüm olsa ve her sene bana para gönderseler, Oblomov gibi evimden hatta belki yatağımdan çıkmadan yaşayabilirim. Bundan da utanç duymuyorum. Tersine Oblomov karşısında yüceltilen Olga ile Stoltz’dan tiksiniyorum.

Bana göre Oblomov’a söylenebilecek tek şey, “kardeşim sömürdüğün köylülere ayıp olmuyor mu?” olabilir.

4 Şubat 2011 Cuma

Mısır'da Dönen Dolaplar

Çok ilginç, gerçekten çok ilginç. Blogu hiçbir zaman haberciler gibi kullanmak istemedim, ama bu hikaye gerçekten ilginç ve ben hiçbir yerde buna benzer bir şeyler okumadım.

Mısır’da internet erişimi 3 4 gündür normale döndüğünden beri, Mısır’da beraber çalıştığım, ki çoğunu işe kendim aldım, genç üniversite mezunu çocuklarla MSN’den yazışıyorum. Söyledikleri ile gazete haberlerini birleştirdiğimde çok farklı bir Mısır hikayesi oluşuyor.

Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi bu yazıştığım çocukların hepsi gösterilerin ilk günlerinde Tahrir Meydanı’na gitmiş çocuklar. Hepsinin söylediklerinin ortak noktası, Hüsnü Mubarek’in gelecek seçimde aday olmayacağını belirten açıklamasının tatmin edici olduğu ve sonrasında meydanlara kesinlikle gitmediklerini söylemeleri. Hatta şu an meydanda bulunan ve çatışan göstericilere fena halde öfke duyduklarını söylüyorlar.

Yani Mısır’daki gösterileri iki bölümde incelemek gerekiyor. Hüsnü Mubarek’in gelecek seçimde aday olmayacağını belirten açıklamasına kadarki Mısır gösterileri ve bu açıklamadan sonraki gösteriler.

Hepinizin hatırlayacağı gibi gösterilerin ilk günlerinde Müslüman Kardeşler’in ya da diğer örgütlü muhalefetin bu gösterileri yönetmediği hatta katılmadığı yazılıp çiziliyordu. Protestocular, twitter, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde kendiliğinden örgütlenmişlerdi. Hemen ilk gösterinin gecesinde Hüsnü Mubarek önce bu siteleri Mısır’a kapattı, ertesi gün gençlerin cep telefonlarıyla örgütlenip yine protestolarına devam etmelerini görünce, cep telefonlarını da tüm internet erişimini de askıya aldı.

Bunlar bir taraftan gerçekleşirken, meydanlara ciddi kalabalık çıktığını gören muhalifler belli ki bunu fırsat olarak görüp ortaya bir bir çıkmaya başladılar. Önce Müslüman kardeşler, geçen Cuma günündeki gösteriye destek vereceklerini açıkladılar; ardından El Baradei gösterilere katılmak üzere geçen Perşembe Avusturya’dan Mısır’a geldi. Yani cumaya kadar protestolar Mısır’lı gençler tarafından örgütsüzce gerçekleştirilirken, Cumadan sonra örgütlü muhalefet de protestolara katıldı.

1 Şubat gecesi Hüsnü Mubarek gelecek seçimlerde aday olmayacağını, gençlerin reform taleplerini anladığını ve gelecek seçime kadar bunları hızla hayata geçireceğini söyledi. Hemen ardından hükümeti görevden aldı. Bu açıklama ve tavır örgütsüz gençleri fazlasıyla memnun etti. Bunun üzerine protestoların ilk günlerine katılan örgütsüz gençler evlerine çekildiler.

Burada Müslüman Kardeşler ve El Baradei devreye girerek, açıklamaların tatmin edici olmadığını, Hüsnü Mubarek’in bir an önce istifa etmesi gerektiğini ve ardından seçime kadar geniş tabanlı bir geçiş hükümeti kurulması gerektiğini söylediler. Bu arada internet hala kapalıydı ve medya ancak örgütlü kesimlerin sesini duyabiliyordu. Müslüman Kardeşler Hüsnü Mubarek’in açıklamasının ardından gösterilere katılımı kendi taraftarlarıyla kendisi organize etti ve Hüsnü Mubarek gidene kadar da protestoları sürdüreceğinin işaretlerini veriyor.

Bunun üzerine Hüsnü Mubarek iki hamle yaptı. Önce interneti ve cep telefonlarını serbest bıraktı ve ardından gösterilerden çektiği polisi yeniden şehirlere soktu.

Çocukların söylediğine göre şu an Kahire’de Tahrir Meydanı hariç her yerde güvenlik sağlanmış durumda ve her şey normalleşme eğiliminde. Ancak Müslüman Kardeşler’in örgütlediği Tahrir Meydanı’nda kalabalık var. Bu arada uluslararası medyanın haberlerinden de hiç memnun olmadıklarını söylemem lazım. Hatta onlara göre global medya Mısır'ın düşmanı.

Bu arada konuştuğum çocuklar kesinlikle Müslüman Kardeşler’den de, El Baradei’den de hazzetmiyorlar. Hep söylendiği gibi belirgin bir liderleri de olmadığından gelecek seçime kadar Hüsnü Mubarek’in görevde kalmasının iyi olacağını seçime kadar geçecek sürede de genç lider adaylarının ortaya çıkacak vakitleri olacağına inanıyorlar. Bence de saflık ediyorlar, ama ben söylediklerini söylüyorum.

Müslüman Kardeşler’in Mısır’daki Hristiyan nüfusu ve İsrail ile olan barışı fena halde tehdit ettiğini, Müslüman Kardeşler’in idareyi devralmaması için de mücadele edebileceklerini söylüyorlar. Müslüman Kardeşler’in ülkede yarattığı iç savaş havasından da ciddi endişe duyuyorlar.

Kısacası hepimizin sempatisini toplayan genç devrimciler şu anda meydanlarda protesto gösterileri yapanlar değil. Protesto gösterileri maksadından sapmış görünüyor ve bu durum gençleri çok rahatsız ediyor.

31 Ocak 2011 Pazartesi

Mısır’daki Gösteriler

Öncelikle Hüsnü Mubarek 82 yaşında hasta ve yerine oğlunu cumhurbaşkanı yapmaya çalışıyordu. Fakat oğlunu kimse de benimsemiyordu. Bu ben oradayken de konuşulan şeylerden biriydi. Yine Baradey denen Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Hüsnü Mubarek’ten sonra cumhurbaşkanlığına en yakın aday olarak gazetelere çıkıyordu. Ancak, protestonun p’si, devrimin d’si ortada yoktu.

Mısır halkı gözlemlediğim kadarıyla tuhaf bir halktı. Gururluydular, ama gururları genellikle akıllarına gelmiyordu. Örneğin ücret zammı gibi konularda bu gururlarını tetikleyebiliyordun, ama çok da etkili sonuçlar, fevri hareketler çıkmıyordu. Çok duygusaldılar. Bu duygusallıkları nedeniyle bazen anlamsız alınganlıklara kapılıyorlar ve tuhaf tepkiler verebiliyorlardı. Uysaldılar ve yabancı hayranıydılar. Bizi kendilerinden üstün görüyorlardı. Çok üstlerine gidip, aşağılamadığın sürece sözünü dinliyorlardı.

Hani kelebek etkisi derler ya, Tunus’ta devrimin yapılması gerçekten Mısırlılar için kelebek etkisi yarattı. Zira Mısır kendisini Arap dünyasının doğal lideri olarak görüyor ve diğer Araplardan kendilerini üstün tuttuklarından Cezayirlileri, Tunusluları falan aşağılıyorlardı. En son 2009’da Cezayir ile oynadıkları bir futbol maçında olaylar çıkması üzerine Cezayirlilerden nefret etmeye başladılar. Cezayirli lafı bir tür küfür olarak dillerine girdi. Öte yandan Cezayir ile aralarındaki ticaret sekteye uğradı.

Tunusluları da tembel ve işe yaramaz diye yaftalamışlarmış meğer. Bu tembel ve işe yaramaz gördükleri Tunuslular devrim yapınca, sanırım kendilerinden utanmaya başladılar. Böylece facebook ve Twitter üzerinden milliyetçi bir dalga yayılmış.

Kendi hükümetlerini özellikle İsrail yanlısı buldukları için eleştiriyorlar, ama bir şey de yapmıyorlardı. Örneğin Filistin’e gidecek yardım konvoyuna Mısır kendi topraklarını açmamıştı ve bu ciddi biçimde eleştirildi. Mavi Marmara olayı nedeniyle Türkler’deki yüreğin kendilerinde de olması gerektiğini söylediler ve Türklere manevi olarak destek verdiler. Öte yandan Türkler üstündü, o nedenle benzeri kelebek etkisini yaratmadı.

Mısır’da yolsuzluk olduğu, Hüsnü Mubarek’in çevresinin çok zenginleştiği falan da sıkça dile getiriliyordu, ancak bu da bir eyleme dönüşmüyordu.

Tunuslular ayaklanıp, devlet başkanlarını devirince, bir şekilde tüm bu toplumsal dinamikler birleşti ve halk lidersiz bir şekilde kendiliğinden ayaklandı. Internet üzerinden örgütlenip gösterilere başladılar. İlk gösteriler yanlış okumadıysam, Ismailiye kentinde başladı ve asıl büyük şehirleri Kahire, İskenderiye ve Süveyş’ten de çok hızlı bir şekilde yankı buldu. Gösteriler sürdükçe, gösterilere halkın katılımı da arttı. Polisin şiddet eylemleri ise büsbütün göstericileri kenetledi.

Polisin şiddet eylemleri üzerine halk “polis gitsin ordu gelsin” demeye başladı. Polis yetersiz kalınca Hüsnü Mubarek de orduyu şehirlere soktu. Orduya silah kullanma emri verildiği söyleniyor. Ancak ordu karşısındakinin düşman olmadığının bilinciyle göstericilere bir şey yapmadı. Halk da orduya sevgi gösterisinde bulundu. Ordu sadece kamu binalarını, müzeleri, tarihi eserleri ve diplomatik merkezleri korumakla yetindi. Sonuçta bugün protestoların 6. Günü ve protestocular hala ayaktalar.

Bence Hüsnü Mubarek’i devirmeden de sakinleşecekleri yok.

İşe aldığım Mısır’lı genç mühendislerden biriyle gösteriler sırasında konuşma fırsatı buldum. Bu mühendis, iyi huylu, aklı başında, resme meraklı, kumaş üzerine resimler yapan (hatta bunlardan birini ben giderken bana armağan etti) iyi İngilizce bilen, ortanın üstü bir Mısır’lı ailenin çocuğuydu. Gösterilerin ikinci günüydü, daha internet ve cep telefonları kesilmemiş, sadece twitter, facebook, youtube gibi sosyal paylaşım siteleri kapatılmıştı. Sen de protestoculardan mısın sorusuna evet cevabını alınca, neyi protesto ettiğini sordum. Daha iyi bir Mısır için, yoksulluğu durdurmak için, özgür olmak için, haklarımızı geri almak için protesto gösterileri yaptıklarını söyledi. Ona göre Mısır yolsuzluklar içinde yüzüyordu. Bu defa sen Hüsnü Mubarek’e karşısın değil mi diye sorduğumda, “hayır ben bütün sisteme, hükümete karşıyım” cevabını aldım. Mısırlıların %5’i gelirin %95’ini alıyorlar, Mısırlıların %95’i %5’ini alıyorlardı ona göre. Ben her yerde aynı bu dediğimde, tekrar yolsuzluklardan bahsetti ve “Çok yaşa Mısır” diyerek konuşmayı bitirdi.

Büyük Cuma’dan hemen sonra Cumartesi günü Türk arkadaşlardan birine ulaştım. İyi olduklarını ve fabrikanın bulunduğu yer dışında tüm Kahire’nin karıştığını söyledi. Fabrika 1 vardiya çalışmaya devam ediyordu. O gün yine beraber çok çalıştığım, 24 yaşında bir Mısırlı benimle konuşmak istedi. Bu çocuk da hafif fırlama, üniversite mezunu, iyi İngilizce bilen, Amerikan Kültürünü çok iyi takip eden ortanın üstü bir Mısır’lı ailenin çocuğuydu. Ona da sen de protestocu musun diye sordum. Evet cevabını alınca neyi protesto ediyorsun sorusunu sordum ama hat gelip gidiyordu, ne dediğini anlayamadım.

Pazar gecesi fabrikadaki tüm Türklerin fabrikayı kapatarak, Türkiye’ye döndüklerini duydum. Bu sabah ulaştığım arkadaşlardan biri, kaldığımız yerin ve fabrikanın yakınlarının da karıştığını, dışarıdan silah sesleri duymaya başladıklarını, ekipteki kadınların ağlamaya başladığını ve bunun üzerine dönmek zorunda kaldıklarını söyledi. Diğer Türk fabrikalar da aynı şeyi yapmışlar. Akşam bu ekiple görüşmeyi düşünüyorum, orada biraz daha detaylı bilgi alabilirim. Şimdilik Mısır’dan aktarabileceklerim bu kadar.

30 Ocak 2011 Pazar

Özgür Olmaya Çalışan Mecburların Kaçınılmaz Mutsuzluğu

Bu aralar hayat hızlı akıyor, bense hasta oldum, öksürüp duruyorum.

Önce Murat Uyurkulak'ın Har'ını da okudum. Yorumum Tol ile aynı. Murat Uyurkulak muhteşem bir yazar, ama bence berbat bir düşünür. Yine enfes bir dil, yine kötü bir içerik. Kokain müptelası Cebrail, yolsuzluğa bulaşmış melekler, dünya işleriyle hiç uğraşmayan Büyük A. ve bir peygamber adayı. İki kitabın ortak noktası Netamiye'nin ezilmişlerini ancak bir peygamber kurtarır. Bu peygamber de öyle bildiğiniz peygamberlere benzemez. Kitap sanatsal olarak bence çok iyi fakat felsefi olarak dökülüyor.

Herneyse, gelelim Mısır'da olanlara... 2009 Ekiminden 2010 Aralıkının sonuna kadar Mısır'da kalmış bir adamın memleketine döndükten üç gün sonra Mısır'ın karışması enteresan değil mi? Bu tesadüfi vaka üzerinden yapılabilecek hüsn-i talillerin haddi hesabı yok da, onlara girmeyeyim şimdi. Tam zamanında kaçmışım demekle yetineyim. Özgür olmaya çalışan mecbur Mısır'ın dramı beni aşar.
Mısır'dan geldiğimden beri, giderken aldığım evin işleri ile uğraşıyorum ve sonunda babamla kavga da ettik. Bence bu kaçınılmazdı, ortamda o kadar çok gaz vardı ki, bir kıvılcım yeterdi patlamaya. Kıvılcım da o kadar boktan ki... Google maps te babam resmi aşağı çek de yukarı görünsün dedi, ben de aşağı ne demek ya yukarı git desene dedim. O zaman sen tarif et de gidelim dedi, ben de ben tarif edemem, gitmeyelim dedim. İyi gitmeyelim dedi. Gitmedik, ben gittim yattım, 16 saat kalkmamışım, nasıl bir uykuysa bu.

Zaten babamla kavga etmenin en kolay yolu onun jargonunu kabul etmeyip, herkesin kullandığı dille konuşmaya onu zorlamaktır. Autocad'deki pan komutunu dünyanın tek gerçeği kabul edip, bütün scroll literatürünü onun üzerine kurmuş babamın yukarı git diyeceğine resmi aşağı çek demesinden daha doğal ne olabilir ki. Fakat babamın o anda resmi aşağı çek demesini tüm bu düşünce süreçlerinden geçerek anlayıp, sessizce yukarı git düğmesine basmak da o kadar zor ki. Bir anlık dalgınlıkla, aşağı git düğmesine bastığınızda ise sevgili babamın yükselen volümlü sesiyle kendinizi son derece masum hissedip alttan alamamak o kadar kolay ki.

Bu boktan sebep, babamın iletişim becerilerini o kadar aşağı seviyelere çeker ki; tüm zekasına, bilgisine, becerisine karşın, hayatta vasatlıktan kurtulamamış, hak ettiği takdiri hiç görememesine sebep olmuştur bana göre. Tüm dünya yukarı git derken, dünyayı aşağı çek demenin bana göre hiçbir mantıklı izahı yoktur. Ama dedim ya sevgili babam, 50'sinden sonra girdiği bilgisayar dünyasında, autocadin pan komutunu scroll literatürünün tek gerçeği olarak kabullenmiştir bir kere ve bundan geri dönüş yoktur. Farklı bir jargonda konuşuyor olmasının söylediklerini anlaşılmaz kılmasını ise asla kabullenemeyen ve kendisinin Türkçe konuştuğunu iddia ederek, muhataplarının kendisini anlamamasının tamamen kendi hataları ve dahi salaklıkları olduğunu varsayan sevgili babam, bir gün de pan komutunun scroll literatürünün oldukça küçük bir parçası olduğunu anlamaya çalışmaz. Çünkü o gerçek hayatında gözleriyle yukarı bakmak yerine hep baktığı nesneyi aşağıya çekmeye kalkar.

Son bir buçuk senedir hayatımın neredeyse bütün komutasını eline geçirmiş sevgili babamın, 33 yaşındaki küçük oğluna kendi tercihlerini sanki küçük oğlunun tercihleriymiş gibi dayatması ise oldukça tuhaftır. Bir buçuk sene önce ev alalım dediğinde, ya ben İstanbul'da kalmayabilirim niye ev alıyoruz dediğimde, parayı ev almazsak koruyamayacağını söylemişti. Buna karşılık baba parayı bana ver ben korurum cevabıma da güvenmeyerek beni 10 senelik bir borca gömüp, Mısır'a göndermişti. Aslında Mısır'a gitmek falan da istemiyordum ben, ama git 1 2 sene para kazan gel diyerek aklımı çelen sevgili babam, döndüğümde de ben eve para harcamak istemiyorum, tek derdim borcumu kapatmak dediğimde, krediyi kapatmanın hiç sorun olmadığını ve adam gibi bir evde oturmanın benim hakkım olduğunu söyleyerek, beni 1 ay boyunca İstanbul trafiğinde süründürerek, göçebe hayatı yaşamamı sağladı, üstüne üstlük eve harcanan para da neresinden baksan 15 milyarı buldu. Oysa bu 15 milyarın yaklaşık 8 milyarını kendi cebinden ödeyen babam, bu parayı bana verseydi, evin borcundan komple kurtuluyordum.

Buna benim şiddetli itirazım kabul görmedi ve en nihayetinde ben ne haliniz varsa görün, bana bulaşmayın diyerek evde yapılacak hiçbirşeye elimi sürmeyeceğimi belirtmemden sonra, bana zorla boya, parke, fayans seçtiren sevgili babam en nihayetinde ciddi emek harcayıp kendini de yorarak evi çok güzelleştirdi. Artık son kısma geliniyordu, evin salonuna mobilya alınacaktı. Bunun için IKEA'ya gidilecek, kanape koltuk, yemek masası, sehpa televizyon ünitesi ıvır zıvır alınıp gelinecekti. İşte Ümraniye'deki IKEA'nın yerini öğrenmeye çalışırken çıkan bu tartışma sonucu süreç koptu. Esasen süreci koparan şey bu bile olsa, aslında süreci gererek incelten annemin banyoya aldıkları jakuzinin 5 santim daha geniş olması halinde banyoya yine de sığacağını iddia ederek, bu 5 santimin nelere kadir olduğunu sevgili babamın anlayamayacağını iddia etmesiydi. Burada ziyadesiyle sinirlenen babam bir de Google maps'te aşağı yukarı gerginliğini kaldıracak durumda değildi.

Bense hastaydım, öksürüyordum, burnum akıyordu. Başım ağrıyor, kendimi yorgun hissediyordum. IKEA'da benim beğeneceğim şeylerin mantıksız, anlamsız bulunmasına, belki daha iyisi vardır fikriyle saatlerce ekstradan mağazada dolaştırılmaya takatim yoktu. Ama bunu böylece söylemek, babamda biz günlerdir herifin evinde çalışıyoruz, beyefendi gidip kendi eşyasını seçmeye üşeniyor düşüncesi oluşturacağından, bende bulunmayan, ya da bulunsa bile benim feda etmek istemeyeceğim bir göt isterdi.

Tam evden çıkarken jakuzinin 5 santimi ile alevlenen kavga, IKEA'nın yerini bilmiyor oluşumuz ve olası bir kaybolmaya benim tepkim ile babamın tepkisinin farklılığı sebebiyle yeni bir boyuta taşındı. Ben altımda araba varken kaybolsam ve İstanbul'u gereksiz yere yarım saat dolaşmak zorunda kalsam, bunu komik bulur ve sadece gülerdim. Babamsa akıllı insanın buna maruz kalmasını kabullenemeyip, sinirinden deliye dönerdi. Bu sebepten ben yolu öğrenmeyi tek başıma üstüme almayıp, sorumluluğu paylaştırmaya çalıştığım için haritada gidilecek yolu babama gösteriyordum. İşte tam o sırada patlak veren aşağı çek, yukarı git tartışması sonucu IKEA'ya gidilemedi.

Tüm bu olanların en ilginç ortak noktası ise hem annemin, hem babamın, hem de benim mutsuzluğumdu. Sırf beni mutlu etmek ve kendi vicdanını rahatlatmak için eve yaklaşık 80 milyar para gömüp, ciddi ciddi de çabalayan babam mutsuzdu. Çünkü biz nankörlük ediyor; kendisine destek olmak yerine, onu yalnız bırakıyor ve ortaya çıkan sonucu da sadece eleştiriyorduk. Tembellikten boğulmak üzereydik, ama yine de eleştirmekten geri kalmıyorduk. Annem mutsuzdu, çünkü evin mükemmel olması lazımdı, ama evin ona göre hala bir sürü eksiği vardı. Eleştirdikçe babam zıvanadan çıkıyor, annem evi mükemmelleştiremeyeceğini anladıkça üzülüyordu. Ve ben mutsuzdum, çünkü hayatım benim için bana rağmen devrime maruz kalıyordu. Ömrünü bağımsızlık ve kendi kendine yeterlilik üzerine inşa etmeye çalışan ben; sıkıldığında, ortamı beğenmediğinde istifasını verip mahkum bir hayat yaşamamak amacıyla hayatını küçük şeyler üzerine kuran ben; en az on sene aralıksız çalışmamı mecbur kılacak bir borcun altına sokulmuştum. Üstelik dışarıdan bakıldığında nankör gibi görünüyordum.

Dış müdahalelerle kendi ektiğini biçemeyen insanoğlunun çalışkan mutsuzluğu Netamiye'nin sıradan bir olgusuydu işte. Mecburlar değil ancak özgürler mutlu olabilirler oysa. Ne acı, iyilikten bir kez daha maraz doğuyor.

13 Ocak 2011 Perşembe

Bir İntikam Romanı: TOL

Mısır'dayken kesin dönüşüme 40 gün kala tüm işlerimi yerime gelen ilgili arkadaşlara devrederek, sorumsuz Cumhurbaşkanları gibi işsiz oturmaya başladığımda, zaman geçirmenin zorlaştığını fark ettim. Önce dizilere falan daha da bir asıldım, ama işyerinde dizi seyretmek pek yakışık almayacağından, uzun zamandır yapmadığım bir şeyin yeniden peşine düştüm: Kitap okumak.

Önce ebook düşündüm. Mesela Okumaya başlayıp başlayıp bir türlü bitiremediğim Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur'u bilgisayarımda vardı. Bu arada bayramda geldiğimde okuyacağıma çok da ihtimal vermediğim 4 tane kitap alıp Mısır'a götürdüm. İlki ebooku olsa bile Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur isimli romanıydı. Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı, Kemal Tahir'in Esir Şehrin İnsanları ve son olarak da Paul Auster'in Ay Sarayı kitaplarını beklediğimden çok hızlı okudum. Fakat devamı yoktu. Mısır'da Türkçe kitap satılmıyordu.

Bu arada Behzat Ç isimli dizinin çok övgüsünü görüyordum sağda solda ve izlemeye başladım. Gördüm ki dizi Serdar Akar'ın projesi. Serdar Akar, Gemide, Barda, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar gibi benim çok sevdiğim filmlerin yönetmeni. İzlemeye başladım. 8. bölümden itibaren falan Şule karakteri üzerinden Serdar Akar'ın gizli kitap reklamları yaptığını fark ettim. Şimdiye kadar Murat Uyurkulak - Har ve Alper Camıgüz - Babalar ve Rencide Ruhlar kitaplarını yakaladım. Bu iki yazarı biraz araştırınca ekşi sözlükte özellikle Travis & Tyler Durden'ın Murat Uyrkulak'ı öven yazılarını gördüm. Blogunu çok severek okuduğum bu arkadaşın da beğenmiş olmasını olumlu bir referans sayarak, Murat Uyurkulak'ın 2, Alper Camıgüz'ün 3 kitabını Türkiye'ye gelir gelmez aldım. Fakat aldığım kitaplar arasında Kemal Tahir'in Esir Şehir üçlemesinin ikinci ve üçüncü kitabı da vardı. Önce Kemal Tahir'leri temizledim.Ardından Tol'a başladım ve az önce bitirdim.

Öncelikle Murat Uyurkulak okuduğum en iyi yazarlardan birisi. Buna dair hiçbir şüphem yok. 1972 doğumlu bir adam 30 yaşında ancak bu kadar güzel yazar. Oğuz Atay'a benzer ama taklit olmayan bir dille çok coşkulu bir roman yazmış. Bu dili nasıl bu hale getirebiliyorlar gerçekten anlamıyorum. Bu kadar çarpıcı duygusallık nasıl kelimelere geçebiliyor çözemiyorum.

Kitabın orta yerindeyken, kitabı o kadar beğenmiştim ki, duramadım ve kitap hakkında yazmaya başladım:

" Aşık oldum bu kitaba ben. Yaşlı aşkım Tutunamayanlar ve erkek kardeşi Tehlikeli Oyunlar'dan sonra hiçbir kitabı bu kadar yürekten sevebileceğimi düşünmemiştim. İnsanın başına zeki şeyler, güzel şeyler, kusursuz şeyler, rasyonel şeyler her zaman gelebilir ama aşk insanın başına kolay kolay gelmez.

Aşık olduğunun özü, sözü, başı, sonu çok önemli değil, fikri, zikri de önemli değil. Yüzü, vücudu, içi dışı değil. Huyu, suyu mu, yok değil. Anası, babası, atası değil. Aşık olduğunun sana aşkı, sevgisi, saygısı, becerisi, başarısı hiç değil. Sebebi, sonucu, kokusu, gülüşü, güldürüşü değil. Şekli, şemali, anlamı değil. Fiziği, kimyası, edebiyatı, matematiği, tarihi coğrafyası değil. Havası, atmosferi, stratosferi değil. Terbiyesi, ahlakı, estetiği, zenginliği değil. Peki nesi?

Öncesi ve sonrası.

Benim özüm bundan yaklaşık 13 - 14 sene önce Tutunamayanlar'la değişmişti. O gün bugündür, hiçbirşey eskisi gibi değil. Şimdi de Tol bir kez daha hiçbirşeyi eskisi gibi olamayacak şekilde değiştiriyor.

Büyük bir tüketme arzusu ile saldırdığım bu kitap, tıpkı Tutunamayanlar'ın da zamanında yaptığı gibi yarım sayfada bir beni yerden yere vuruyor. Sürekli güldürüp eğlendirerek beni tavlayan İlk 32 sayfasıyla bu kitap, şimdi beni santimlerden çıkarmıyor. 7 santim bir türlü bitmiyor. Ben saldırdıkça, kitap bir cümleyle, bir kelimeyle beni bataklığa balyozluyor. Daha T'sinde dizlerime kadar battım. Korunaklı evimi yıktı, zırhımı söktü aldı, beni çırılçıplak bataklığa gömüyor. Dahası, benim gıkım çıkmıyor.

Bu kitap "otobüs garları gibi biraz, kirli bir sağlık, ferahlık, hafiflik, bir şarkılar ve küfürler cümbüşü. İnsanın hep uzak, sert bir hayatlar toplamı olarak, yarı heyecan, yarı hüzün ve yarı korkuyla, bu yarım fazla, bir buçuk oldu, korkuyla baktığı, ama içine daldığında bir daha çıkmak istemediği bir bataklık. Üstelik burası daha iç içe, alt alta, üst üste ve daha dilbaz." (1)"

Bunları yazmasaydım, kitabın ilerleyen sayfalarını okuyamam gibi gelmişti. Yazdım ve rahatlamaya başladım. Şu an bitirdiğimde ise duygularım orta yerindeyken olduğu kadar coşkulu değil.

Bunun nedenlerine dair ipuçları biraz yukarıda yazdığım satırlarda var esasen. " Aşık olduğunun özü, sözü, başı, sonu çok önemli değil, fikri, zikri de önemli değil." demişim. Devrimci olmasam bile, devrimden hazzetmesem bile, devrimi kutsayan bir kitabı çok sevebileceğimi görmüş, bu nedenle de fikren benimsemediğim bir romanı bu kadar coşkuyla bana sevdiren şeyi sorgulamaya başladığım için kitapla aramızdaki ilişkiyi aşka benzetmiştim. Ancak aşk, fikri, zikri, özü, sözü, şekli şemali önemsiz hale getirebilir çünkü.

Devrim, dedim kendi kedime, solcuların kıyameti, her ikisi de kalabalık yığınlar tarafından öncesinden ve sonrasından bağları kopartılarak kutsanıyor, her ikisi de bir tür reset düğmesi. Oysa bana kalırsa, her ikisi de içinde bir sonu barındıran yeni başlangıçlar. "Hiç ölmeyecekmiş gibi ve yarın ölecekmiş gibi" hayata ve ölüme ya da "hiç devrim olmayacakmış gibi ve yarın devrim olacakmış gibi" devrime hazırlanmalı bence insan.

Buradaki "hiç olmayacakmış gibi" ve "yarın olacakmış gibi" dengesi her babayiğidin harcı değildir. Devrimden sonra ne yapacakları hakkında pek de kafa yormamış profesyonel devrimcilerin harcı hiç değildir. "Bunun hesabını devrimden sonra vereceksin" ile "öteki dünyada hesaplaşacağız"ın birbirinden bana göre zerre farkı yoktur. Adaleti ertelemenin vicdanı rahatlatan tezahürleridir ikisi de. Bugüne dair bir şey söylemez.

Devrime giden yolda herşey mubah ve tek yol devrim dayatmalarından ömrüm boyunca hazzetmedim. Halk için halka rağmen devrim de ne saçmalıktır. Bu kadar küçümsediğin halk için ne diye devrim yapmaya kalkarsın ki!

Hani demiştim ya kendi kendime devrim, solcuların kıyameti diye, kıyamet ne zaman kopar diye soranlara da herkesin kıyameti kendine cevabını veririm ben ezelden beri. Öyle ya son peygamber 1400 yıl önce bıraktı gitti insanı.

Neticede TOL edebi olarak çok çok iyi bir roman, fakat içerikten kaybetti biraz benim nazarımda. Sırada Har var, onu okumaya başlamalı.

(1)Tol, sf. 117

6 Aralık 2010 Pazartesi

Sabırlı ve Anlamsız Bekleyiş

İnsan hayatında sabırlı ve anlamsız bekleyişler vardır. Paralize olursun. Beklediğin şey gelene kadar hiçbirşeyi anlamlı bulmazsın. Mesela işi bırakırsın, fakat bir ay daha gelmeni isterler. O bir ayda etliye sütlüye dokunmazsın, sadece idare edersin. Ya da üniversite sınavının sonucunu beklersin. Hangi şehirde yaşayacağın, mesleğinin ne olacağı bile belli değilken birşeyler yapmak çok anlamsız gelir. Sadece beklersin, zamanı öldürmeye çalışırsın. Ya da askere gideceksindir, tarih belli olmuştur, ama o tarihe iki ay vardır. Herşeye boşverir, sadece iki ayın geçmesini beklersin.

Bu sabırlı ve anlamsız bekleyişler, insanın hayatında dönüm noktası zannettiği olayların gerçekleşmesinin öncesinde olur. Yeni bir hayata başlayacağını zannettiği için insan sabırla, hiçbirşey yapmadan, anlamsızca, sıkıntı içinde bekler durur. Yeni hayatı gelene kadar yeni hayatına etki etmeyecek herşey anlamsızdır. Öyle düşünür insan.

Buradaki insan ben oluyorum ve tam da böyle sıkıcı ve anlamsız bir bekleyişin ortasındayım. 24 gün kaldı. 24 koca günün sonunda, yeni (aslında eski ama tarih de tekerrürden ibaret abi ben napayım) bir ülkede, yeni bir şehirde, yeni bir evde yaşayıp, yeni bir işte çalışıyor olacağım. Belki de bir süre çalışmıyor olacağım. Her tür sürprize açık bir dönem olacak ve ben o döneme hazırlanıyorum.

Normalde sürprizleri sevmeyen, hayatı kontrol altında tutmaya çalışan, korkak bir insan evladı olarak bu yeni dönemi iple çekiyor olmamın sadece bir tek mantıklı açıklaması var. Şu andaki hayatımın o kadar berbat olduğunu düşünüyorum ki, sürprizler beni korkutmuyor. İşte bu berbat hayatımın sona ermesini büyük bir sabırla, adeta saatleri sayarak yaşadığım günlerdeyim. Sadece suyun üstünde kalmaya çalışıyorum, hiçbir yöne hareket etmiyorum. Zaten yerlisi olamadığım bu coğrafyaya tamamen yabancılaşmak bana zor da gelmiyor.

Benim dışımdaki hiçkimse bu anlamsız bekleyişi anlamıyor. İş arasana diyenleri mi ararsın, eğlen coş diyenleri mi ararsın, halen buradasın eskisi gibi çalış diyenleri mi ararsın hepsi var; ama ölü gibi sırt üstü suda hareketsiz duran adamı anlayan yok.

Onlara göre suskunluğum plan yaptığım, asosyalliğim ise onları çok özleyeceğim anlamına geliyor. Bir tür geçiş dönemi yaşıyorum ya, geleceğimi planladığım ve onları özleyeceğim onlarsız günlere kademe kademe geçmeye çalıştığımı zannediyorlar. Oysa ben bu zamanı nasıl öldüreceğimin kanlı planlarını yapmaya çalışmak dışında hiçbirşeyle ilgilenmiyorum.

Mesela bu yazıyı da sadece zamanımı öldürsün diye yazıyorum. En küçük bir başka amacım yok. Varsa, yoksa bu 24 gün geçsin. Ya geçer diyorlar, ne takıyorsun kafana. Oysa hiçbirşey geçmeden geçmez, bitmeden bitmez. Bitmeden bitmez sözünü anlayabilenlerin sayısı ise insan kafasındaki kulakların sayısını geçmez. Bir elin parmakları bile çok gelir yani, o derece.

Peki 24 gün geçince ne olacak? Bilmiyorum. Tek bildiğim neredeyse herşeyin değişeceği. Belki bundan da kötü olacak ve beterin beterinin olduğunu ispatlayacağız hayatla beraber. Ama hiç fark etmez. Şu anki ruh halim yeni bir challenge (Süper bir ingilizcem olduğu için bu kelimeyi kullanıyor değilim, sadece bu kelimenin içime sinen bir Türkçe karşılığı yok.) istiyor. "Yeni" dediğim hayatın ise en geç 6 ay içerisinde eskiyeceğine adım gibi eminim. Fakat bu da önemli değil. Yeni olan herşeyin eskiyecek olması, yeniye olan talebimi azaltmıyor.

Doğrusu artık kendimi genç hissetmiyorum. Hayata dair büyük beklentiler içinde değilim. Hayatımı çarpıcı bir şekilde değiştirebileceğimi zannetmiyorum. Sevdiğim bir iş yapabileceğimi, mutluluk içinde yüzeceğimi falan hiç sanmıyorum. Tek amacım mevcut standardı korumak. Dolayısıyla, anlamsız bekleyişimi sabırla sürdürüyorum.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Yeni Hayat

İçmeden sarhoş olmuş gibiyim şu anda. Neden acaba diye düşünüyorum, temiz hava falan geliyor aklıma da. Esasen insan vücudu bu kadar seyahati kaldırmıyor. Kahire'den İstanbul'a, İstanbul'dan Abant'a, Abant'tan Ankara'ya, Ankara'dan Kayseri'ye, Kayseri'den Hisarcık'a gide gele serseme döndüm. Bugün sabah saat 11'de kalktım, ama kalkıp başka bir yere tekrar yattım. Çünkü bayağı sarhoş gibiydim. Oradan kalktım kahvaltı ettim, bir daha yattım. Şimdi tekrar kalkmış durumdayım, ama halen aklım çok da başında değil. Bu sersemliğin hoş bir şey olduğunu düşündüğüm oldu, ama baydı. Artık gözüm açılmalı, tatlı tatlı yaşamın tedavülüne girmeliyim artık.

Yaşım 33 oldu. Hayatıma yeni bir yön çizmem gerekiyor artık. Uzun zamandır bunun üzerinde düşünüyorum. Bu düşünme süreci yaklaşık 6 aydır sürüyor. Bu lanet Kahire'de daha fazla yaşamak istemiyorum. Artık veda vakti geldi. 110 gün sonra İstanbul'a dönüyorum. Bu artık benim için geri dönüşü olmayan bir yol. Kesinleştirdim bunu artık. Yeni yılda İstanbul'da olacağım.

Bunu bilince, bundan emin olunca, Kahire'deki hayatımı düşünmeye başladım. Benim için çok farklı bir deneyim oldu sanıyorum. Kendimi pek çok alanda sınama şansı yakaladım. Bugün biliyorum ki, dünyanın her yerinde yaşamımı sürdürecek donanıma sahibim. Korkuya gerek yok. Çok ciddi sorumluluklar yüklenip, kendimi işle heder etmek istemediğimi de artık kesin olarak biliyorum. Ben savaşçı bir ruha sahip değilim. Normal harcadığımdan fazla para kazandığımda, parayı kesin olarak biriktirdiğimi biliyorum. Ben kazandığımı harcayan ya da harcadığım kadar kazanan bir insan değilim. Benim standartlarım var. O standartları çok fazla değiştirmiyorum. Dolayısıyla, ömrüm boyunca ne kadar para kazanma gerektiği hakkında bir fikir sahibiyim. Zaman zaman arkadaşlarımın neredeyse tamamı benden daha çok kazanıyorlar ve benden daha başarılılar diye kendimi, başkalarıyla kıyasladığım oluyordu. Artık buna gerek yok, çünkü ben ne istediğimden fazlasıyla eminim.

Test etmediğim kurgularımı doğrulama şansı bulduğumu düşünüyorum. Sanırım isteseydim, Mısır'da 10 sene kalıp, İstanbul'da 4 tane ev alıp, bankada beni bir kaç yıl idare edecek birikime sahip olup, bir de araba sahibi olmam mümkündü. Ama bunu istemedim. Bunun bedelini ödeyemediğimden falan da değil, bunu istemedim. Yıllardır savunduğum, mutlu olmanın ölçüsü çok tüketmek değil, beğenmediğine hayır diyebilerek özgürce yaşamaktır kurguma daha net bir şekilde inanıyorum artık.

Bu sevimsiz Kahire hayatının bana hediyesi olan evimde, ayda 1-1.5 milyar maaşla kesinlikle refah içinde yaşayabileceğime inanıyorum. Bu parayı da çok büyük bir rahatlıkla kazanabilecek donanımda olduğuma eminim. Yani artık bana karada ölüm yok. Kendimi sıkıntıya sokmadan, gördüğümden geri kalmadan rahatça yaşayabileceğimden eminim. En büyük frenim boşaldı artık. Özgürce aldığım kararların sonunda hiç ummadığım bir sonuçla karşılaşıp, birilerine muhtaç olurum diye korkardım ben ve bu korku bende çok muhafazakar bir etki yapardı. Artık böyle bir korkum yok. Çünkü çok büyük bir aksilik olmazsa, döndüğümde kendi evimin kesin sahibi olacağım. Dolayısıyla o lanet kira baskısı altında ezilmeyeceğim artık.

Kahire'de iş adına öğrendiğim birbiriyle çelişir gibi görünen iki doğru var. İlki, bir fabrikanın işleri feci bir şekilde detaylıdır. Göz ardı ettiğin her detay o gün değilse, üç gün sonra karşına gelir. İkincisi bunca detaya rağmen, çok küçük dokunuşlarla, acayip yanlış giden işleri düzeltmek mümkündür.

Ben ilk etapta tüm detayları düşünerek hareket etmeye çalıştım. Bu beni bunalıma soktu. Çünkü o kadar detaylı düşününce, bir mıh bir at kaybettiriyor, bir at bir atlı kaybettiriyor, bir atlı bir ordu kaybettiriyor, bir ordu bir savaş kaybettiriyor. Mıhına kadar indiğinde, çalışan herkesin en olumsuz hareketi yaparsa ne oluru düşünüyorsun. Sonuç, çalışan 100'lerce işçiye embesil muamelesi yapıp her şeyi talimatlandırmaya çalışmak oluyor. Buna hiçbir zaman yeterli vaktin olmuyor. Talimatları hazırlamak, yayınlamak, işçilere anlatmak mümkün olmuyor. Kaldı ki bunu yapabilsen bile, bir işçinin söyleyebileceği akıllıca bir itiraz karşısındakini anlamaya çalışan vicdan sahibi insanı mahvediyor. Veya adamlar talimatları harfiyen uyguladıklarında ortaya çıkan fiyaskonun altında kalıyorsun. Bu fiyaskoyu üstlenmek çok zor oluyor.

Oysa aynı olaya, bu defa lan mademki bir savaşı mıhlar kaybettiriyor, o zaman atlılarla değil de mıhlarla ilgileneyim dediğinde, ortaya çıkan sonuç ise muhteşem oluyor. Ufak dokunuşlarla mıhları sağlamlaştırıyorsun ve fabrika senin düşündüğünden de iyi çalışıyor. Çünkü bu defa atlılar da atlarının mıhlarıyla değil savaşla ilgilenmeye başlıyorlar. İlk başta embesil muamelesi, yaptığın insanların zekice hareketlerini izlediğinde kendinden utanmaya başlıyorsun. Demek ki diyorsun, babanın tek akıllı oğlu sen değilmişsin.

Bu ikircikli konum, hep ilginç durumlar getiriyor önüne. Mesela senden rapor bekleyen genel müdür geliyor ve diyor ki, işi gücü bıraktın da bunlarla mı uğraşıyorsun sen? Bu sorunun cevabı anlatılamıyor. Çünkü genel müdür işin detayına hiç kafasını yormuyor. Ama yine de bu ikircikli durumu kavramış olmak aslında bana göre paha biçilmez bir tecrübe sunuyor insana.

Bu ikircikli durum, aklıma kaos teorisini getiriyor, kelebek etkisini çağrıştırıyor. Deterministik talimatların işe yaramadığı, ona karşın küçük kelebeklerin kanatlarından etkili sonuçlar alabildiğin dünya görüşü. Allah biliyor ya ilk öğrendiğim andan beri çok sevdim bu teoriyi. Çünkü gerçek dünyayı matematiksel modellere indirgemedeki başarısızlıklardan artık gına gelmişti. Kardeşim kasma, olmuyor işte. Aynı şartlar altında aynı sonuçları alırsın dünyası çok sıkıcı. Üstelik aynı şartlar sağlanamıyor işte, aynı nehirde iki kere yıkanamıyorsun. Tarifle yemek yapanlardan iyi aşçı olmuyor. Göz kararı, el ayarı bunlar çok önemli.

Yine öğrendiğim şeylerden biri, moralli bir kötümserlikle çözemeyeceğin iş yok gibi. Ben iyimserliğe çok inanan biri değilim, ama işlerin kötü gideceğini düşünerek, aynı zamanda da moralli bir şekilde bu kötü gidişe tedbir alabilmek mümkün. Moral çok önemli. Zira, işlerin kötü gideceğini düşünüp umutsuzluğa kapılırsan da hiçbir sorunu çözmen mümkün değil.

Tüm bunlara rağmen fabrika yöneticiliği sürekli diken üstünde olduğun huzursuz bir iş. Bu işi yapmak istemediğimden eminim artık. Bu da benim için önemli bir bilgi. Çünkü bu işi kabul etmemin önemli nedenlerinden biri de fabrika yöneticiliğinin insana çok keyif vereceğini düşünmemdi. Sorunlarını çözemeyen insanların sorunlarını dinleyip çözmek keyifli gerçekten, ama huzursuz. İşten çıktığında bu sorunlardan çıkamıyorsun. Kafanda dönüp duruyorlar ve ben işten çıktığımda içinden çıkamadığım bir iş istemediğime eminim.

Sonuç hayatımın yeni yönünü sanırım çizdim. Sürekli takip gerektiren herkesin yapamadığı, benimse çok kolay yaptığım bir iş bulacağım. Sanırım yurtdışı satın alma bu bahsettiğim tanıma fena halde uygun bir iş. Ücret olarak da üçüne beşine bakmanın bir anlamı yok. Çünkü artık buna ihtiyaç yok. İstanbul'da kira ödemeyeceksem, 1,000 USD civarı bir maaş bana yeter de artar. Bu maaşı da her yerden alabilirim sanırım. Demek ki, kasmaya gerek yok. 110 gün daha sıkacağım dişimi, sonrası aydınlık.

Tabii tüm bunlar ceteris paribus (nasıl havalı oldu di mi :) ekonomi dersi aldığımız belli oldu :) "başka şeyler eşit" anlamına gelen latince söz öbeği). İnsanoğlunun fikir değiştirme kabiliyeti, başını derde sokma becerisi son derece yüksektir.

30 Temmuz 2010 Cuma

Allah Büyük

Tam bir sezon finali havası var hayatımda. Benim hayatım tabii ki dizilere pek benzemiyor. Ölüm kalım meselesi sayılmaz hiçbir şey. Kurban olduğum Allahım amatör ruhla çalışıyor belli ki. Herşeyi son kertesine kadar düğümleyip de, sezon başında her başlangıçta yeni bir anlam vardır edasıyla yaklaşmıyor olaylara. Ya da benim hayatımın reytingi düşük, prodüksiyon masrafları ile uğraşmak istemiyor da olabilir. Hiç bilemiyorum.

Yaptığım pek çok işten biri olan hammadde harcamalarının önceliğini belirleme işini yapmış, genel müdürün odasına gitmiştim. Harcama çok para az olunca hakkaniyetli olman lazım geliyor. Daha doğrusu ben öyle düşünüyorum. Ne var ki, cazgırların çok olduğu yerde adaletin sesi kısılıyor. 1 aydır gümrükte bekleyen deliler gibi ihtiyaç duyduğumuz bir malzemenin yerine daha dün yüklenmiş yolda olan malın parası ödeniyorsa ben ortalardan çekilirim, özellikle bunu diyen adam şaka yollu hep kendi malzemelerime öncelik verdiğimi de söylüyorsa.

Aynen böyle yaptım, İstanbul'daki genel müdür yardımcısına istifa ettiğimi söyledim. Patron ile konuşacakmış, kimseyi zorla çalıştıramazmışlar, ayrılacaksam bile kimseyle kötü olmadan ayrılmalıymışım. Şimdi sonuç bekliyorum. Korkarım bu iş çok uzayacak, beni arıza çıkarmaya mecbur bırakacaklar. Sonra kötü olan ben olacağım. Neyse, elalemin yargılarına pek inanmıyorum. Dövmecilerin sık sık kola, bacağa yazdığı gibi, "Only God can judge me". Bir gün polis karşısında bu cümleyi söyleyip, dayağımı yemeyi istedim şimdi.

Herneyse, bireyselliğe inanan ve hep onu savunan biri olarak başka birilerinin benim hakkımdaki yargılarının kendim hakkındaki yargılarımdan daha değersiz olduğunu söylemeye çalışıyorum sadece. Özümde korkak biri olduğumdan, bende hep inceldiği yerden kopar. Özellikle ucu paraya, işe dokunan, geleceğimi tehdit eden kararları ben şimdiye kadar hep 6 ay öncesinden veririm, uygulama sürünür durur 6 ay. O arada umut pompalarım kendime, hayal kırıklığı yaşarım, bir daha pompa, bir daha kırıklık, incelir de incelir, sonunda da kopar inceldiği yerden. Hatta Kayseri'den İstanbul'a gitmem tam 1.5 sene sürmüştü.

Karar verirken radikal, uygularken korkağım yani. Aylardır bu işte çalışamayacağımı biliyordum. Götüm yemedi. Ta ki cazgırın biri beni çileden çıkartana kadar. Çileden çıktığımı kimse anlamadı. Sadece sustum, söylenecek bir şey yoktu ki. Biraz akıl ve izan sahibi olan herkes bunun yanlış olduğunu anlamalıydı bana göre. Anlamadılarsa, demek ki akıl ve izan sahibi değiller. O zaman konuşmak ne kadar yersiz bir çaba.

Ev aldıydım İstanbul'da ben, kirada şimdi. Onları çıkarmaya çalışıyorum. Yıllardır başıma geleni, ben de kiracılarıma yapıyorum. Hayat bu, etme bulma dünyası. O eve yerleşip, yeni bir iş bulursam, rahatlayacağım. O zaman diyeceğim ki kendi kendime, iyi ki kurtuldum Mısır'dan, o şirketten. Bulamazsam bu sefer kendimi avutacağım, bu riski biliyordun ve bu riski almıştın, hem patronun seni her zaman kovma ihtimali var, 6 ayda iş bulamıyorsan, yapacak fazla bir şey yok diyeceğim kendi kendime.

Birine muhtaç olurum diye ödüm kopuyor. Bu korku ve bu korkunun kaynağı olan kibir ile uğraşıyorum senelerdir içimde. Eremedim gitti. Çok içerlemişim belli ki, çocukken duyduğum sen yapamazsın, sen edemezsin sözlerine. Kimseye eyvallah etmem diyorsan, Allahınla başbaşa kaldığında da şikayet etmeyeceksin. Başına gelenle halleşeceksin tek başına. Gereği neyse onu yapacaksın.

Şansım yaver giderse, 3 ay sonra herşey bugünkünden çok daha kolay ve net olur diye düşünüyorum. Bakacağız, göreceğiz. Allah büyük.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Karagöz ile Hacıvat

Toygar Mısır'dan hepinize selam söyledi, canım bloggerlar ve bana Berkant ile yaptıkları MSN görüşmesini gönderdi. Biraz küfürlü konuşmuş gençler ama, artık kusura bakmayacaksınız.


Berkant: hacım

Toygar: he canım

Berkant: how are you, how is your keyifs

Toygar: ehhh, yorgun, sersem falan

Berkant: dananın kuyruğu ne durumda

Toygar: yok bir durum, kendiliğinden saçma sapan bir uzlaşma çıktı ortaya

Berkant: vay, pek kendiliğinden olmamıştır o jo

Toygar: peki o zaman şöyle söyleyeyim patronun iradesine karşı mı çıkacaksın

Berkant: çıkmayacaksın tabi ki

Toygar: çıkmadık işte

Berkant: gıcık mı oldun ne bu uzlaşma durumuna

Toygar: ne kadar menfaatçi pis bir herif olduğumu farkettim.

Berkant: niye lan

Toygar: doğrusu bu değildi, bu siyaseten doğrusuydu

Berkant: uzlaşmak iyi bişeydir hacım

Toygar: bir boka yaramaz, sadece satükoyu uzatır

Berkant: bak o kadar konuştuk patron zekası işi başka türlü çözmüş

Toygar: patron zekasının da amına koyayım. ya yine yalnız kalamadım, yine uykumdan uyandırıldım, sikeceğim böyle hayatı

Berkant: beni de çağır hacı ben de sikmek istiyorum onu

Toygar: ben yakalasam, sikeceğim de, yok hep o beni sikiyor, hep arkamda, salak bir film vardı ya kim ki dukun, onun gibi

Berkant: hayır alışkanlık yapacak ibne olacağız yakında

Toygar: ya hayatım işgal edildi, kesinlikle kendimle ilgili bir şey yapamıyorum, her yerden deliniyorum sosyalleştim amına koyayım ya, bu muydu yani

Berkant: istemediğim ne varsa tepemde diyorsun

Toygar: o eski halimden hiç eser yok şimdi diyorum, ızdırap içinde yorgunum şimdi diyorum

Berkant: olm derler ya borç yiğidin kamçısı diye hakikaten kamçı gibi ağlatıyor, hep borçlar yüzünden

Toygar: ortada yiğit yok kanımca, sünepe bir herif var

Berkant: hele seninki daha vahim, kendi iraden dışında oldu

Toygar: hayatımın içine sıçtılar el birliğiyle, kıçım başım oynar oldu

Berkant: şimdiye 40 defa reset yediydi o puşt hayat

Toygar: bütün kurguladığım hayat modeli çöktü, şu halime bak ya

Berkant: kıçın başın niye oynar olmuş ki olm

Toygar: cebimde para olmasına karşın, her türlü 1 sene güvencem olmasına rağmen, doğruyu uygulayamadım da ondan. hoş doğrunun da amına koyayım, hayatımı alamıyorum geri

Berkant: olm bünye kaldırmaz öbür türlüsünü de ondan, bunu da kaldırmıyo hoş sakal bıyık olayı göt başla ilgisi yok

Toygar: abi istediklerini yapamıyorsan hayatta, üstelik imkan ola ola yapamıyorsan, ne anlamı var yaşadığın hayatın, tırsıyorsun çünkü

Berkant: valla hacım ben de benzer şeyleri söylüyorum şu ara kendime ama sanırım azıcık yaşla ilgisi var

Toygar: yaşlandık olm işte, yaşlanmamamız lazımdı ama yaşlandık

Berkant: aynen öyle

Toygar: hadi senin durumun azıcık daha farklı, karın var bilmem nen var, benim hiçbir mantıklı açıklamam yok. üstelik de uzlaşmayı becerebildiğim için herkes çok sevindi. böyle rezillik yok, elalem için yaşar olduk, para için yaşar olduk. sikeyim parasını

Berkant: dramatize etme o kadar

Toygar: doğrusu bu olm, dramatiklik tamamen seçtiğin hayat modelinde

Berkant: seni tutan tek şey bence vefa olm orada, satış olsun istemiyorsun

Toygar: yok yanılıyorsun, beni tutan tek şey para burada, neyin vefasını duyacağım bu gerzek şirkete

Berkant: valla misal benim yerimde olsan, kendi işin olsaydı yani, bitirip gittiydin bence çoktan.

Toygar: peki öyle olsun, bu da daha kötüsü o zaman, lan vefa nedir, birinin sana sormadan aldığı kararları uygulamasına yardımcı olmak mıdır? bana ne amına koyayım ya, mısır fabrika sıçmışmış, başarmışmış, delleniyorum ya, ben nasıl bu hale geldim, şu an resmen başarılı olmaya çalışıyorum, geri kalan herşeyi kabulleniyorum, saçma sapan dertler dinliyorum, çözmeye çalışıyorum, peki bunu niye yapıyorum? tek bir sebebi var.

Berkant: ya hacı birçoğunu yaşadığın ve çalışmak zorunda olduğun sürece yapmak zorundasın zaten ki, değişmez

Toygar: hacıııı, anlamıyorsun, şurada biz hayatla anlaştık, dedik ki, kardeşim 10 saat 12 saat neyse satacaksın dedi hayat bana, ben de karşılığında sana 12 saat istediğin gibi yaşama şansı vereceğim. fifty fifty, ok? ok. eee, geldiğim noktada istediğim hayat için bir dakika yok. her dakika birileri, dert dinlemeler, işgal edilmeler. odamda oturamıyorum sikime göre, anahtar var birilerinde, kapıyı açmıyorum, giriyorlar. şarjını alabilirmiyimler, bilgisayarımda şunu yapamıyorumlar, internete giremiyorumlar, bilmemkimle konuşmam lazım telefonu alabilirmiyimler, bu saatte bu ne uykusular.

Berkant: sen sosyal olarak da işgal altındasın değil mi? bulaşmamalarını niye sağlayamıyorsun?

Toygar: ihtiyacım var çünkü onlara, burada kalıp bu parayı alabilmek için ihtiyacım var, herkesin beni sevmesi gerekiyor, desteklemesi gerekiyor. çünkü tek başına yiyemeyeceğin bir yarrağı yemişsin.

Berkant: niye canım belirli saatlerde seni bıraksalar , hatta herkes kendi halinde kalsa, işe de mi yansıtmaları lazım ille, bu ne zorbalık

Toygar: olm öyle bir hayat yok burada. her gün işten çıkarken iki ayağın bir pabuçta, hadi çıkalım, hadi gel, yeter artık. ulan göndersen, ben gelmiyorum, gidin desen, eve gelmen binbir türlü mesele. araba bulacaksın da, eve gideceksin de, sürü gibi, dinlemek istediğin müzik dinlenmiyor, izlemek istediğin film izlenmiyor, yazı yazmak istiyorsun, rahat bırakılmıyor, gece 11 de geliyor, bilmem kim şunu soruyor? bana mı soruyor? yok. eeee? ya sen bilirsin, sende vardır.

Berkant: olm var ya madem mecburiyetten geçiyor bu zamanlar keşke yer değiştirsek seninle. aradığın her şey bu ofiste valla

Toygar: istanbula gidiyorsun, evin yok. yine insanlarlasın, yalnız kalamıyorum ya,bunalıyorum insandan, her yanda insan istemiyorum kardeşim

Berkant: :) yalnızlıktan patladım hacııııı, bu ne dünya kardeşim böyle

Toygar: herkese merhaba demek zorundasın, alınıyorlar, herkesle hal hatır konuşmak zorundasın, alınıyorlar, herkese ilgi göstermek zorundasın, bekliyorlar.

Berkant: Amına koyayım ya üffffff. ömrünce köşe bucak kaçtığın insan tipleri hayatının orta yerinde

Toygar: ya kendime ait tek bir şey yok burada, anonimleştim. şimdi mesela takriben 10 dakika sonra birisi gelecek, şarjımı getirecek sağol diyecek.

Berkant: üfff

Toygar: şarjımı getirmese, ben film izleyemeyeceğim, o arada mutlaka sağolla yetinmeyecek, bana bir şeyler anlatacak, ben onu ilgiyle dinleyeceğim, hoşuna gidecek bir şeyler söyleyeceğim, sonra defol git diyeceğim. aaa diyecek, niye öyle diyorsun, ya bir git, yalnız kalmam lazım benim.

Berkant: ben insan sevmiiim de

Toygar: aaa, nasıl oluyor o diyecek, anlamaya çalışacak, allahım bu dünyaya ben niye geldim.

Berkant: diyorlardır lan bu oğlan bi tuhaf.

Toygar: ama işte kıçım başım oynadığı için, uzak da duramıyorlar, bir gün çok eğleniyorlar benimle, bir gün böyle saçma sapan şeyler oluyor, beni illa sağa sola götürmek istiyorlar. niye? kimsenin demediklerini söylüyorum, tuhaf tuhaf espriler yapıyorum, bu çok değişik diyorlar, oysa ben ben olamıyorum ki, dünkü muhabbet şuydu mesela, toygar ben evlenirsem düğünümde ne takacaksın? ebenin amı

Berkant: amaaaaan, pöfff

Toygar: ben düğünden nefret ederim, sen gerçekte benim zerre kadar umurumda değilsin, senin düğününe de gelmem, bir bok da takmam diyemiyorsun. kem kem kem, küm küm küm.

Berkant: Lan de gitsin, zamanla alışırlar.

Toygar: ya da top çeviriyorsun, sen evlenemezsin ki, evde kalmışsın.

Berkant: offf, bu daha sert aslında, hahaha

Toygar: lan diyorum, dedim de zamanında, beni seviyor musun dediler, hayır dedim, niye öyle diyorsun oldu, ben sevdiğini biliyorum oldu.

Berkant: offff, kurtuluş yok gibi bir şey

Toygar: dedim ki, beni hiç tanımıyorsunuz, tanıdığınızı zannettiğiniz adam benim %10'um falan. e anlat o zaman kendini dediler. lan bi siktir git

Berkant: hacı çok mu feci tipler yoksa sürekli beraber olmak zorunda olduğu için mi bu hale geliyor

Toygar: sürekli beraber olmak zorunda olduğun için bu hale geliyor, yoksa kendi hallerinde tipler.

Berkant: abi bana ayrı oda yoksa ben giderim de, yani bahane olsun.

Toygar: ayrı odam var, sorun o değil. sorun beraber çalışmak zorundasın, işin düşer habire, zıtlaşırsan, hayatın zindan olur, başarısız olursun

Berkant: ya anlamadığım o, çocuk mu bunlar?

Toygar: kimse kendi götünü toplayacak durumda değil.

Berkant: farzetsinler ki herkes akşam kendi evine gidiyor iş çıkışı.

Berkant: işte iyi olun, akşam görüşmeyin, noolur ki?

Toygar: sıkılıyor abi vatandaş. sen de gel

Berkant: e sıkılan görüşsün

Toygar: bensiz sıkılıyorlarmış, içlerine sinmiyormuş, bensiz olmazmış.

Berkant: haydaaaaaaaaaa, ben de sizinle sıkılıyorum, bu ne sosyal sorumluluk.

Toygar: olm her şeyi şaka sanıyorlar, oysa ben hiçbir şeyde olmadığım kadar ciddiyim.

Berkant: latdan anlamıyor bunlar demek ki.

Toygar: başka türlü bir hayat yok, hafsalaları almıyor, çocuk gibiler zaten

Berkant: küserler de bunlar

Toygar: tabii, hiç şüphen olmasın.

Berkant: aboooo

Toygar: olm hep diyorum ya, insanın türdaşıyla kuracağı tek doğru iletişim biçimi duyguya dayanır. saygı duyarsın, seversin, acırsın, üzülürsün. bizde bunlar yok, çıkar ilişkileri var, insanı bir arada tutan şey duygu değilse, çıkarsa, bu dünyanın en çekilmez şeyidir.

Berkant: özellikle bundan kaçınmaya çalışıyorsan.

Toygar: biz burada, 6 kişilik bir çıkar örgütü kurduk, hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için. amaç ne? herkesin güvenliği. nato. bu ne demek? tek başına acizsin demek.

Berkant: farkındalar ama rahatsız değiller anladığım.

Toygar: tabii ki, hepsi farkında, patronlar da farkında, söylüyorlar da zaten, siz çete oldunuz diye. yüzümüze karşı değil ama duyuyoruz biz. burada hayatta böyle kalınıyor.

Berkant: sen de çete beşı ol, yönet amına koyiim. müstahak bunlara, kur oyununu olm. yaparsın istersen.

Toygar: ben çetenin beyniyim mecburen, ama çete bu, biri lider olur, biri düşünür, biri savaşır, biri propaganda yapar. ya oyun falan kurmak istemiyorum.

Berkant: naapcan olm çaren mi var?

Toygar: ayrıca kursan ne olacak, ister istemez kuruyorsun zaten ama, iş adam olmakta, çete olmakta değil. çıkar örgütü bu, başka bir şey değil, benim gibi biri de bu örgütte. lan hayat, senin ağzına sıçayım. aslında bakarsan görevlerimiz de iş tanımlarıyla örtüşüyor. ben planlamacıyım, düşünüyorum. satışçı lider, parayı buluyor, vazgeçilemiyor, depocu cephaneyi koruyor, yeri geliyor yok ediyor. yani biraz fazla benzetmenin büyüsüne kapıldım ama her neyse, ben daha önce de dediğim gibi, insanın tek başına yapabildikleri işlere değer veririm. insan tek başına düşünür, tek başına çalışır, tek başına üretir, ama insan tek başına yönetemez, sömüremez. bak şimdi şarjımı getirmedi ya, benim şarjım da yarım saat sonra bitecek ya

Berkant: ee?

Toygar: kafanı takacaksın ister istemez, gideceksin şarjını alacaksın, e ne oldu, ilişki kurdun gene, yalnız kalamadın, uçamadın kaçamadın, düşünemedin, uyuyamadın

Berkant: vermesen olmaz, küser müser.

Toygar: kafan takıldı. neyse şarjım geldi, anahtarla kapım açıldı, bana iyilik edildi, ben kalkıp açmak zorunda kalmadım kapıyı, gelindi, oda niye bu kadar sıcak dendi, klima çalıştığı halde dendi, yeterince çalışmıyordu çünkü klima,

Berkant: kızgınım deseydin

Toygar: ne yapıyorsun dendi, oturuyorum dendi, e niye gelmiyorsun, beraber oturuyoruz dendi, yok dendi, suratsız dendi, suratsızım dendi, anlatabiliyor muyum, kurtaramıyorsun kendini.

Berkant: anahtar niye var hacı, gerçi ne fark eder ki

Toygar: ben uyanamıyorum sabahları, onlar da girip dürtüyorlar.

Berkant: bi tavır koysan on katı ilişki geri alıyorsun resmen ya, tavır koymamak daha faydalı nerdeyse.

Toygar: mesela az önce kapı çaldı, Atilla Bey bir duble rakı istiyor varsa dendi, tamam dendi, buyrun sizde gelin dendi, yok dendi, rakı verildi.

Berkant: köy yeri

Toygar: olm kaçış yok, no way out, ki bilirsin ben insanları kaçırmakta iyiyimdir.

Berkant: işte zor anlaşılan kısım o zaten, mecburen mecburen.

Toygar: yapılamamasının sebebi basit, ihtiyacın var.

Berkant: şöyle daha adice yaklaşsak olaya, kimin kime daha çok ihtiyacı varsa kuralları o belirlesin

Toygar: birincisi, adilce yaklaşmak yerine adice yaklaşırsak olaya, kalenin birini daha kaybederiz. ikincisi mesele kurallar değil yeğen, mesele bir arada olmak zorunda olmak.

Berkant: olm eğer sana çok ihtiyaçları var ve sana iş içinde tavır yapmayı göze alamazlarsa akşam senin kurallarını da kabullenirler. sonuçta bu durumu da bir çıkar ilişkisine çevirmek gerek.

Toygar: evet ama bu adil olmaz,

Berkant: madem geçer akçe bu

Toygar: ben bunu da takarım kafama, bilirsin ben, bana yapılanın fazlasını vermeden rahat edemem.

Berkant: laftan anlamayanın hakkı kötektir olm.

Toygar: bazen öbür yanağını da dönersin.

Berkant: daha nereni döneceksin olm ya, düzgünce söyle yok, laf sok şaka olsun, bilmem ne, bilmem ne, ebenin amı. azcık yalnız kalmak istemek bu kadar büyük günah olmamalı ya.

Toygar: hacı gece yarısı, sigarasız veya çakmaksız kalıyorsan, ve bunları dışarıdan alamıyorsan, bir gün sen isteyen olursun, bir gün de sen istenen olursun. bunun kaçarı yok, Rotterdam mı lan burası hahaha

Berkant: hahaha, lan olm bi ateş istedik diye hemen yüz göz mü olmalyız, ortası yok mu amına koyayım ya

Toygar: ya rezalet, tam rezalet, mesela klima da püfür püfür oldu şimdi, oda buz gibi, neden, biri geldi söyledi diye, hahaha

Berkant: offf hahaha

Toygar: kapı çaldı gene, kesin biri çağıracak. hahaha, telefonumu istedi biri, Türkiye'yi arayacakmış, ver kurtul, ver kurtul.

Berkant: sen bence devrim yapamıyorsan revizyonist takıl. olm sürekli onlar istiyor bu nasıl iş?

Toygar: yalnız kalmak isteyen benim olm, onlar değil ki. hatta bana bozuluyorlardır, hiç gelmiyorum çaylarını içmiyorum diye.

Berkant: günahkar seni, yalnız kalmak isteyen şeytan

Toygar: yalnızlık allaha mahsustur olm

Berkant: seni suratsız lanet asosyal, seni tuhaf seni.

Toygar: ağzı büzüşesiceyim olm ben

Berkant: hahaha, topaç olsan daha mı iyi lan, hahahha

Toygar: sibop en güzeli

Berkant: bozuk sibop

Toygar: ossurdukça hava kaçırıyom değil mi, doğru diyorsun

Berkant: kusmak ister misin

Toygar: istediğim hiçbir şeyi yapamıyorum ki, istesem ne, istemesem ne

Berkant: iyi tarafından bak olm

Toygar: peki, bakayım

Berkant: en azından ne istediğini biliyorsun

Toygar: bana bu kötü tarafı gibi geldi ama neyse

Berkant: bildiğin için öyle

Toygar: hay senin amına koyayım, kapı

Berkant: naapim olm hayat boktan ben onun yalancısıyım

Toygar: telefon geri geldi, alacak verecek bir şey kalmadı ha yok belki rakı gelir daha hahaha

Berkant: valla kapın hiç durmuyor resmen. bütün olan bitende ilahi bir irade görüyorum. neyden şikayet edersek üstümüze üstümüze geliyor.

Toygar: hikmetinden sual olunmaz ki

Berkant: yok canım kendimize vuruyorum, en temiz biçimde, yoksa iş Murphy'e varır maazallah.

Toygar: olm allah yakalamış edi ile büdüyü kaçırıır mı eğlenceyi

Berkant: hahahaha, ya yerlerimiz değise noolur ki

Toygar: hiç olur mu

Berkant: valla bi allahın kulu gelmez kapına

Toygar: hahaaha

Berkant: patron bile yok, kırk yılda bir müteahhite he diyeceksin o.

Toygar: iyi de sıkıntı şu ki, para da yok.

Berkant: para istemiyoruz olm. o borcumuz var diye

Toygar: borcumuz niye var hacı

Berkant: yerler değişecek o ara borçlar da gidecek

Toygar: haaaaaaa, o da güzelmiş, tanrıdan diledim bir dilek aman aman diyorsun yani

Berkant: hahaha, he birbuçuk

Toygar: iskender değil lan bu, dilek.

Berkant: bonuslu dilek olm ne yani çok mu?

Toygar: az mı? hıdırellez de geçti. hızır ile ilyas buluşuyor mu acaba harbiden?

Berkant: buluşuyor zaar

Toygar: bence makul dileklere bakıyorlar ama, böyle saçma sapan dileklere allahlarından bulsunlar diyorlardır.

Berkant: olm zaten allahtan bulmuşuz ve bence gayet aklı selim dilekler bunlar, meselenin özünü idrak etmiş dilekler.

Toygar: madem ki buldun sus olm, daha ne aranıyorsun

Berkant: lan işte bulduk bitti, hahaha, sobe

Toygar: oyun niye bitmedi peki hacı?

Berkant: işte dilekler kabul olunacak daha.

Toygar: hahahha, kesin kabul olur canııııım, secret hesabı

Berkant: yeterince istersek, hahahahah

Toygar: ama adamlar diyor abi, olumsuz düşünme, beynin neyi düşünürsen onu çağırır

Berkant: hiç düşünür müyüm hacı, bana ne kadar uzak bir kelime.

Toygar: düşünmüyor musun, vah vaaah.

Berkant: hiç olur mu?

Toygar: olmaz di mi

Berkant: olur mu hacı, hiç olur mu

Toygar: her halde olmaz

Berkant:"hiç" olur mu ? zaten hiç

Toygar: hiç olmaz

Berkant: yani

Toygar: bence bmc

Berkant: şiştim kaldım şimdi valla

Toygar: hık diye kalırısın işte öyle

Berkant: tüm dağıldım gittim

Toygar: mesele dağılıp gitmek değil yeğen, mesele toparlanmak.

Berkant: toparlanıyorum hemen, hal böyleyken telefunken.

Toygar: saba çok iyi televizyon

Berkant: itt den başka tanımam

Toygar: sony de iyi diyorlar

Berkant: grundig gerçeği var asıl

Toygar: tabi tabi yenilerden de Samsung'u unutmamak lazım. yan taraftan makber çalıyor valla, rakı gitti gelmez. hahahaha

Berkant: hahaha, demedim mi ibrahim

Toygar: sevinsem mi üzülsem mi bilemedim fikret bey

Berkant: sevin ibrahim sevin, o rakı yarım piç olur

Toygar: doğru söylüyorsunuz fikret bey

Berkant: bizim oğlan alkolsüz bira da getirmeye başlamış

Toygar: bira saçmaydı, alkolsüzü dangalaklık abi. dikkat et paracıklarına

Berkant: tadı da neredeyse aynı üstelik

Toygar: valla biranın tadından nefret eden biri olarak, sadece işlevsel bulmadığımı söylüyordum, alkolsüzü duble gereksiz.

Berkant: katılıyorum size

Toygar: yani, git gazoz iç değil mi hacı

Berkant: niğde gazozu misal

Toygar: heeee en kral bir şey, ithalat derdin de yok

Berkant: yerli malı, yurdun malı

Toygar: çok ulusalcı gördüm sizi Berkant Bey

Berkant: lütfen olayı çarpıtmayalım

Toygar: çarpıtmayıp ne yapalım

Berkant: çarptıttıralım

Toygar: çok ahçı kılıklısınız Berkant bey, maşa elinizi yakmasın

Berkant: bana eli maşalı mı demek istiyorsunuz Toygar bey

Toygar: kasımpaşalı demek istiyorum Berkant bey

Berkant: hem ulusalcıyım, hem kasımpaşalıyım hem eli maşalıyım bilim bakalım ben kimim Toygar bey

Toygar: Karagöz

Berkant: gözün kör olmasın emi

Toygar: hacıvatlar siksin seni

Berkant: ahlak süküt etmiş.

Toygar: anaaa telefon çalıyor, rakıya çağrılıyorum, gerçi açmadım telefonu.

Berkant: ne kadar kaldığını sor

Toygar: açar mıyım lan?

Berkant: şimdi gelirler olm kapına, niye açmıyor bu oğlan, ldü mü, kaldı mı?

Toygar: yok gelmezler, uyumuş derler.

Berkant: hacivatla karagöz neden öldürüldü hacı

Toygar: çok konuştular zannımca

Berkant: e birbirleriyle konuşuyordu bu ustalar

Toygar: halk da dinliyordu ama bunları

Berkant: e kumanda ellerindeeee geçsinler başka kanala.

Toygar: kumanda halkın elinde hacı, öldürenlerin değil

Berkant: halk dinlemesin işte

Toygar: halk dinliyor işte, sen olsan, hakla mı uğraşırsın, konuşanlarla mı?

Berkant: katillerr

Toygar: eli kanlı cani olm hepsi

Berkant: allahlarından bulsunlar

Toygar: amin, bizi de bir öldüren olsa, o da allahından bulsa, fena mı?

Berkant: hahaha temiz iş çıkaracaksa

Toygar: acı yok rocky acı yok.

Berkant: dının dııı dının dııı

Toygar: kaplanın gözü girsin götüne

Berkant: mısır seni bozmuş, hahaha

Toygar: çok terbiyesizleştim, bildiğin gibi değil.

Berkant: ben seni böyle mi gönderdim la gurbet ellere

Toygar: yok kravatımı ellerinle bağladın, sinek kayıyordu yüzümden, ula hamiyet ne bu vaziyet dedim kendi kendime, bu ne rezalet ne bu eziyet.